YAPI Dergisi 50 Yaşında

Cumhuriyetin geride bıraktığımız 100 yılına dair Türkiye mimarlık panoraması sizin pencerenizden nasıl görünüyor? Bu süreç zarfında Türkiye mimarlık ortamında yaşanan sizce en önemli kırılma noktaları ve sürece etki sağlamış mihenk taşı niteliğindeki üretimler hangileriydi? Türkiye’de çağdaş mimarlığın gelişiminin son 50 yılına tanıklık eden YAPI Dergisi’nin bu süreçteki önemini ve etkilerini nasıl yorumluyorsunuz? YAPI Dergisi, mesleki yolculuğunuzda sizin için nasıl bir anlam ve önem taşıyor? YAPI ile ilgili sizce kıymetli olan anılar ve/veya unutamadığınız anekdotlar var mı? Hangileri? Türkiye’de mimarlık yayıncılığının bugünkü konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? YAPI Dergisi’nin kendisini geliştirebilmesi için olumlu/olumsuz eleştirilerinizi ve daha sık karşılaşmayı umduğunuz içerik önerilerinizi bizlerle paylaşmak ister misiniz? Mimar ve akademisyenlere sorduk.

Derleyenler: Ebru Şevli, Mimar
Gülce Halıcı, Mimar

Kapak: Deniz Dokgöz

Cumhuriyet tarihimizin bir asırlık mimarlık, kültür ve sanat atmosferine 50 yıldır kesintisiz olarak tanıklık eden YAPI Dergisi, cumhuriyetimizin 100. yılında 50. yıldönümünü kutluyor!
YAPI Dergisi, 1 Temmuz 1973 tarihinde yayınlanan ilk sayısından bugüne, Türkiye’deki çağdaş mimarlık ortamının ve yapısal çevrenin gelişim sürecinin her adımına doğru ve tarafsız habercilik etiğinden ödün vermeden, özgün ve titiz yayıncılık anlayışıyla eşlik etti. Ülkemizin bu köklü ve güzide yayınının bugünkü emektarları olarak bizler, değerli kurucumuz Sayın Doğan Hasol’un o ilk sayıdaki heyecanını aynı tutkuyla gelecek yıllara taşımak; mimarlık, kent ve sanat kültürümüzün yansımalarını sizlerle paylaşmaya devam etmek motivasyonu ile çalışıyoruz.
Bu vesileyle, YAPI ailesi olarak yarım asırdır kesintisiz olarak sürdürdüğümüz bu yolculukta katkılarıyla derginin devamlılığında büyük pay sahibi olan değerli mimarlara, akademisyenlere ve tasarımcılara cumhuriyetimizin 100. yılında Türkiye mimarlığına ve YAPI Dergisi’nin 50. yaşına dair görüşlerini ve geleceğe dair önerilerini sorduk.

Adnan Kazmaoğlu

Adnan Kazmaoğlu Mimarlık Araştırma Merkezi Kurucusu

Mimarlık ve yapı kültürü Anadolu topraklarında ve imparatorluk coğrafyasında binlerce yıllık bir birikime sahipti. 1900’lü yıllarda sanayileşmiş ülkelerin dünyayı paylaşma savaşı olan I. Dünya Savaşı sonrası ulus devletleşme, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, bu dönemde baskıyla veya mübadeleyle bu ülkenin yerli üyeleri olan Rumlar ve Ermeniler, yani Anadolu yaşam ve yapı kültürünün esas temsilcileriyle birlikte yaşam, mimarlık ve yapı kültürümüz maalesef sınır dışı edildi. Bu önemli ve kapsamlı bir kırılma noktasıdır.
Birinci ulusal mimarlık akımı; Mimar Vedat Bey, Mimar Kemalettin Bey, Hikmet Koyunoğlu, Giulio Mongeri ve Bruno Taut gibi Alman mimarlarca da desteklenen, Osmanlı’nın son döneminde başlayıp 1900’lü yıllarda ve Cumhuriyet Dönemi’nde 1930’lara kadar etkisini göstermiştir.
İkinci ulusal mimarlık akımının iki farklı temsilcisinden biri olan Sedad Hakkı Eldem, İstanbul ve Anadolu sivil konut mimarisinden çıkışla, diğer temcilsini Emin Onat ise kamusal yapılarla devletin gücünü ifade eden kolosal bir mimari anlayışla modern mimarlığa geçiş yollarını araştırmışlardır.
Bu yıllarda Avrupa’da gelişen Bauhaus ekolünün etkilerini de taşıyan bazı bakanlık binaları, Sedad Hakkı Eldem’in Başbakanlık Binası ve Seyfi Arkan’ın maalesef yıkılan İller Bankası gibi binalar dönemin dünyadaki modern mimarlık akımlarıyla özdeşlik taşıyan örnekleridir. Sedad Hakkı Eldem’in Ankara’daki Pakistan ve Hindistan Elçilik Binaları, Fındıklı’daki Akbank Binası, Seyfi Arkan’ın İstanbul Üçler Apartmanı 70’li yıllara kadar İstanbul’daki öncü örneklerdir.
80’li yıllar ekonomik ve sosyolojik açıdan önemli bir kırılma ve değişim dönemiydi. Liberalleşmeye ve tüketim ekonomisine geçişle hızlanan ve özelleşen inşaat ortamı büyük siteler, rezidanslar, alışveriş merkezleri, ofis binalarıyla günümüze kadar geldi.
1994 yılında Venedik Palazzo Grassi’de düzenlenen Rönesans Mimarlığı Sergisi’ni gezdiğimde beni en çok etkileyen; yapı ve perspektif çizimlerinden çok, dört adet, yaklaşık 50×70 ebatlarında, deri ciltli, dönemin yapı tekniklerini ve detaylarını içeren yapı kitapları oldu. O yıllarda bizim yapı kültürü teknikleri kitabı olarak sadece Sedad Hakkı Eldem’in “Yapı” ve Orhan Şahinler’in “Mimarlıkta Teknik Resim” kitabı vardı. Bu kitaplar da iki katlı yapıların detay ve uygulama çizimlerini anlatan dar kapsamlı dokümanlardı.
Doğan Hasol’un kurduğu Yapı Endüstri Merkezi ve yayınlamaya başladığı YAPI Dergisi, mimarlık ve inşaat sektörünün, yapı teknik kültürünün gelişimde dönüm noktası olmuştur. Harbiye’deki salonda başlayan bu serüven, Sayın Hasol’un ısrarlı, sistematik çalışmaları ile günümüze kadar mimarlık camiasına ve yapı kültürünün gelişmesine en büyük katkıyı yapmıştır. Kendi adıma sergileri, kütüphanesi, yayınları ve dergisiyle çok faydalandığım, üniversitede öğrencilerimi, büromda çalışma arkadaşlarımı yönlendirdiğim duayen kurum oldu: Yapı-Endüstri Merkezi ve YAPI Dergisi.
YAPI Dergisi’ne paralel birçok mimarlık dergisi yayına girdi. Hala kapsamlı içeriklere sahip olan birkaç tanesi nitelikli olarak yayınlarını sürdürüyorlar. Ancak yeni mimarlık ortamının genç nesli basılı yayınlara ilgi duymuyor. Dünyadaki enformasyon değişiminin dijitalleşmesi, çok hızlanıp fazlaca bilgi ve doküman sunması, yeni nesil mimarlar, öğrenciler için yeni ve en kapsamlı mecrayı oluşturdu. Bu çerçevede baktığımızda YAPI Dergisi dahil mimarlık ve inşaat yayıncılığı dijital ortama geçmekte geç kaldı diyebiliriz. Sürdürülebilir olmak için yeni kulvara daha interaktif katılarak hizmetlerini daha etkin ve yaygın hale getirmeleri gerekmektedir.

Ahmet Tercan, Prof. Dr.

Norm Mimarlık Kurucusu

Mimarlık üretimini kültürel, sosyal ve politik süreçlerden bağımsız düşünmek elbette söz konusu olamaz. Özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyanın koşullarında bu bağlam hepimizin bildiği gibi çok daha belirleyici. Cumhuriyetimizin 100. yılında “Türkiye mimarlık panoraması” bilindiği gibi kronolojik veya tematik dönemler halinde ele alınarak irdelenebilir. Tarihsel, kültürel ve politik kırılma noktaları, çok özel dönemlerde ortaya çıkan farklı koşullar, farklı olanaklar, gereksinimler, talepler, süreksizlikler, kısıtlamalar… Cumhuriyetin ilk yılları, 2. Dünya Savaşı, çok partili siyaset dönemi, 1950’ler, 1960 Askeri Darbesi, 70’ler, 1980 Askeri Darbesi, Özal döneminin liberal politikaları, küresel siyasi-ekonomik dönüşümler ve günümüzde devam eden etkileri…

Bütün bu süreç içinde en çok yakınılan unsurlardan biri kuşkusuz istikrar eksikliği ve süreksizlik olmuştur. Özellikle bu bağlamda Yapı Dergisi’nin başarısı ve Türkiye mimarisi için anlamı çok önemlidir. 50 yıl boyunca hiç ödün vermeden kaliteli yayıncılığı büyük bir istikrar ve süreklilik içinde hayata geçirmiş ve mimarlar için vazgeçilmez bir referans olmuştur. YAPI Dergisi yayın ilkelerini kurumsal bir modele dönüştürerek gerek ilgili sektörlerle gerek mimar ve tasarımcılarla güvene ve sürekliliğe dayalı bir ilişki ve iletişim kurmayı başarmıştır. Türkiye mimarlığının, evrensel/uluslararası düzeyde sağladığı katkının 1950’lerin belli bir dönemi dışında çok sınırlı olması mimarlık aktörlerinin üzerinde durması ve yüzleşmesi gereken bir sorun olabilir. Bu bağlamda YAPI Dergisi’nin 50 yıldır sürdürdüğü üretiminin ve misyonunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir mimar ve akademisyen olarak Yapı Dergisi’ne çok teşekkür ediyorum ve nice 50 yıllar diliyorum.

Ali Cengizkan, Prof. Dr.

Türkiye mimarlığının 100 yılına bakıldığında, tıpkı endüstri, toplumsal yaşam, eğitim, sağlık benzeri alanlarda olduğu gibi, cumhuriyetin kazanımlarını mimarlık alanında görmek olanaklı. Ancak o kadar. Cumhuriyet ilanının hemen ertesinde mimarlarla çalışan, çevre ve planlama konusunda her işini mimarlara ve plancılara yaptıran, 1927 yılında ilk mimarlık yarışmasını düzenleyen, her noktada mühendislerle çalışan bir yönetim anlayışının bugün vardığı nokta, dünya çapında cehaletin temsilciliğini yapmak, bölge çapında bilim düşmanlığına ve görgüsüzlüğe örnek olmaktır.

YAPI Dergisi, TMMOB Mimarlar Odası dergisi “Mimarlık”ın yanı sıra, uzun yıllar boyunca yayınlanan ikinci bir dergi oldu. Profesyonel, uygulamaya yakın ve sektöre daha duyarlı görünümdeki bu dergi, kuşkusuz akademisyenlere ve öğrencilere de her zaman açıktı. Ben yüksek lisans eğitimine başladığım dönemden itibaren abone olmuştum ve o zamandan beri izliyorum. Derginin arkasındaki Yapı Endüstri Merkezi ve onun organları ile kurumsal olarak bütünleşmiş görüntüsü ve varlığı, başlangıçtan beri dergiye kimliğini vermişti; özellikle Doğan Hasol’un varlığı ve yönlendirmesiyle oluşan bu kimlik, her zaman diğer tasarım-mimarlık yayın organları arasında YAPI’nın özgün kimliğini kazanmasını getirdi.

YAPI Dergisi ve YEM ile ilgili anılarım, yalnızca sevgili Doğan Hasol’un varlığı ve paylaştıkları ile sınırlı değil. Kendisiyle yıllar önce bir yurtdışı gezimiz olmuştu. Kendisinin yurtdışı gözlemleri ve mimarlık tutkusu ile geliştirdiği bu kurumun, Ankara ve Hollanda birikimleri de söz konusuydu. Çok zamanlıca yapılmış bir girişim olduğu, Türk mimarlığında bıraktığı derin izlerden anlaşılmakta. Cumhuriyet Caddesi üzerindeki küçük cepheli dükkan ve içinde gizlediği cevher ile, daha sonra Fulya’daki gelişmiş ve kendi varlığına yakışır merkez mekanları, düzenledikleri etkinlikler ağırladıkları kişiler ile unutulmayacaktır.

YAPI Dergisi’nin son zamanlarda bir gazete için ek yapmasını çok olumlu buluyorum. Mimarlık alanının topluma bir bilgi ve ilgi alanı olarak kazandırılmasının, mimarlığın anlaşılması ve savunulmasının, tartışılmasının, mimarlığın toplumun günlük konuları arasına katılmasından geçtiğini düşünüyorum. Mimarlığın uğraş ve tartışma alanı olarak yaygınlaşması, onun daha fazla talep edilmesini ve daha iyi kullanımını da getirecektir kuşkusuz. Bu da ülkemizde özellikle eksikliğini hissettiğimiz, siyasetçilerin mimarlık mesleği ve pratiği konusunda bilgilenmesini sağlayacaktır. Dün parti liderleri ve belediye başkanları, mimarlıktan daha fazla anlıyor ve siyasetle ilişkisini daha iyi biliyorlardı. Bugün toplumun çevre ve mimarlık konusunda en cahil kişileri onlar. Gazete köşe yazılarının mimarlıkla eskisi kadar bile ilgilenmediği bir ülkede sadece günlük siyaset ve günlük futbol tartışmalarının egemen olması, günlük yaşamla mimarlık ve planlama ilişkisinin sığlaşması için bir gösterge oluşturmakta.

Aslı Özbay, Mimar, Koruma Uzmanı

Cumhuriyetimizin 100. yaşında YAPI Dergisi’nin de 50. yaşını kutluyor olmak anlamlı bir tesadüf. Her ikisini de kutluyor, ömürlerinin “sağlıkla” uzamasını diliyorum.
YAPI, Türkiye’de geleceğe de mimarlığa da büyük heyecan ve umutlarla bakılan 60’lı yılların enerjisiyle hayata geçen bir ürün. 30’lardan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği mimarların nitelikli ürünler vermeye başladığı, II. Dünya Savaşı sonrasında nihayet ekonomik olarak yavaştan sırtını doğrultmaya başlayan ülkemizde, 60 Devrimi ve sonrasındaki nefis anayasa sayesinde umut veren açılımların beklendiği, “planlama” kavramının içeriğine uygun olarak ve devletten başlayarak ülkeyi şekillendirmeye hazırlandığı, “örgütlenme” kavramının (bugünün tersine) anarşizmle değil demokrasi ve uzlaşı bilinciyle eşdeğer tutulduğu günler. Doğumu 1960’ların ilk yarısına denk gelen bizler, o yıllarda gençliklerini coşkulu ve kamu yararı bilinciyle yaşayan anne babaların çocukları olarak büyüdük ve anne babalarımızın yaşadığı Türkiye’yi imrenerek hatırlayan orta yaşların insanları olduk. Maalesef o yıllarda umulan gerçekleşmedi ve ne planlama alanında ne de “gelişme” kavramının toplumsal kavrayışında ileriye değil, çok geriye doğru gittik.
Nitelikli mimarlığın kentleri belirlemesi anlamında başarılı bir performansımız olduğunu söyleyebilmek de zor. Planlama disiplininin mimarlık alanından koparılması ve giderek sadece haksız kazanç beklentilerine hizmet eden bir ticari eyleme dönüşmesi, kentlerimizin nitelikli alanlarını büyük ölçüde yok etti. Mimarlık eğitiminin içi, biz bağımsız düşünebilen entelektüeller yetiştiririz söylemiyle, giderek boşaltıldı, açılan okulların sayısına öğretmenler yetmedi. Meslek dayanışmasının ve örgütlenmemizin meslek alanından koparak politik heveslerle geliştirdiği 70’li yılların eğilimleri egemen oldukça, mimarların örgütlülük becerisi de ortadan kalktı. Bunların hiçbirini ülkenin genel gidişatından bağımsız ele almak mümkün değil.
Ülkenin bu hallerine rağmen yetenekli mimarlar nitelikli işler ürettiler. YAPI Dergisi de 50 yıl boyunca bu nitelikli üretimi yansıtma misyonunu elden bırakmadı. Mimarlar Odası’nın Mimarlık Dergisi’nde yapı basmanın ayıp sayıldığı yaklaşık 15 yıl boyunca, mimarlar olan biten yenilikleri YAPI Dergisi’nden izlediler. Derginin özellikle haberler bölümü, ülkenin yapı sektöründe olan biteni olanca çeşitliliğiyle belgeleyen bir almanak gibidir.
Benim YAPI ile tanışmam, 1983 yılında Nail Çakırhan’ın Akyaka Evi’ne Ağa Han Mimarlık Ödülü’nün verilmesi ve ardından kopan fırtına ile başlar. O günlerde Akademi’de 1. Sınıf öğrencisiydik ve mimarlık tarihi ile temel tasarım derslerine giren hocamız Bülent Özer’i hayranlıkla dinler, kızgınlıklarının nedenini, arka planını anlamaya çalışırdık. Özer’in bu ödülün mimar olmayan birine verilmesine ve özendirilen yapının diline olan kızgınlığı, birkaç dersimizi işgal etmişti. YAPI Dergisi de hocamızın yazılarını yayımladığı başlıca kaynaktı. YAPI’nın buna dair sayısında çok sert eleştiriler yayımlanmıştı.
İlerleyen yıllarda tanıdığım Doğan Hasol, çalışkanlığı, ciddiyeti, üretkenliği ve mimarlık yapma dışında sürdürdüğü etkinlikleriyle kendime örnek aldığım insanlardan oldu. Bir dergiyi “sürdürülebilir şekilde çıkarmanın önemini” ilk kez ondan dinlemiştim. Bu uğurda çok emek verdi. 1990-1992 yılları arasında YEM’in Ankara Bölge Müdürü olarak çalıştığım kısa dönemde dergi ile yoğun bir ilişkim oldu.
Bugün ofisimize hala YAPI dergisi girer. Babam Baran İdil’in kendi aldığı eski sayıları da hesaba katınca, derginin en sürekli koleksiyonerlerinden birisi bizim ofis olabilir. Eşim Hasan Özbay, serileri eksiksiz saklama konusunda çok hassastır.
Mimarlıkla ilgili yayınlananları ve gelişmeleri artık büyük ölçüde dijital ortamdan izliyorum. Son yılların enflasyonu, dolardan daha hızlı artmakta olan kağıt rakamları ve nakliye maliyetleri nedeniyle süreli yayınlara çok zor günler yaşatıyor. YAPI Dergisi’nin hem ekonomik nedenlerle hem de çevresel yaklaşımlara uygun olarak giderek bir e-dergi formatında devamını arzu ederim. Belki 51. yaşına da böylesi yakışır.

Bugüne dek emeği geçen herkese içten teşekkürler ediyorum.

Aydan Balamir, Prof. Dr.

100. Yılda Türkiye Mimarlık Panoraması

Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye mimarlık panoraması, görüntü ve nitelik açısından farklı tablolardan oluşuyor. Görüntüde farklılıkları oluşturan, döneme özgü yapı türlerinin ve dönem üsluplarının ortaya çıkışı ya da kapitalin, rantın ve kentleşmenin dozu olabilmekte. Türkiye’de mimarlığın seyrini konu eden sayısız çalışma, 100 yılın başlıca kırılma noktaları konusunda anlaşmış gibidir. Kabaca: Cumhuriyet’in kuruluş dönemi ve ardından 1950, 1960, 1980 sonrası gelişmeler ve 2000’li yıllar. Bu dönemlerin koşulları, yönelimleri, düşünce akımları ve programları, çoğu alan gibi mimarlığı da etkilemiş, yapılarda ve kentte cisimleşmiştir.

Mimarlık gibi kültürel üretim alanlarında değişen görüntü ve nitelikler, toplumun/dünyanın koşullarına olduğu kadar, pratiği yönlendiren aktörlere de bağlıdır. 100 yılda ortalama dört kuşak mimar ve işveren aktörün ürettiği parlak eserler literatürde yerini almıştır. Yüksek kalibreli mimar ve işveren aktörlerle ortaya çıkan seçkin mimarlık üretimi, kuşkusuz 100 yıllık panoramanın baskın unsuru değil. Sıradan yapı üretimi -mimarlı ve mimarsız halleriyle- ana tabloyu oluşturuyor. Toplu konut, apartman, cami, türlü işyeri ve kamu yapısı, mimari değerler ve yapı nitelikleri bakımından çıtanın altına da inebilmekte. Kentlerin aldığı şekil ve tarihi dokuların korunamayışı ise maalesef 100 yılın kaybı…

50 yılda YAPI Dergisi’nde Kayda Geçen Panorama

100 yıllık cumhuriyetin 50 yılına tanıklık etmiş olan YAPI Dergisi, Türkiye’de sektör yayıncılığına öncülük etmiş ve çıtasını belirlemiştir. İçeriğin yapı ile sınırlı olmaması, dergi ismine eklenenlerden bellidir. 1990’larda “Kültür, Sanat ve Mimarlık Dergisi” olarak konan etiket, 2000’lerde “Mimarlık, Kültür ve Sanat Dergisi” olarak, mimarlığı başa almıştı. 2010’lardan itibarense “Mimarlık, Tasarım, Kültür, Sanat” etiketiyle çıkıyor. Sözcüklerin seçimi ve sıralanışı, yazı kurulunda ince-uzun tartışmalara neden olmuş mudur, mimarlığın sondan başa geçmesini neye yormak gerekir, ufukta yeni bir sözcük var mıdır? Sözcükler ve sıraları değişse de kapsanan konular paleti zengindir: Çevre, planlama, şehircilik, peyzaj, kentsel tasarım, restorasyon, iç mimarlık, endüstriyel tasarım, plastik sanatlar ve tabii mimari tasarım, mimarlık tarihi, kuramı ve eleştirisi, teknoloji ve malzeme.

YAPI Dergisi bu içeriğiyle, mimarlık dünyasında olup biteni, ülkeden ve dünyadan kesitlerle izlemek isteyen her kesime hitap edebiliyor. Seçilen örneklerin çağdaşlık ve nitelik filtresinden geçerek, seçkin mimarlık pratiğini öncelediği söylenebilir. Öte yandan, güncele yönelik haber, tartışma, görüş yazılarıyla, yaşanan gerçeklik de mercek altındadır. Erken Cumhuriyet yıllarının mimarlık mirası üzerine araştırma yazıları da eklendiğinde, 100 yılın panoraması dergi ciltlerinde kayda geçmiş olmalı.

YAPI Dergisi’yle İlgili Anılar

YAPI Dergisi’yle 1970’li yılların sonlarında tanıştım. İlk bakışta kapaklarına vurulmuştum. Kapak görselleri çeşitli dallarda sanat eserleri veya fotoğraf kareleri olabiliyordu. Dokulu kartona basılı o kare kapak… 2000’li yıllarda kareden dikdörtgene, kaba dokulu yüzeyden ince, parlak yüzeye geçildiğinde yadırgadım. Aynı yıllarda uluslararası alan indekslerinde taranmaya başlayışını da tereddütle karşılamıştım. Yerleşik meslek dergilerinin akademik terfiler için araçsallaşmasıydı endişem. Fakat derginin bu nedenle kimliği değişmedi. Sorun, liyakati indekslere sabitleyen sistemdeydi.

Dergiye düzenli yazan, tanınmış yazarları arasında değilim. Saydım, dört yazım çıkmış, daha ziyade görüş yazıları. Birinin “Zorunlu Özgün Üretimden Pasif Montaja ve Cilalı Kaporta Mimarisi” gibi afilli bir başlığı var (YAPI 250, Eylül 2002, 122-124). “Kaporta” sözcüğünü, giydirme cephe sistemleri için kullanmıştım. Dergi baskıdan çıktığında bir bey aradı; yazının görseli olan mavi cam cepheli bir binanın yapanı ya da sahibiydi… Gerilim çıkmadan, konu nezaketle kapandı. Tekrar gündeme gelişi, Sayın Doğan Hasol’un kaporta sözcüğünü yazılı ve sözlü birkaç ortamda referanslı olarak kullanmasıyla oldu. Doğan Bey gibi ansiklopedik mimarlık sözlükleri yazmış birinin kullanımıyla, sözcüğün “mimari terim” statüsüne yükselme ihtimali üzerine yapılan şakalar, hoş bir anı olarak kaldı.

Ayşen Savaş, Prof. Dr.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi

Bir Mimari Ürün Olarak “YAPI” Dergisi

“Yapı” tanımı gereği parçalardan oluşur ve ayakta kalabilmeyi başaran yapılar, bütünü oluşturan parçaların birbirleriyle kurdukları dengeli ve düzenli ilişkileri barındırır. Bu durum parçaları önemsiz kılmaz; hatta tam tersine, parçaların özgün karakterleri ve kurdukları ilişki biçimleri bütünü daha da değerli yapar. Bu çerçevede, parça-bütün ilişkisinin kuramsal altlığına bakmak yararlı olacaktır. Her ne kadar “yapı” sözcüğü mimari ile doğrudan ilişkili görünse de önermelerin kaynağı felsefe, antropoloji ve dil bilimi gibi disiplinlerin araştırmalarıdır ve farklı ortamlarda mimarlık kültürünü de sürekli beslemişlerdir. Özellikle YAPI Dergisi’nin ilk sayısının çıktığı 1970’li yıllarda mimarlık söylemini biçimlendiren kavramların da bu tartışmalardan türetildiği görülmüştür. Dönemsel olarak bakıldığında, “yapısalcılık” olarak adlandırılan akıl yürütme özerk bir mimari akımın düşünsel temellerini oluşturur; önermeler yapı ile işlev arasında diyalektik bir ilişkinin var olduğunu iddia eder. Sözü edilen karşılıklı ilişkinin odağında işlevin sistemin yapısını belirlediği, buna karşın sistemin yapısının da süreç içinde işlevin etkisi altında biçimlendiği savı yatar. Burada işlev sözcüğü mimarlığın kısıtlı tanımının ötesine geçer ve bağlamla ilişkili önermeleri içerir, mimari ürünü içinde var olduğu ortamla doğrudan ilişkilendirir.

Fransız Yapısalcı felsefi akımın önemli isimlerinden, Antropolog Claude Levi-Strauss’un açtığı bağlam tartışmasını en iyi özümseyen yaklaşımların, özellikle 20. yüzyıl modern mimarlık akımlarında söz sahibi olan Hollandalı mimarlar tarafından geliştirildiği söylenebilir (1). Mimarlık tarihine bir de bu perspektifle bakmak tartışmayı zenginleştirebilecek ipuçları sunacaktır. Tüm bu önermelerde yer alan yapısalcı bakış mimari ürünün fiziksel özellikleri kadar ona biçim veren sembolik öğeleriyle de ilgilidir. Yapı bağlam bağımlıdır ve üretildiği ortamdan bağımsız var olamaz, üstelik bağlam-bağımsız bir okumayla anlaşılması mümkün olmayacaktır. Kanımca Türkiye’de ise, sözünü ettiğim akımın öncülerini tanınmış mimarlık bürolarında ya da ünlü mimarların tekil projelerinde değil o yıllarda devlet eli ile oluşturulan toplu konut ve kentsel ölçekli projelerde aramak gerekir. İsmi modern mimarlık tarihinde anılmayan sorumluluk sahibi bir dizi mimar ve kent plancısı tarafından üretilen projelerin yapılandırdığı çevreler gecekondu ıslahı, eğitimde eşitlik, ulaşım gibi temel ve ülkeye özgü sosyal altyapı sorunlarına odaklanmıştır.

Yukarıda kısaca değindiğim düşünce okulunun özgün bir ürünü olarak değerlendirilebilecek yayının adını “YAPI” koymak rastlantı olmamalı (2). Her türlü mimarlık yapıtını kapsayan sözcük, varlığın ruh ve beden özelliklerinin tümüne gönderme yapar; aynı zamanda bütünün bir araya getirilişinde uyulan sistemi de betimler ve sonuçta yapma sürecini içerir. Mimarlık kültürünü kendisini kapsayan daha büyük bir yapının parçası olarak ele almak, YAPI Dergisi’nin topluma yaptığı en büyük katkılardan birisi olabilir ve hiç şüphesiz ilk sayısını Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 50. yılında çıkaran YAPI Dergisi’nin, yarım asır sonra 100. yıl kutlamalarının parçası olması da bu açıdan çok önemli kabul edilmelidir. Süreç içinde YAPI Dergisi mimarlık söyleminin vazgeçilmez bir parçası olduğunu kanıtlamıştır. Derginin değindiği konular bina üretimi merkezli yaklaşımların ötesine geçen toplumsal sorunların da irdelenmesine araç olmuş, iyi mimarlık, dayanıklı ve ekonomik bina üretimi ve toplumsal değerleri gözeten tasarım yaklaşımlarını gündeminde tutmuştur. Günümüzde mimarlığın toplumsal değerinin göz ardı edilmesi sadece biçimsel bir yıpranma olarak görülmemelidir, bütünün yapısının koruyabilmesi için sistemi oluşturan parçaların önemsenmesi ve korunması zorunludur. Yapısalcı bir bakış açısı ile ele alındığında, bütünün her koşulda parçasından büyük olacağı söylenebilir; ancak, ayakta kalabilmek için en küçük parçanın bile gözetilmesi gerektiği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu perspektifle bakıldığında da YAPI Dergisi’nin özetlediğim görevi hakkıyla yerine getirdiğini söylemeliyim.

Notlar
1. Levi-Strauss’un çalışmaları 1973 yılında Hollanda’da Erasmus ödülünü almıştır. Benzer biçimde akımın mimarlık ve sanat alanına yansımasında dil bilimci Ferdinand de Saussure’ün çalışmalarının da yadsınamaz etkisi görülmüştür.
2. YAPI Dergisi’nin Yapısalcı bir kuramsal çerçevede irdelenmesi bu kısa deneme yazısının önerisidir. Derginin oluşumunda Yapısalcılığa yapılmış göndermeler varsa bunların da araştırılması ve ortaya çıkarılması önerimizi destekleyecektir.

Batu Kepekçioğlu, Y. Mimar, Ph.D

Disiplinler Arası Tasarım Kurucu Ortağı

Konvansiyonel mimarlık tarih yazımı, otantik mimar özneler ve onların üretimleri üzerinden kurgulanır. Bu gözle Türkiye mimarlığına dair asırlık bir retrospektif panorama çizildiğinde el yordamıyla ilerleyen, entelektüel boyuttan yoksun, çok temkinli ve orta yolcu pratikler ile karşılaşıyoruz. Türkiye’de mimarlık, teorik ve eleştirel katmanları nadiren barındırıyor ve bu yüzden mimarlık pratikleri praksise dönüşemiyor. Bu noktada Seyfi Arkan, Sedat Hakkı Eldem, Turgut Cansever, Cengiz Bektaş, Behruz Çinici gibi hemen ilk akla gelen birkaç aktör dışında ilham verici işler ya da söylemler üreten isimleri bir çırpıda sayamıyorum. Bu durum iyi mimar ya da rol model olacak yetkin ve çok değerli mimarlar yetişmediği anlamına gelmese de yaşadığımız coğrafyadan dünya mimarlık ortamına dair bir söz nadiren söyleniyor.
Bir mimar olarak yaşadığım kente baktığımda uzun zamandır “iyi ki yapılmış” demekten çok, “keşke yapılmasa” dediğim mimari üretimlerle karşılaşıyorum: 1950’lerde Menderes yıkımları ile başlayan süreç 1980’lerdeki ekonomik rejim değişimi ile Gök Kafes, Swiss Otel, Tarlabaşı yıkımları, Kemer Country, Zorlu Center, Torunlar Center, Fikirtepe’nin kentsel dönüşümü, Haliç Tersanesi’nin dönüşüm projesi, Galataport ve Peninsula Otel gibi neo-liberal sisteminin kendini gösterdiği, yani paranız varsa her şeye rağmen istediğinizi yapılabildiğinizin kanıtı olan projeler, kültürel ve doğal değerlerin gözetildiği bir gelecek tahayyülünü romantik bir fantezi haline getiriyor. Bu noktada kentlerin canını okuyan projeleri, gerekçelerini herkesin anlayacağı şekilde ortaya koyarak eleştirmek ve eleştirinin de kitlelerle buluşacağı medyatik kanalları çoğaltmalıyız.

YAPI Dergisi’nin uzun soluklu tanıklığına olanak veren kurumsal istikrarı, ülkedeki iletişim kanalları kuraklaştığında bile aktörler arası bağlantının kurulmasını ve canlı tutulmasını sağlayan, mimarlık kültürünün yeşermesine ve büyümesine olanak tanıyan hayati bir zemin sunuyor. Yayın sürekliliğini bu anlamda çok değerli buluyorum.

YAPI Dergisi ile olan yolculuğumuz öğrencilik yıllarımdan çok, yakın zamanlara tarihleniyor. Sosyal medyada yayımladığım eleştiri yazılarım sonrası YAPI Dergisi seçtikleri konularda görüşlerimi daha geniş kitlelere basılı mecrada ulaştırabilmem için misafir yazar olarak davet etti. Diğer taraftan kazandığım ulusal çaptaki yarışma birincilikleri sonrası bu projelerin de yayımlanmasıyla yolculuğumuz devam etti. Sektör içinde nepotik bir tutum sergilemeden, çok farklı kesimlerden aktörlerin fikirlerini görünür kılmaya çalışmasını değerli buluyorum.

İnternet, akıllı telefonlar ve sonrasında interaktif sosyal medya, basılı yayın organlarının iletişim araçları arasında önemini kaybetmesine sebep oldu. Bir de Türkiye gibi okuma alışkanlığı geçmişten beri düşük olan bir ülkede dergicilik daha da zorlaşıyor. Diğer taraftan artık mimari projelere internet üzerinden ulaşmak çok kolaylaştı. Çeşitli sosyal mecralar ise referans imge taramak için meslek insanlarının elinin altında kolay ulaşabildiği geniş bir kaynak sunuyor, çok kaliteli olmasa da her an güncellenen bir küresel bir imaj bankası gibi. Bu noktada hem basılı mecranın interaktif hale getirilerek biçimsel bir gelişime ihtiyacı var gibi görünüyor hem de derginin yayın içeriğinin proje fotoğrafları ve çizimleri sunmakla sınırlı kalmayıp sosyal medyanın sunmadığı alternatif içerikler sunarak yeni zeminler açabileceğini düşünüyorum.

Biçimsel olarak dönüşüme adapte olabilmek için interaktif etkinlikler entegre edilebilir gibi geliyor. Özellikle ortak konular üzerine yazılan yazılar yayımlandıktan sonra söz konusu yazıları yazan yazarların katıldığı online ya da yüz yüze, o sayıda seçilmiş konunun ya da o konu hakkındaki metinlerin tartışıldığı bir forum düzenlenebilir. Böylece hem yazarların hem okuyucuların katıldığı interaktif bir boyut açılarak metinler ikinci kez dolaşıma girmiş olur.

İçerikle ilgili ise, Türkiye’de mimarlığının cumhuriyet sonrası 100 yıllık döneminde gördüğüm temel eksiklik eleştirel ve teorik üretimler alanında. YAPI Dergisi bu noktada eleştiri ve teori üzerine odaklanarak bu tür üretimleri dergiye dahil edebilir. Bu noktada gündemden kopmuş izole bir eleştiri ve teori üretiminden de bahsetmiyorum. Daha çok mimarlık pratiğini, praksise çevirebilecek, sadece el yordamıyla iş yapan mimar tipine alternatif okur-yazar bir mimar tipinin çoğalması adına bu tür metinlere daha çok yer verilmesi ve teşvik edilmesinden bahsediyorum. Bu noktada aslında akademisyenleri de mecraya çekmek adına hakemli bir dergiye dönüştürülmesi de düşünülebilir. Böyle bir değişim hem imge temelli yayıncılığın sosyal medya ile rekabette geri kalmasına bir çözüm olacak hem de Türkiye mimarlığında zayıf olan düşünsel boyutu zenginleştirecektir. Ayrıca mimar olmayan kişiler için de mimarlığın düşünsel boyutuna girme olanağı verecektir.

Buşra Al, Mimar

PLUG Ofis

Kentlerin şu andaki durumlarına bakılınca geldiğimiz nokta çok parlak görünmemekle birlikte, 100 yıl içerisinde Türkiye’nin birçok yerinde hem kavramsal olarak hem de yapı ölçeğinde çok önemli üretimler yapıldı. 1930’larda Türkiye’nin birçok yerinde yapılan halkevi projesi, hemen bu süreci takiben 40’larda üretilen köy enstitüsü kampüsleri oldukça nitelikli üretimlerdi. Sadece yapısal değil, önerdiği program ve kullanım olarak da önemli yapılardı. Anne ve babamın yaşamlarını sürdürdüğü Beşikdüzü’ndeki köy enstitüsü kapanmasının ardından da okul kampüsü olarak hayatına devam etti. İlk karşılaştığım nitelikli yapı stoğuydu. Yapılar kadar açık alanların da önemli olduğu, kolektif üretim mekanlarını içermesi bağlamında da bugünkü mimarlık düşüncemde önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
1960’lardaki fabrika yerleşimleri de sanayi-üretim ve yaşam arasında kurduğu dengeyle ve Türkiye’nin farklı yerlerinde aynı standartlarda yaşamların kurgulanması bağlamında önemli örneklerdi. Doğup büyüdüğüm Ereğli’de bulunan Erdemir Demir Çelik Fabrikası ve oluşturduğu kent dokusu kişisel tarihimde ayrıcalıklı bir yer tutuyor. Küçük bir ilçe olmasına rağmen, konutların niteliği ve yine açık alanlarla ilişkisi çok başarılıydı. Geniş bir alana yayılan fabrika kampüsü, sosyal donatı alanları, eğitim yapıları, parkları, planlı yol örüntüsü, ağaçlar ve doğayla ilişkisi açısından bugün sahip olunamayacak bir atmosferi devlet eliyle erişilebilir kılıyordu.
Mimarlık eğitimi için İstanbul’a geldiğimde metropol kavramıyla tanıştım. Bu kaotik yer içerisinde daha önce görmediğim “kent yapıları” ile karşılaştım. Yine 60’larda yapılmış Baysal – Birsel’in Hukukçular Sitesi çok etkilendiğim yapılardandı. Apartman tipolojisi için oldukça gelişkin ve farklı bu örnekle birlikte tasarımın basit bir yapı tipolojisi için nasıl dönüştürücü bir güç olabileceğini keşfettim.
60 dönemi yapılarından İMÇ’nin de dönüştürücü bir gücü olduğunu düşünüyorum. Tekeli-Sisa-Hepgüler ortaklığında kazanılan bir yarışmayla elde edilmesi, kent ölçeğinde bir üretim olması, yapı tipolojisi, avluları, meydanları ve mimariye entegre olmuş sanat üretimleriyle biricik bir yere sahip.
Bir diğer önemsediğin yapı ise 1985’te yarışmayla elde edilmiş Sevinç Hadi-Şandor Hadi tasarımı Milli Reasürans yapısı. Bitişik nizam, sık dokulu Nişantaşı silüeti içerisinde geri çekilerek ürettiği boşluk ve iki sokağı birbirine bağlayan geçirgen zemini yapıyı zamansız bir iyiliğe kavuşturuyor.
Tüm bu mimarlık üretimlerinin güncel olarak takip edilmesi ve geçmişe dönük olarak arşivlenmesi hususunda YAPI Dergisi’nin oldukça önemli bir yeri var. Hafızanın ve sürekliliğin nadir olduğu Türkiye’de bu entelektüel birikimi ısrarla ve nitelikli biçimde devam ettirebilmek çok özel.

2004 yılında mimarlık eğitimi için geldiğim İstanbul’da henüz internet yokken ve bilgiye bu kadar kolay ulaşılamazken, kütüphaneler ve yayınlar tek beslenebildiğimiz kaynaklardı. Üniversitelerin kütüphaneleri tüm bölümleri kapsayan genel mekanlar olduğu için, mimarlık yayınları gelişmiş değildi. YEM’in Harbiye’deki kütüphanesi o dönem en sık vakit geçirdiğim ve araştırmalarımı yaptığım yerdi. Fulya’daki yerine taşındığında da okul dışı öğrenimimin en önemli figürlerinden biri olmaya devam etti. Hem güncel yerli-yabancı yayınları takip edebiliyor, hem de YAPI Dergisi’nin tüm arşivine erişebiliyordum. Bu durum da yarışmaların sıkı bir takipçisi olmamın önünü açtı. 50 yıllık bu arşiv hem bugün yapılanları takip etmek hem de daha önce bu coğrafyada üretilmiş şeylerin izini sürmek için eşsiz bir imkan.

Basılı kaynakların giderek azaldığı bugünlerde, dijitalin geçiciliğine yenik düşmeyen içeriklerin nasıl üretileceği ve nasıl paylaşılabileceği önemli bir soru. Baskının etkisi hala çok kuvvetli. Fakat maliyetleri ve kaynak tüketimi düşünüldüğünde ekonomik bir üretim olmadığı kesin. “İkisinin arakesitinde yeni bir araç üretilebilir mi?” sorusu düşünmeye değer.

Cem Sorguç, Mimar

CM Mimarlık

Cumhuriyetin yüz yıllık sürecini, idrak etmek açısından 4 döneme ayırmayı tercih ediyorum: 1923-1950 arasında bilhassa Ankara’nın imarı ve dahilindeki yapılar önemli. Modernizmin eşiğinde, ulus devlet akışı dahilinde “milli üslup” ve erken modernizmin bir aradalığının örnekleri elbette sadece Ankara’da ortaya çıkmadı. Ernst Egli, Paul Bonatz, Bruno Taut, Clemens Holzmeister, Giulio Mongeri gibi yabancı mimarlar ile Mimar Kemaleddin, Vedat Tek, Arif Hikmet Koyunoğlu, Şekip Akalın, Sedat Hakkı Eldem, Seyfi Arkan gibi listeyi uzatabileceğimiz mimarlar, erken cumhuriyetin başkenti Ankara’da ve İstanbul’da birçok kıymetli yapıyı dönem oluşturur şekilde bu aralığa yerleştirdi. Hatta banka, fabrika, köşk, han olarak Anadolu’nun muhtelif köşelerinde de dönemden izler hala var. Bu evre cumhuriyetin kuruluş, yerleşme izlerini de bize okutuyor diye düşünüyorum. Müzikte, folklarda, edebiyatta gördüğümüz sancılar, badireler, kıymetler mimaride de önümüzde.
1950-1980 aralığının başat durumlarından biri herhalde kentleşme formatının değişmesi ve İstanbul’un tekrar hatırlanıp imara açılması. Uluslararası üslubun, modernizmin apartman, otel, iş hanı, sayfiye yapıları olarak tasarlanmış tekil örnekler ile üretim ve ekonomik yapının değişmesi nedenli göçten kaynaklı şehri hayatının ve yapısal morfolojinin değişmesi açısından mühim bir aralık. Bugün sosyal mecrada da epey popüler, üzerine çok konuşulan, farkına varılan dönem apartmanları, evleri bu döneme ait.
1980-2000 pasajı ise serbest ekonominin palazlanması, bankacılık sektörü ve birçok diğer etken nedeniyle bilhassa ticaret, perakende alanında dikkat çekici olabilir ama mimari anlamda bu dönemin daha az örnek verdiğini lakin iç mekan, dekorasyon, kurumsal kimlik çalışmaları dahilinde yeni bir bakış ve evre oluşturduğunu düşünüyorum. Bu dönem içerisindeki bazı basın yapıları, moda evleri, mağazalar dikkat çekici ama maalesef her gün birini kaybediyoruz.
2000’lerden bugüne olan sürecin ne olduğu ise şu an epey belirgin, malum. Tamamıyla inşaat endüstrisine angaje hale gelen bir ekonomik düzenin birçok meselesi hem kentsel hem de mimari olabilir. Uzun konu. Ama bu dönem mimarinin daha fazla konuşulduğu, gündelik hayata nispeten girdiği, mimarın bilindiği, eleştirildiği, övüldüğü bir dönem. Uluslararası platformda ve sektörde de bilinirliğinin, görünürlüğünün arttığı rahatlıkla söylenebilir.
YAPI Dergisi kadar uzun soluklu bir yayın ister istemez içinde bulunduğu ortam, kültür için büyük önem taşır. Mimarlığın son 20 yılda gündelik bir mevzu haline geldiği bir memlekette yarım asırlık süreç hem bir inat hem bir yol belirliyor kanımca. Bir tür takip mecrası, kaynak olduğunu düşünüyor ve şahsen de öyle değerlendirip, kullanıyorum.
YAPI Dergisi’nin, haberdar olduğum ve izlediğim öğrencilik dönemimi de dahil edersek, 35 yılına tanık olduğumu söyleyebilirim. Harbiye Cumhuriyet Caddesi üzerindeki Yapı Endüstri Merkezi ve derginin çıktığı, bir kitabevinin olduğu mekan, aynı zamanda muhtelif mimarlık ve sanat konuşmalarının da gerçekleştiği bir yerdi. Birçok kişiyi orada tanıdım ve dinledim, sevdim. Yapı Dergisi’ni çıkaranlardan, yazarlarından Bülent Özer, Mimar Sinan Üniversitesi’nde mimarlık tarihi hocamdı. Onun vesilesiyle de dergi gündemini takip ederdik. Genelde de bir dergi müptelasıyım. Müzik, edebiyat, mimarlık gibi çeşitli dergileri yıllardır takip ederim; fakat hayatımda en uzun süre takip ettiğim, satın aldığım, abone olduğum derginin “YAPI” olduğunu söyleyebilirim.
Türkiye mimarlık yayıncılığı ile dünya sektör yayıncılığı birbirinden pek de farklı bir durumda değil. Biz artık yayın deyince basılı olmayanı da anlıyoruz elbette. Basılı yayının bir uzantısı, yansıması olarak ona ait olan dijital mecrası ile beraber hareket ediyor. Burada ben teoriyi ve metni basılı yayına daha yakıştırıyorum. Dijital basın neticede hem oran hem de kalite olarak görsel avantaj taşıyor. Dolayısıyla proje ve ürün tanıtımının ötesinde eleştirel, mümkünse üçüncü kişilerden makaleleri içermesini önerebilirim. Dergilerin bugün artık bir haberci, yansıtıcı değil, yorumlayıcı ve görünmeyeni belki de saklananı ortaya çıkarır bir hale gelmesini temenni ediyorum.

Dürrin Süer, Mimar

M Artı D Mimarlık

Türkiye’de toplumsal yapının yaşamsal faaliyetlerinin kırsaldan kentsel ortama kaydığı, kentlerin büyümeye başladığı zaman aralığı olan 1950-1960 dönemi sonrasında, planlı döneme geçişle birlikte 1965 yılında çıkarılan “Kat Mülkiyeti Kanunu” yapılı çevrenin mekansal dönüşümünü ivmelendiren etkilerden biri olmuştu. Her parselde tek veya iki katlı yapıların bulunduğu, yapıların içerisinde tek ailenin yaşadığı kentsel dokudan, her parselde 4, 5, 6… katlı yapıların bulunduğu ve her katında farklı bir ailenin yaşadığı yapıların belirlediği bir kentsel örüntüye geçildi. Bütün kentlerimizin yapılaşma karakterini belirleyen bir tipoloji olarak gelişen “Yap-Sat” yoluyla elde edilmiş yaşam mekanları “apartmanlar.”

1973-1977 döneminde nitelikli konut-sosyal konut- elde etmek için devletin konut kooperatifçiliğini desteklemesi sonucunda, konut üretimi sahil kasabalarındaki ikinci konutların inşasına kaydı. Sahil kasabalarının yerleşim karakterini, ölçeğini, doğal yapısını değiştiren ve belirleyen “yazlık siteler.”

1990’larda birbirinden yalıtılmış, kendi dünyasını kuran yapı adalarının oluşturduğu kentlerimiz ortaya çıktı. Küresel ölçekte tüketim odaklı bir yaşam kültürünün mekanları olan, kent merkezlerinde yeni bir tipoloji olarak doğan “alışveriş merkezleri.” Yeni nesil yaşam alanları, güvenlikli ve prestijli mekanlar olarak inşa edilmiş kent içinde ve dışında bulunan “konut siteleri.”

2000’ler, inşaatı; ülke ekonomisini güdüleyen sektör olarak benimsemiş, gücünü imar faaliyetlerine dayandıran bir siyasetin yönetiminde, gayrimenkul yatırım firmalarının kurduğu büyük, daha büyük, daha da büyük karma işlevli “kuleler.”

Yaşadığımız çevrelerin ve kentlerin, farklı dönemlerde farklı mihenk taşı üretimleri olduğunu düşünüyorum. Doğduğum yıl olan 1965’ten bugüne geçen zamanda, Türkiye mimarlık panoramasında, tekil olarak pek çok nitelikli mimarlık ürünü göstermek mümkün. Ancak benim gördüğüm panorama Türkiye mimarlığında, mimarlığın rant aracı olduğu, nitelikli mekan arz ve sunumunun belirleyici olmadığı kentsel ve mimari mekanlar.

1982 yılında mimarlık eğitimi almaya başladığımda sürekli olarak yayınlanan Türkçe süreli yayın olarak iki dergi vardı: Mimarlık ve YAPI. “Mimarlık”, Mimarlar Odasının çıkardığı, üyelerine ücretsiz olarak dağıtılan bir dergi iken, “YAPI Dergisi”ne öğrenci olarak abone olabiliyor veya kitapçılardan satın alabiliyorduk. YAPI Dergisi, dünyada ve Türkiye’deki mimarlık gündemini, mimarlık hizmetlerinin farklı alanlardaki üretimlerini; akademik çalışmalar, yeni teknolojiler, kültürel miras, yeni tasarım yaklaşımları ve ürünlerini, Türkçe olarak takip etmek için tek kanal gibiydi. Öğrenci olduğum dönemden beri kesintisiz izlediğim bir yayın olarak, mimarlık ortamına değerli bir katkı yaptığını düşünüyorum.

Az önce de belirttiğim gibi öğrencilik yıllarımdan beri takip ettiğim bir yayın olarak YAPI Dergisi’ne; Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü’nde akademisyen olduğum dönemde, ekip arkadaşlarımızla birlikte lisans 4. dönem stüdyo çalışması sürecini ve sonuçlarını aktaran bir yazıyı göndermiştik. Yazının basılmasını görmek beni heyecanlandırmış ve mutlu etmişti: “Her Ev Bir Yaşam, Sığacık’ta Ev Tasarımı”, Yapı 237, Ağustos 2001, ss: 62-67.

Türkiye’de mimarlık yayıncılığının gelişimini olumlu olarak değerlendiriyorum. Basılı: Mimarlık, Ege Mimarlık, Betonart, XXI, Arredamento Mimarlık, YAPI, Serbest Mimar… Ya da dijital yayının: Arkitera, Mimarizm, Bi Özet… Bunların yanı sıra pek çok çeviri yayını yapan Arketon Yayınları veya monografiler yayınlanmakta. Mimarlık kültürünün aktarımında, deneyimin paylaşılmasında yayın çok değerli. Her biri farklı konsantrasyonlara sahip yayınlar küresel ve özellikle ekonomik koşullar karşısında nitelikli ve çeşitlilik içeren yayınlar sunuyorlar. Yapı Dergisi’nin sağladığı farklı bir hizmet olarak, mimarlık kültürünün toplum tarafından takibini ve toplumun bilinçlendirilmesini bir girişim olarak görüyor, gazete eki olarak yayınlanması için yapılan çalışmayı da yenilikçi ve değerli buluyorum.

Ece Ceylan Baba, Prof. Dr.

Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Bölüm Başkanı

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında yaşananlar, pek çok alanda köktenci bir “değişim hareketi” ve “çağdaşlaşma” projeleri ile doludur. Anadolu’daki kentlerde tarih boyunca yaşanan değişimler, başta başkent Ankara olmak üzere, en yoğun şekilde cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Yeni kentlerin kurulması ve mevcut kentsel mekanlardaki çağdaşlaşma hareketi politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel konulardan bağımsız değildir; yaşanan tüm değişimler birbirini etkilemiştir.

Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki mimari eğilimler, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki batılılaşma hareketleri ile ilişkilendirilse de ardından inşa edilen ulus devlet düşüncesi ışığında oluşan ve cumhuriyet dönemi mimarlığı olarak adlandırılabilen, kendi içinde farklı dönemlerde incelemeye değer, ayırt edici ve nitelikli bir mimari mirasa sahiptir.

Cumhuriyetin 100 yılı içinde yaşanan mimari, kentsel mekan ve ulus devlet düşüncesi ile temellenen Batılı bakış, çok boyutlu olarak okunabilir. Köktenci, modern ve zaman zaman sarsıcı derecede vurgulu bir gereklilik argümanı ile mekanların değişim hareketini izlemek pek çok öğretiyi içinde barındırmaktadır. Zira bu gereklilik, cumhuriyetin varlığının gerekliliği ile ilişkilendirilerek, kent/mekan örgütlemeleri üzerinden okunmaya çalışılsa da, aslında yeni bir toplum inşası ile de yakından ilişkilidir. Bu büyük değişim hareketinin de önemli aktörleri bulunmaktadır. Söz konusu meslek insanlarını unutmamak ve eserlerini/binalarını korumak kentsel belleği canlı tutabilmek adına önemlidir.

Az sayıda mimar/şehir plancısı ve kısıtlı kaynaklar ile adeta yeniden inşa edilen Anadolu kentleri ve başkent Ankara, dönemin koşulları ile birlikte düşünüldüğünde, Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonuna bir kez daha hayran olmamak mümkün değil. Bu sene cumhuriyetin 100. yılını kutluyoruz. Kutlama kelimesini kullanırken içimdeki, hissettiğim çekinceyi de ifade etmek isterim. 6 Şubat 2023’te gerçekleşen Maraş merkezli depremler sonrasında çok sayıda insanı kaybettik. Fiziksel ve ruhsal yaraları henüz iyileşmeyen sayısız insan ise adeta tamamı yıkılmış kentlerde yaşamaya çalışıyorlar. Yok olan mimari miras, kentsel mekanlar ve kültürler de diğer kaybettiklerimiz… Ayrıca, ülkemizin yakınlarındaki coğrafyalarda devam etmekte olan sıcak savaşlarda yaşamlarını ve mekanları kaybeden başka insanlar da var. Ortam bu kadar acı dolu iken kutlama kelimesi yerine cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk sayesinde elde ettiklerimize dair duyduğum minnet kelimesini kullanmayı tercih ediyorum.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen bir asırda mimarlık alanında çok şey değişti. Mimarlık pratiğinin sahip olduğu teknolojiler ilerledi, yapı malzemeleri çeşitlendi ve gelişti, kaynaklar arttı, kentler büyüdü, mimar ve şehir plancılarının sayıları arttı. Olumlu gibi görünen bu değişimlere paralel olarak, içinde yaşadığımız kentleri ve mimarlık ortamını eleştirel bir bakışla irdelediğimizde, sahip olduğumuz olanakları pek de iyi değerlendiremediğimiz duygusu ön plana çıkıyor. Öte yandan, bundan tam 100 yıl önce türlü imkansızlıklar içinde yapılanlar, bugün için hala umut edebileceğimiz duygusunu da içinde barındırıyor. Ek olarak, geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz/yıkılan cumhuriyet dönemi yapılarının üzüntüsü ile, var olan yapıların korunmasını ve kentsel belleğin bizden sonraki nesillere aktarılabilmesini temenni ediyorum.

100 yıllık cumhuriyet döneminin son 50 yılına tanıklık etmiş olan YAPI Dergisi’ni de ayrıca tebrik ediyorum. 1973 yılından bu yana Türkiye’deki çağdaş mimarlık ortamının gelişimini belgeleyen, arşivleyen ve yapılı çevre üzerine üretilmiş metinleri bize ulaştıran derginin 50. yılını kutluyorum.

Emine Köseoğlu, Doç. Dr.

Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi

Son yüzyıllık Türkiye mimarlık panoramasında, dikkat çekici köşe taşları olarak cumhuriyetin kuruluşu ile modern toplumun kurulmasında mimarlığın not edilecek önemli rolleri içerisinde; cumhuriyetin yönetsel, sosyal ve kültürel mekanlarının yabancı ve yerli mimarlığın elinden çıkışı ile dönemin de mimarlık ruhunu yansıtan işaret öğesi yapıların tasarlanma ve inşa edilme olanağının oluşması yer alıyor. Son on yıl içinde ise mimarlık yarışmalarının yoğunlaştığı, mimarlık üretimlerinin üzerine bolca konuşulan ve yazılan bir dönemden söz edebiliyoruz. Bu son dönemde aynı zamanda mimarlıkta temsil yöntemlerinde özgün ve avangart yaklaşımların kendini gösterebildiği ve yine yarışmaların görsel dil kullanımını yönlendirdiği bir evre gözlemlenebilir. Elbette, bu yüzyıllık süre zarfında mimarlık ortamına katkı sağlamış pek çok yapıdan söz edilebilir ama ben, bana Stendhal Sendromu’nu yaşatmış, Behruz Çinici ve Altuğ Çinici’nin projesi olan ODTÜ Mimarlık Fakültesi binasını not etmek isterim. Binanın içine girdiğimde, hayretler içinde, “Louis Kahn bu!” diye refleksif biçimde haykırdığımı, o sırada merdivenlerden inen bir öğretim üyesinin beni görerek ve duyarak sevgiyle gülümsediğini hatırlıyorum.
YAPI Dergisi, 50 yıl önce kuruluşundan bugüne, hemen hemen aynı çizgi içinde, öğrencilere, mimarlara, tasarımcılara, akademisyenlere ve mimarlık dışı genel okuyucuya hitap edebilen çizgisini korudu. Dergi içinde öğrenciler bir projenin çizim ve görselleriyle birlikte açıklamasını bulabilir, böylece “proje okumayı” öğrenebilir. Entelektüel bilgiye aç bir mimar veya akademisyen kuramsal yazılarla karşılaşabilir. Sanat meraklıları bir sanatçıyla ve onun eserleriyle tanışabilir. Mimarlık dünyasına eleştirel, düşündürücü ve bazen de gülümseyen bir noktadan bakmak istediğinde bir okuyucu bir mimari karikatürle karşılaşabilir. Güncel mimarlık dünyasının güncel temalarını yakalamak isteyen okuyucu dosya bölümüne göz atabilir. Onlarca yıllık deneyime sahip mimar ve akademisyenlerin yorum ve eleştirilerini içeren görüş yazılarıyla karşılaşılabilir. Dolayısıyla YAPI Dergisi sadece güncele ya da çağcıla dair betimleyici bilgi ya da durum aktaran bir dergi olmamış, mimarlık dünyasına dair eleştiren bakışını her dönemde sunmayı ihmal etmemiştir. Bu durum, içinde gömülü olarak eleştiri barındıran mimarlık anlayışı için elzemdir ve önemlidir.
Mimarlık eğitimim esnasında takip ettiğim dergilerin başında YAPI Dergisi geliyordu. Öğrenci yarışmalarının sonuçlarını, kazanan projelerin içerik ve ifade biçimlerini incelerdim. İnternetin bile bulunmadığı öğrencilik dönemimde YAPI Dergisi benim için “dışarıya” açılan nadir kapılardan biriydi. O dönemlerde dergide düzenli olarak kuramsal ve kavramsal içerikli yazıları yayımlanan iki hocamızı hatırlıyorum; Gürhan Tümer ve Şengül Öymen Gür. Kuramsal ve kavramsal içerikli olan bu yazılar benim gibi bir lisans öğrencisinin bile anlayabileceği kadar sade bir dilde yazılıyordu ama içerikleri çok doluydu. Bunun için yazarlara hem şükran, hem de hayranlık duyuyordum. Akademisyenliğe dair duygularımın temeli farkında olmadan bu dönemde atılmış olabilir. Atlayamayacağım bir başka anekdot: Benim için anlam ve önemini kelimelerle tarif edemeyeceğim, 2022 yılında YAPI Dergisi’nde yayımlanan ve editörlüğünü yaptığım “Edebiyatta Algısal Mekan” başlıklı dosya ve bu dosya için güzel sözlerle davet aldığım gündür. Açıkçası, düzenli bir okuyucu olarak etkinlik haberleri, yayın tanıtımları, görüş yazıları, dosya konuları, proje yayınları, makale yayınları, sanat yazıları ve karikatür sayfası ile YAPI Dergisi içeriğini çok dolu bulduğumu söylemeliyim. Çok kez YAPI Dergisi yazarı olmuş bir akademisyen olarak editör-yazar ilişkilerinden ve sağlıklı iletişimden çok memnunum. Bir öneri olarak bazı sayılarda mimarlık dünyasının önemli isimleriyle, sözlü tarih belgesi oluşturabilecek röportajlara yer verilebilir, diye düşünüyorum.

Erdoğan Elmas, Mimar

Eskiden
Ne güzel şarkılar vardı eskiden,
Gençliğimizi donatırlardı.
Hep iyi şeyler hatırlatırlardı,
Geçip gitmiş devirlerden.

Özdemir Asaf

Eskiden başlarsak, YAPI Dergisi’nin kökeni “Mimarlık ve Sanat” Dergisi’ni anmamak olmaz.
1960’lı yıllarda Bülent Özer’in arkadaşları ile kurduğu derginin 1. sayısında (1961) , Davit Gebhard, Doğan Kuban, Bülent Özer, Turgut Cansever’in yazıları yanında Rolf Gutbrod’un Erdem Aksoy’un tanıttığı auditorium projesi de vardı.
70’li yılların sonunda Selçuk Batur’un yayınladığı “ÇEVRE” dergisinin Ankara temsilcisi olarak abone kaydetmek için koşturup durmuştum.
80’li yıllarda Cemil Gerçek’in çıkardığı “MİMAR” Dergisi ve Mimarlar Odası’nın yayını “Mimarlık” ın ne güç koşullarda yayınlandığının tanığı olarak 50. yıldönümünde yaşamını sürdüren YAPI’yı kuran, yaşatan sevgili dostlarımı sevgiyle anıyor, şükranlarımı sunuyorum.
“Mimarlık ve Sanat”, “ÇEVRE”, “MİMAR” dergileri günün koşulları (kağıt karaborsası, reklam sorunları) nedeniyle 10 sayının ötesine bir-iki sayı geçebildiler!
Büyük bir özveriyle yayınlanan bu dergiler içerik olarak gerek yazı gerekse proje-yapı olarak üst düzeydeydi. Günümüzde ise kağıt kalitesi, baskı tekniği çok geliştiği halde, kes, kopyala, yapıştır yazılar, okunamayan, anlaşılmayan projeler ile eskinin altında görüntü veriyorlar.
60 yılı aşkın meraklı bir mimar olarak adı geçen dergilerin her sayfası dolu olup ilgi çeker tartışılır okunurdu. Bugün ise ilgimi çeken sayfalar üzülerek söylüyorum çok az.
Öyle günler yaşıyoruz ki Cumhuriyet’in yapıları yıkılıyor, (İller Bankası Genel Müdürlüğü Ankara) sesimiz duyulmuyor, Akademi tepki vermiyor. Kendi yaptığımız binalar biz yaşarken yok ediliyor, tescilli yapılar, yeşil alanlar, sit alanları, doğal çevre, kıyılarımız yağma ediliyor, seyrediyoruz. “Eskiden”e dönersek devletin kurumları, kuralları vardı. Mimarlık gelişi güzel, keyfi yapılan bir şey değildi. Bugün kültür, tarih yoksunu kişiler Selçuklu, Osmanlı tarzı yapılara özenip tuhaf binalar ile şehirlerimizi kirletiyorlar. Telif haklarının yok sayılması (kanunu olmasına karşın) bu dönemde olağan hale gelmiş, müellif mimarlarına haber verilmeden her türlü değişiklik, yıkım yapılabilmektedir.
Yarışmalar eski etkinliğini yitirip, eşe-dosta yaptırılan ucubelerin ortalığa saçıldığı bir ortamda şehirlerimiz tanınmaz bir hale getirildi. Çocukluğumun geçtiği, mimarlık yaşamımın kırk yılını yaşadığım güzel başkent Ankara’ya gittiğimde bir showrooma girmiş gibi oluyorum!
50 yılda YAPI’da yirmiyi aşkın yazımın yanında yapı ve projelerim yayınlandı. Benim de 3-4 resimle katkı koyduğum “Anılarda Mimarlık” sayfalarını anımsıyorum. Eski unutulmamalı, “Selam olsun o mimarlara” ara ara YAPI’da yer almalı. Projeler, yapılar plan-kesitleriyle okunaklı olarak basılmalı, yorumlara yer verilmelidir.
Sözün özü: özgür bir ortamın, adaletin olmadığı yerde sanat, mimarlık da olmuyor. Şehirlerimizin toplu konutların hal-i-pür melali ortada.
Modern başkentin planlı, sakin, yeşil, kuşların cıvıldadığı Atatürk Bulvarı’ndan, alt-üst geçitlerle trafik çukurlarına dönüşmüş, tüm anılarımızın mekanlarının yok edildiği Ankara.
Bostancı Kadıköy arası o güzelim ahşap köşkler, fıstık çamları, zümrüt yeşili doku, pırıltılı deniz, çınarlı istasyon meydanı bugün betona teslim oldu.
Biraz kötümser bir bakış olsa da Çetin Altan’ın söylediği gibi “enseyi karartmamak “lazım.
İyi, güzel yarınlar umuduyla kutluyorum 50. yılı.

Esen Akyar Karoğlu, Mimar

IGLO Mimarlık

Mimarlık, toplumların estetik, işlevsel ve kültürel değerlerini yansıtan bir disiplin. Cumhuriyetimizin 100 yıllık seyrinde mimarlık sahnesi, modernleşmenin ilk kıvılcımlarından global akımların yükselişine, çağdaş tasarım anlayışlarının evrenselleşmesine kadar geniş bir yelpazede evrildi. İşte bu süreçte, 1973 yılından beri bizlere aydınlık sayfalarıyla rehberlik eden Yapı Dergisi, bu evrimin en önemli gözlemci ve tanıklarından biri oldu.

1980’lerin sonlarında öğrenci olduğumuz yıllar, mimarlık pratiğinin el çizimleriyle şekillendiği, bilgisayar destekli tasarımın henüz uygulanmadığı bir dönemi işaret ediyor. 1990’ların ortalarında başlayan bilgisayar destekli tasarımın 1990’ların sonlarına doğru mimarlık üretimine hakim olması, bugün geldiğimiz noktada vazgeçilmez bir hale gelen dijital üretim platformunu doğurdu. El çizimiyle geçen 1980’ler, yaşamış olan meslektaşlarım için buruk bir hüzün ve derin bir nostalji kaynağıdır. O dönemde, internetin olmaması nedeniyle, kütüphaneler ve dergiler araştırmamızın en önemli kaynaklarıydı ve Yapı Dergisi o günlerden beri bizimle.

Dergi sayfalarının arasında kaybolduğumuz, sayfaların kokusunu içimize çektiğimiz, sayfa çevirme sesini duyduğumuz o yılların nostaljisi, bugün bile dijital platformdan PDF sayfalar arasında gezinirken hissediliyor. Yapı Dergisi’nin mimarlık kültürümüzdeki önemi, global ölçekte mimarlık ve tasarım dünyasını şekillendiren dijital platformların ötesinde bir yere sahip.

Yapı Dergisi, sadece bir dergi olmanın çok daha ötesine geçerek, Türkiye mimarlığının kroniği olmuş, her sayısında döneminin ruhunu, tartışmalarını, beklentilerini ve üretimlerini dokümante etmiştir. Yapı’nın arşivi, bir zaman makinesi gibi işlev görerek, geçmişin derinliklerine ulaşmamıza olanak tanır.

Mimarlık yayıncılığı bağlamında, Yapı Dergisi’nin mimarlığın toplum içerisindeki algılamasını, geçirdiği evrimi ve mimarlık pratiğinin toplum, kültür ve ekonomi ile olan etkileşimini detaylı olarak ortaya koyuşu, kritik bir katkıdır.

Yapı Dergisi için bundan sonraki adım dijital dünyadaki varlığını genişleterek uluslararası bir platform haline gelmesi olabilir. Ayrıca, mimarlık etkinlikleri, yarışmalar ve sergiler düzenleyerek genç mimarları daha çok destekleyebilir. 

Benim, bizim ve Türk mimarlığının tarihine damgasını vuran ve yarım asırdan bu yana cumhuriyetimizin mimarlık panoramasını tamamlayan Yapı Dergisi’ne başarılarla dolu nice yayınlar diliyorum. 

Gökhan Avcıoğlu, Mimar

GAD Architecture

Cumhuriyetin geride bıraktığımız 100 yılına dair Türkiye mimarlık panoramasında özenle yapılmış samimi her bina; program, strüktür, materyal, yeni teknikler, sanatsal yaklaşımı getirebilmiş her bina başyapıttır. Yukarıda saydığım unsurlardan beşi olmadı hadi dördü, hadi dördü olmadı üçünü, bilemedin ikisini, en azından birini mimarlık repertuarına dahil etmiş her bina baş tacıdır.
YAPI Dergisi ise mimarlık yayıncılığı konusunda önemli bir arşiv. Dergi lafını iki ana mecrada ele alıyorum. Analitik anolog yani bir tanesi basılı sayılar diğeri dijital sayılar. Dijitalde YAPI Dergisi’ni artık global alanda yayına geçmiş bir şekilde daha çok izlemek istiyorum.
Türkiye’de öteden beri her türlü yayıncılığın sadece lokal konulara eğilmesini buradan global bir sesleniş bir medya ismi çıkaramamasına hem hayıflanmışımdır hem de şaşırmışımdır. Şimdilerde web, sosyal medya olanaklarıyla hem analog hem de dijital yayınlar üzerinden söz söylenecek çok şey var. Ne yazık ki mimarlık yayıncılığında okuyucunun beklentisi bol malzeme materyalist, fetişist fotoğraflar gibi. Dergiler de bu okuyucuyu düşünerek ve onun okuduğunu zannederek bu tarzda radikal kararlar alıp bırakamıyor işin bu yanını. Mutlaka YAPI Dergisi’nin önümüzdeki dönemde bu girdabı kırması lazım. YAPI Dergisi YEM yayını olarak sergiler, fuarlar, sempozyumlar, konferanslar düzenlerse yeniden, eskiden olduğu gibi çok iyi olur çünkü bu çok yönlü hali ona çok yakışıyor. Dergiyi kabuğuna çok çekilmiş, lokalleşmiş buluyorum ve haydi biraz cesaret diyorum. İnşa ettiğimiz yapılardan birçoğu birçok sayının kapağında yer aldı. Hepsi bizim için güzel anılar bıraktı.

T. Gül Köksal, Doç. Dr. Mimar-Koruma Uzmanı

Başka Bir Atölye

Mimarlık yayıncılığının 50 yılına tanıklık eden YAPI Dergisi’nin bu döneminin Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yıl dönemine denk düşmesi çok hoş bir durum. Tam da şu an diğer bir sürü alanda olduğu gibi mimarlık ve planlama gibi alanlarda da cumhuriyete dair geçmiş bir asrın değerlendirildiği ve gelecek yüzyıla aktarımların, nelerin, nasıl yapılması gerektiğinin tartışıldığı zamanda mesleki yayın ortamını da konuşmak hayli anlamlı.

20. yüzyılın ilk zamanlarından itibaren mimari yapısal ve bilgi üretim süreçlerini farklı dönemlere ayırarak, bazı kırılma anlarını işaret ederek ele almak akademik mecrada genelde tercih edilen bir yöntem. Ancak ben bu kısa notta akademik detayda bir dönemleme yapmak yerine mekansal üretim ilişkilerini kabaca cumhuriyetin ilk yıllarında kamu yararına yatırımların yapıldığı ideolojik dönem ve 1980’lerden itibaren yükselen neoliberal kapitalist üretim ilişkilerinin çözmeye başladığı kamu yatırımları ile kentlerin metalaştığı, rekabet unsuru olduğu ve ölçeklerinin hızla büyüdüğü dönem olarak ifade etmeyi tercih edeceğim. Zira söz ettiğim ikinci döneme geçişle halihazırdaki yapılı çevrenin köklü bir şekilde dönüştüğünü söylemek mümkün.

Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararları ile IMF denetiminde neoliberal politik-ekonomi uygulamasıyla başlayan özelleştirmeler kentlerdeki çoğu fiziki dokunun dağıtılmasına, yıkımına vb. neden olur. 1940’lara dek baskın olan ve 1960’larda da halen gücünü hissettiren Kemalist ulus-devlet ideolojisi, 1980’lerde artık yerini siyasal İslam ideolojisine bırakır. Kentlerin bilhassa 2000’lerden itibaren AKP yönetimiyle dönüşümü de bu zeminden yükselir. Bu politik-ekonomik sürecin planlama/mimarlık alanına yansımasındaki aktif sorumlular imar müdahalelerini “afla”, “barışla” yasallaştıran iktidar ve bundan nemalanan sermaye gruplarıdır. Ancak çuvaldızı kendi meslek alanımıza da yöneltirsek, bu sürecin yapı taşlarını döşeyenler sadece iktidar/sermaye değil, aynı zamanda bu kararların projelerini hazırlayan meslek insanları, bunlara danışmanlık eden, imza atan akademisyenlerdir de. Nitekim yıldız mimarlık müessesi de Türkiye’de bu tarihlerde inşa edildi, pazarlandı. Mega projeleri yaratan mega meslek insanları yüzlerce kişiyi çalıştırdıkları ofislerini bu şekilde var ederken, genç meslektaşlarımıza da böyle emsal oldular. Bir yandan çoğumuzun özgür bir hayat için nefes almak üzere parçası olduğu Gezi Direnişi ve ardı sıra yükselen kentsel-toplumsal hareketler marjinalleştirilip suçlanırken, diğer yandan bazı meslektaşlarımız -kimi kez sonradan çekildikleri projeler hakkında- topluma hesap verme gereği duymadan “iyi mimarlık” şiarıyla “iyilik” üretmeyi seçtiler. Bu çelişki ve çatışma cumhuriyetin yeni yüzyılında da sürecek gibi duruyor. Hepimize inandığımız yolda kolaylıklar ve sabır dilerim…

YAPI Dergisi ile ilgili şöyle bir anekdotum ile sözlerimi tamamlayayım. Sanıyorum çokça kişinin hafızasında ve hatta benim gibi fiziken kütüphanesinde, YAPI Dergisi’nin kare boyutlu baskıları vardır. Bu yıl 8 Ekim 2023 tarihinde TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin düzenlediği bir törende meslekte 30. yıl plaketimi aldım. Törende 30 yıl dışında 40-50-60-70 yıllık meslektaşlarımıza da plaketler verildi. Herkes gibi ben de 70 yıllık meslek büyüklerimi sahnede görmeyi merakla bekledim. Bu mimarlara plaketlerini verenlerden birisi de Doğan Hasol’du. Anlayacağınız üzere -henüz 1 yaşında olduğum için- 1 Temmuz 1973 yılına rastlayan YAPI’nın kare boyutlu ilk sayılarını basıldığı zaman bayilerden edinemedim. Ancak 1989 yılında başlayan mimarlık eğitimim zamanında bu ilk sayıları sahaflardan temin ettim. Kütüphanemde yine kare ve üzerinde YAPI logolu karton kutusunda Kasım-Aralık 1973 tarihli 3. Sayı ile Aralık 1989 tarihli 97. sayı dahil toplam 20 adet sayı yer alıyor. Şu zamana dek kütüphaneme çok sayıda süreli yayın girdi ve büyük kısmını da yer sorunu nedeniyle elden çıkardım ama bu kutu halen duruyor ve sanırım nev-i şahsına münhasır bu kutudaki içeriğe pek kıyamayacağım.

Son söz olarak YAPI Dergisi’nin ömrünün uzun olmasını, cumhuriyetin yeni yüzyılında da eleştirel bilgi üretimine ve toplum yararına mekansal pratiklere yer vermeye devam etmesini dilerim…

Gülseli İnal, Şair, Yazar

YAPI Dergisi’ni Seviyorum

YAPI Dergisi’ni seviyorum. Ülkemize çok yakışan soylu bir dergi. YAPI Dergisi’nin bir misyonu var: Anadolu uygarlıklarının antik yapıları yanı sıra İstanbul’da üç büyük imparatorluğun yapı örneklerini kucaklayan bir görev üstlenmiş. Antik Roma, Selçuk, Pontus, Frigya, Lidya, Doğu Roma, Asur, Osmanlı, Bizans’ın yapıları; mermer tapınaklar, amfitiyatrolar, Hitit Megaron’ları, kuleler, köprüler, limanlar, kilise, camii, havra, sinagog, saraylar, imaret, külliye, çeşme, deniz fenerleri, gizli geçitler, su kemerleri, köprüler ve yaşam mekanları, evler gibi sayısız tarzda binanın manevi sözcüsü olarak insanların mimari konusunda bilinçlenmeleri sağlıyor ve onları eğitiyor.
YAPI Dergisi’nde yazmaktan gurur duyuyorum ve şunu görüyorum: Zengin bir miras olarak antik yapıların estetik tarzları ve çağdaş mimari tasarımlarının örneklerini bu dergi sayesinde öğrenmek, incelemek büyük bir bilgi hazinesine ulaşmak anlamına geliyor. YAPI Dergisi’nin başka bir misyonu da modern ve çağdaş mimari örneklerini topluma tanıtması. Ülkemizin sahip olduğu muhteşem mimari geleneği ve çağdaş mimari örneklerini temsil eden, yorumlayan, beyin fırtınası yaratan YAPI Dergisi, koskoca bir geleneği kucaklayarak bizlerle paylaşıyor. Yaratı frekanslarında üç büyük estetik imge vardır. Bütün diğer sanatlar bu üç büyük imgeden kaynaklanır. Sözel imge yani şiir, işitsel İmge yani müzik görsel imge yani plastik sanatlar ve mimari. Görsel imgenin sözcüsü olarak YAPI Dergisi’ne plastik sanatlar yazılarıma sayfalarında yer verdikleri için sonsuz teşekkürlerimi yolluyorum.

Hakkı Yırtıcı, Doç. Dr.

YAPI Dergisi 50. yıldönümü ile Türkiye’nin en uzun süreli mimarlık yayınlarından biri olmuş durumda. Bir ucundan, dergi çıkarmanın mutfağını, zorluklarını bilen biri olarak bu önemli bir başarı. Öncelikle nice başarılı yıllara demeli, hep beraber.
Yapı Dergisi’nin 1973 yılından beri yayınlandığı düşünülürse, 100 yıllık Cumhuriyet’in yarısına, Türkiye’nin çok farklı, sarsıcı siyasal, toplumsal değişimlerine tanıklık etmiş bir dergiden bahsediyoruz. Kuşkusuz bu süreç derginin içeriğine de yapısına da yansımıştır, ama bu hakim olmadığım, üzerine söz söyleyemeyeceğim bir alan.
Evet, bu yıl Cumhuriyet’in 100. yılı. Koca bir asırdan bahsediyoruz. İnsan ister istemez geçen zamanda kentlerin ve mimarlığın da nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, hayatlarımızı şekillendiren bu olguların nasıl değiştiğini, süreklilikleri ve kırılma noktalarını düşünüyor. Kuşkusuz bu sürece eşlik eden tekil üretimler olmuştur ama böylesi bir seçki kaçınılmaz olarak subjektif olacaktır ve kişiden kişiye değişmeye açıktır.
Yine de Cumhuriyet’in 100. yılında hayatlarımız nasıl diye mekan üzerinden bakarak şunları söyleyebilirim. Mimarlık ve kent planlamasının toplumdan bağımsız olmadığı, tam tersine topluma içkin olduğu düşünülürse, Taksim Meydanı’ndaki değişim ve buradaki kamusal alanın yeniden düzenlenmesi bizlere çok şey söylemekte. Seküler, yüzü batıya dönük Türkiye Cumhuriyeti’nin simge yapılarından AKM’nin yıkılarak yeniden inşası ve hemen Maksem’in arkasına yapılan Taksim Camii arasındaki ilişki ülkenin demokrasi kültürünün aynası niteliğinde ve buraya sığmayacak bir analizi gerektirmekte diyerek bu konuyu ucu açık bırakayım.
Yapı Dergisi ile kendi ilişkimi düşündüğümde ise üniversiteden mezun olduktan hemen sonra 1992’de İTÜ Taşkışla binasında açtığımız “Deneysel Mimarlık” sergisini yayımlamaları ile başlar ki, bu da tam 31 yıl etmekte. Hiç azımsanmayacak bir süre.
Bolca gençlik heyecanı ve naiflik barındıran bu sergide, okulda mimarlığın “doğru, doğal, gerçek olanı temsil etmesi” söyleminin ötesinde yaşadığımız kentlerin kaotik çelişkisinin mimarlığı başka türlü nasıl olabilir diyen bir grup arkadaşla beraber açmış, rahatsızlıklarımızı kendimizce dile getirmeye çalışmıştık. Aslında hepimiz o yıllarda yurt dışı dergi ve kitaplarda yeni yeni görmeye başladığımız Dekonstrüktivizm’den etkilenmiş, kendi düşünce ve dilimizi kurmaya çalışan taze mimarlardık.
O zamanın 22×22 kare formatındaki 72 sayfalık YAPI Dergisi sergiye 15 sayfa ayırmış, heyecanımıza ortak olmuştu. Beni en çok güldüren ise daha sonra şu an yazarını hatırlayamadığım, Türkiye’deki mimarları -izm’lere göre etiketleyerek sıralayan bir makalede, sergideki diploma projem ile adımın Dekonstrüktivist mimarlar listesinde olmasıdır.
Sonrasında çeşitli vesileler ile YAPI Dergisi’ne yazar olarak katkılarda bulundum, hatta editörleri ile güzel arkadaşlıklar kurdum. Sanırım YAPI Dergisi’nin en sevdiğim yanı bu açıklığı ve yazarları ile kurduğu insani ilişkileridir.
Böylesine köklü ve birikime olan bir yayından daha fazla ne beklenir diye düşündüğümde, naçizane fikrim şu olurdu. Senede birkaç defa monografi ve tematik konular üzerinden kitap/dergi diyebileceğim formatta yayın yapsa ve bunları kütüphanelerimize koysak ne güzel olurdu.
Tekrar nice senelere YAPI Dergisi…

Halil İbrahim Düzenli, Doç. Dr.

Samsun Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Mimarlık Bölümü

Dile kolay, müthiş bir disiplin ve sebat ile 50 yıldır basılan, son 50 yılın şahidi bir mimarlık dergisi. 488. sayısı elinizde. YAPI’yı anlatmak için başka söze ne hacet? Yayıncılığın, basılı yayıncılığın, hele mimarlık yayıncılığının zor zamanlarını yaşadığımız bu günlerde bir dua niyetiyle: “Nice yıllara YAPI!”
Aşağıdaki ifadelerim bir küçük YAPI hikayesinden, mimarların “mimarlıklar”ından ve Türkiye mimarlık ortamına dair ufak bir serzenişten ibaret.
Mimarlık alanında ilk makalem 2002 yılında YAPI Dergisi’nin 252. sayısında yayınlandı. Mimarlık lisans hocam, yüksek lisans ve doktora danışmanım Prof. Dr. Şengül Öymen Gür ile ortak makalemiz “Kent Makyajı” başlığını taşıyordu. 2001 yılında araştırma görevlisi olmuştum. Kendisinden çok şey öğrendiğim Şengül Hocam, “hadi bakalım bir giriş yapalım alana” demişti. Onun zihninde, bir anlamda, “mimarlık akademyasına hoş geldin çocuk” yazısı idi. Bir alıştırmaydı. Bu “hoş geldin”in zemini ise YAPI Dergisi idi. Metni Şengül Hoca yazmıştı, ben yapıların bazılarıyla ilgili Hoca’ya daha önce bir yüksek lisans dersi ödevi sunmuş, bu yazı için ise yapılar seçip görselleri toplamıştım. Benimki mütevazı bir katkı sayılabilirdi. Fakat görsel seçmek ve Hoca’nın yazısını bu görseller eşliğinde okumak başlı başına bir eğitimdi. Dolayısıyla derginin bendeki en silinmez izi bu idi: 23 yaşında bir genç, o yıl 29 yaşında olan bir dergide ilk yayınını yapıyordu. Lisans ve yüksek lisans yıllarımda, aynı zamanda, Hoca’nın YAPI’da yayınlanan mimari eleştiri yazılarını okuyordum. Hoca hem kendi teorik yaklaşımını serimleyen, mimarlık eleştirisi üzerine yazılar yazıyor, hem de müstakil yapı eleştirileri yapıyordu. Şevki Vanlı’nın Erkeksu Çiftliği’ni, Hayzuran ve Doğan Hasol’un Hasol Evi’ni o yazılardan tanımıştım.


21 sene önceki “Kent Makyajı” yazısında, 30 milyon dolardan 700 milyon dolara kadar değişen bütçeleriyle 2000’lerin başında yapımı devam eden ya da yapımına karar verilen 17 sanat müzesi ve 13 mimar/mimarlık ofisi konu ediliyordu. Zaha Hadid’den Santiago Calatrava’ya, Herzog & de Meuron’dan Rem Koolhaas’a, Norman Foster’dan Renzo Piano’ya, Daniel Libeskind’den Tadao Ando’ya, Arata Isozaki’den Frank Gehry’ye, Rafael Moneo’dan Yoshio Taniguchi’ye ve Atheneum’a… Şengül Hoca yazının başköşesine “ur-criterion / maksimum hayatiyet / yaşam ölçütü” eleştiri kriterini oturtmuştu. “Laik toplumlara yeni tapınaklar oluşturma” amacı da güden bu girişimlerle ilgili yazının sonu şöyleydi: “İşte! Amerika, palimpsestin olmadığı yer, sıradan kimliğe sahip kentlerine son onlu yılların tabloid mimarları aracılığıyla makyaj yapmayı deniyor. Profesyonel, pahalı, lokal, tüketimi kışkırtıcı kent makyajı… Bakalım, yaşam ölçütü sınavını geçmeyi başarabilecekler mi?”


Bu sınavı geçtiler mi, bilemiyorum ama bugün durduğum noktadan bakarak mimarlığa, bazı mimarlara ve mimarlıklarına dair bir yazımı 2021 yılında yine YAPI’da, 469. sayısında, bu kez tek yazarlı ve 42 yaşında bir akademisyen olarak, “Mimarlıkta Zaman, Mekan, Madde ve Eski-Yeni Güzergahlar” başlığıyla yayınladım. Aldo van Eyck, Sigurd Lewerentz, Louis I. Kahn, Turgut Cansever, Carlo Scarpa, Alvaro Siza, Glenn Murcutt, Geoffrey Bawa, Kerry Hill, Hasan Fethi, Charles Correa’nın “zamansız” mimarlık arayışlarını konu etmiştim. Bu yazıyı şöyle bitirmiştim: “Jameson’un tespitleriyle “enformasyon teknolojileri” ve “kapitalizmin yeni evreleri” ilerledikçe zaman-mekan arasındaki gerilimli ilişki, deyim yerindeyse savaş hali daha da belirgin hale gelecektir. Mimarlığın kadim meseleleri olan mekan-zaman-madde ise, gerilimli ilişki arttıkça daha çok önem kazanacaktır. Yeni dijital süreçler geliştikçe mimarlığın “kadim” mecraları güç kaybetmek yerine daha güçlü bir şekilde gündeme gelecektir. İnsana, mekana, zamana dair sorgulamalar artacak gibi görünmektedir. “Yeni” olan, “kadim” olanı sürekli kılacaktır.”
Sanırım ben ikinci grup mimarlardan yanayım.


Şevki Vanlı, “Kent Makyajı” yazısından kalkarak YAPI’nın 254. sayısında müzeler üzerine “Saldırgan Müze Yapıları ve Kuşkularım” başlığını taşıyan bir yazı yayınladı. Şöyle diyordu: “Sayın Şengül Öymen Gür’ün, YAPI 252’deki “Kent Makyajı” başlıklı yazısı ve fotoğrafları, çeyrek yüzyıldır taşıdığım duygularımı ateşledi.”
21 yıl önce, genç bir asistan olarak mutluluk verici bir şeye daha şahit olmuştum. Yazılar ve yazarlar dünyanın mimarlık birikimi üzerinden birbiriyle konuşuyordu. Bir YAPI okuru olarak, maalesef son yıllarda giderek azalan bu konuşma biçimini, YAPI sayfalarında daha çok görmek isterim.
Mimari eleştiri bağlamında çoraklaşan bir iklimin içerisindeyiz. Ülkede dergiler çıkıyor, yapılar çoğalıyor ama maalesef mimari yapılar üzerine eleştiri metinleri o oranda artmıyor. Hatta neredeyse yazılmıyor. İnşa ediyoruz ama konuşamıyoruz. “Binalar konuşunca mimarlar susar” diyordu Uğur Tanyeli. Bir de sanırım şöyle oluyor: “Dergiler çoğalınca yazılar azalır!”
1996 yılında mimarlık lisans eğitimine ve YAPI Dergisi’ni okumaya başladım. Yüksek lisans yıllarında abone oldum. Arşiv ve koleksiyon merakımdan dolayı sahaflardan eski sayılarını topladım. Eksiksiz bir koleksiyonum yok ama yaklaşık 300 sayısına sahibim. Trabzon’da Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde, İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde akademisyen olarak çalıştım. Halen Samsun Üniversitesi’nde çalışıyorum. 23 senede 4 şehir değiştirdim.

Kütüphanemdeki YAPI dergileri Trabzon’dan Mardin’e, Mardin’den İstanbul’a, oradan Samsun’a her taşınma öncesi özenle kolilenerek seyahat etti. Hiçbir sayı geride bırakılmadı, her şehirde yenileri eklendi. Şimdi ise Samsun Üniversitesi Tasarım, Mimarlık ve Şehir Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin raflarındalar. Bir yıl önce, lisans öğrencilerinden oluşan “Düşün-ce” topluluğu tarafından her bir sayıya dokunuldu, içlerinden seçme metinler okunmak üzere yıllara göre tasnifleri yapıldı. Benim için büyük bahtiyarlık. 27 senelik arşivim 17 yaşındaki gençlerin elinden geçti ve onlara mimarlık nosyonu kazandırmak için bir aracı işlevi görüyor. YAPI’nın yüzlerce okuru ve arşivcisi arasından birinin hikayesi böyle. Kim bilir başka ne hikayeler vardır…
Başlıkla bitirelim: YAPI birikir, mimarlıklar çoğalır, yazılar azalır!

Hasan Çalışlar, Mimar

Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutlarken, cumhuriyetin mimarlığı da siyasi tarihimize paralel olarak değerlendirilebilir.
Yeni bir ulus ve kimlik inşası hareketi olarak değerlendirebileceğimiz cumhuriyet, iletişim aracı olarak mimarlığı da etkin bir mecra olarak kullanmıştır.
Emekleme döneminde Birinci Milli Mimari akımı ile başlayan kimlik arayışı, yabancı mimarların Türkiye’ye gelmesi, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (GSDA) ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nin (İTÜ) çağdaş mimarlık eğitimi vermeye başlaması ve erken kuşak, modern Türk mimarların yetişmesiyle çağa uygun olarak değişim gösterir. Her dönem kendi aktörlerini yaratır.
Ankara’nın çağdaş bir başkent olarak planlanması ve ihtiyaç duyulan yeni yapıların siparişi ile Erken Dönem Cumhuriyet mimarlığı olarak adlandırdığımız miras ortaya çıkar.
Siyasetteki değişimler, mimarlık akımları ve düşüncesinde olduğu gibi ekonomik hayatta da çalkantılar yaratınca, malzemelerin ithalatı ve bulunabilirliği de etkilenir. Yerli yapı malzemesi sektörünün kurulması yapı sektörüne de etki eder. Darbeler, buhranlar, sosyal patlamalar farkında olmadan mimarlık tarihimize damgasını vurur. Ankara, etkin işveren olma yönünü 80’lere kadar sürdürür.
Büyük kente göç furyası, hızlı konut ihtiyacına ekonomik çözümler bulunamaması, gecekondu ve yap-sat gibi alternatif yapı üretimleri ülkenin fiziki çevresini mimarsız mimarlıklarla doldurur. Pogrom ve deportasyonlarla gerçek sahiplerinin büyük kısmını kaybeden İstanbul, iki büyük göç furyasıyla hem tarihi kimliğine hem de hafızasına darbeler alır.

1980 sonrası ekonomik değişim ve yeni bir işveren modelinin ortaya çıkması ile çeşitlilik başlar.
YAPI Dergisi bu macerayı çok yakından ve kesintisiz biçimde, 1973’ten bugüne takip ediyor, tanıklık yapıp belgeliyor ve önemli bir arşiv oluşturuyor. Yalnızca mimarlığın değil tüm yapı endüstrisinin paralel olarak gelişim serüvenini görebileceğimiz eşsiz bir kaynak. Reklamları bile bugün sektör için bir araştırma konusu olabilecek veriyi sağlayabilir.

Öğrenciliğe başladığım 1987 yılından beri hiç aksatmadan takip ettiğim YAPI Dergisi, sahip olduğum mesleki birikimin oluşmasına önemli bir katkı sağladı. Bülent (Özer) Bey ve Doğan (Hasol) abinin yazıları, kent ve şehircilik konularına dikkat çektikleri hususlar ve yarattıkları gündem eğitimimin bir parçası olmuştur. Özellikle 90’lı yılların başında koruma konusunda YAPI Dergisi’nin uzun yıllar gösterdiği hassasiyet ve duruş, bu ülke için kıymetli bir aydınlanma yaratmıştır.
YAPI Dergisi’ni Yapı-Endüstri Merkezi’nden ayrı düşünemem. Harbiye Cumhuriyet Caddesi’ndeki YEM’in perşembe günleri tertip ettiği “Mimarlar Konuşuyor” adlı bir seri sayesinde her perşembe okul çıkışı o zamanlar bana büyük gözüken YEM salonuna gider, artık çoğu aramızda olmayan; Kemali Söylemezoğlu, Kemal Ahmet Aru, Hayati Tabanlıoğlu, Turgut Cansever, Vedat Dalokay, Şevki Vanlı gibi mimarları ya da Doğan Tekeli ve Doğan Hasol‘un katıldığı panelleri dinlerdik. Son derece eğitici olurdu.
Yıllar sonra bu salonda, Kerem ile birlikte bir konuşma yapma şansım olunca aslında salonun o kadar da büyük olmadığını fark ettiğimi hatırlıyorum.
Türkiye’de Arkitekt ile başlayan mimarlık yayıncılığında YAPI Dergisi elbette en önemli rollerden birini üstlenmiştir. Hem sektörel ilişkileri hem akademi ile olan yakınlığını doğru bir dengede götürmüş, aktüel olmayı başarırken ciddiyetinden de taviz vermemiştir. Bu mecraya iddialı giren pek çok dergi belli bir süre sonra yok olurken, YAPI Dergisi sürekliliği korumayı başarmıştır.

Artık yayıncılık dijital platformlarda yapılıyor. Okuyucular, özellikle genç kuşak, konsantrasyon süresi konusunda sıkıntılı. Instagram, Twitter gibi sosyal medya mecraları mimarlık yayınında çok aktif. Dünyanın gitgide artan hızına, ayda bir dergi beklemek pek uymuyor. YAPI’nın da bu platformları daha aktif ve profesyonel kullanmasını bekliyorum. Değişimin kaçınılmaz olduğu dünyada ancak değişebilenler ayakta kalabiliyor ve sürdürülebilirlik ancak bu şekilde mümkün.

Nice yarım yüzyıllara…

Hasan ÖZBAY, Y. Mimar

Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde ülkede yaşamın her alanı ciddi bir yoksunluk içindeydi. Yetişmiş insan yoktu veya çok azdı. Mimarlık ortamındaki durum da bundan farklı değildi. Başta Ankara olmak üzere kentleri ayağa kaldırmak isteyen ülkenin kurucusu Kemal Atatürk, eldeki mimarlarla yola çıktı. Dönemin mimarları kentteki önemi yapıları projelendirmeye başladılar. Ortaya çıkan Osmanlı geleneğindeki yapılar genç cumhuriyetin devrimci ruhu ile uyuşmuyordu. Ülkeye yabancı mimarlar çağırıldı ve eğitim hayatından başlayarak modernizmin ilk adımları atılmaya başlandı. Cumhuriyet yönetimi önemli kamu yapılarını yarışma ile elde etmeyi kendisine ilke edindi. Genç mimarlar da bu ortamı değerlendirerek cumhuriyet yönetimi ile beraber davrandılar. İller Bankası, Sergi Evi gibi yapılar bu ortamda ortaya çıktı. Bruno Taut gibi öncü bir insan da bu topraklara bağlandı.

İller Bankası

İller Bankası

Devrim ruhu, zamanla gevşemekle birlikte, yöntemleri uzun yıllar sürdü. Eğitimin kalitesi korunmaya çalışıldı, yarışma geleneği devam etti. Elbette her şey güllük gülistanlık değildi, sorunlar vardı ve bu sorunlara tartışılarak çare aranırdı. 21. yüzyılın başına kadar böyle sürdü.
2000’li yıllardan itibaren ülkedeki yönetim anlayışı tümüyle değişti. 80’lerdeki askeri darbe ve sonrasındaki yönetim anlayışı ile başlayan çözülme hızla devam etti. Yeni iktidar cumhuriyetin kurucu ilkelerine karşı savaş açtı ve bu savaşın önemli bir cephesini de mimarlık üzerinden yürütmeye başladı. “Selçuklu- Osmanlı” diye mimarlık kültürü biçim taklidine indirgendi. Bu arada Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan yapılar da yıkılmaya başladı. İller Bankası’nın yıkımı bu saldırının doruk noktası oldu. Ülkenin son derecede nitelikli, ilk modernist yapısı, hukuk, kamuoyu uyarıları, geçmişe saygı gibi kavramlar bir kenara bırakılarak hınçla yıkıldı. Artık yeni Türkiye’de hiçbir şey aynı olmayacaktı ve olmuyor da.

Yıkıntılar üzerinde dönemin Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı M. Gökçek

Yıkıntılar üzerinde dönemin Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı M. Gökçek

Mimarlık eğitimine başladığımda ülkede çıkan mimarlık dergilerini almaya ve abone olmaya başladım. Zeki Sayar’ın yayınladığı “Arkitekt”, Mimarlar Odası yayını “Mimarlık” ve Yapı Merkezi’nin yayınladığı “YAPI” bu dönemde alıp okuduğum dergiler oldu. Arkitekt 1980 sonrası devam etmedi. “Mimarlık” dergisi Oda yayını olarak sürdü, sürüyor, ancak değişen Oda politikalarına bağlı olarak içeriği de sürekli değişiyor.

Yapı dergisinin ilk günden itibaren içeriğini özenle koruyan bir yayın olarak günümüze gelmesini çok önemsiyorum. Günümüzdeki basılı yayın yapmanın zorluklarını da ekleyerek.

Kütüphanemde YAPI Dergisi’nin ilk sayısı en üst köşede yer alıyor. İlk yıllar ciltletiyordum. Artık ciltletmiyorum. Arada eksik sayılar olsa da YAPI en önemli başvuru kaynaklarımdan biri oldu. Ülke mimarlığını belgeleyen bir kaynak olarak da bu nedenle benim için önemi çok.
İlk kazandığımız açık yarışma olan Gaziosmanpaşa Hükümet Konağı (İstanbul) tamamlandıktan sonra YAPI’da yayınlanmıştı. Hükümet Konağı birkaç yıl önce yıkılmış ve yerine “Selçuklu- Osmanlı” görünümlü yeni bir bina kondurulmuş. İnternette yapıyı aratınca karşınıza o garip şey çıkıyor. Artık elimizdeki tek kaynak, Yapı’da yayınlanan sayfalardaki çizim ve resimler. Hafıza unutuyor, ama yayın unutmuyor.

Ekonomik koşulla her şeyden çok yayın dünyasını etkiledi. Kitlesi sınırlı olan dergiler dışındaki popüler yayınlar bile bu süreçten etkilendiler ve yayın hayatlarını ya sürdüremediler ya da başka biçimde sürdürmeye çalışıyorlar. Basılı yayını bırakıp, internet ortamında yayıncılık yapmak da bu sürdürme biçiminin başında geliyor.

YAPI bu sürece direnerek basılı yayını sürdüren çok az yayından biri oldu. Yayıncılık ortamıyla ilişkisini sürdüren bir kişi olarak, bu çabayı çok değerli ve önemli buluyorum.

Benim yaş grubum basılı yayını alan ve okuyan son kuşak. Dergiyi ele alıp, sayfalarına dokunmak benim için önemli. Ancak genç kuşakların basılı yayından çok, sayısal ortamı kullandıkları da başka bir gerçek. Bu durum her yayını etkiliyor. Bazı yayıncılar hem basılı hem de internet ortamını kullanırken, kimi yayıncılar basılı ortamı tümüyle terk ettiler. Gelecek ise ne yazık ki internet ortamı olacak gibi görünüyor.

Ancak internet bir anlamda da sanal bir ortam. Bazı içeriklere zaman içinde ulaşılamıyor, bilgi kayboluyor.
Sorunlarına karşın, internet yayıncılığı başka olanaklar da sağlıyor. Basılı bir yayındaki söyleşiyi, canlı olarak da paylaşmak, bunun bir örneği. Sayfa sayısı sınırlamasının olmaması da başka bir avantajı. Bu içeriğin zenginleşmesine de olanak sağlamakta. İnteraktif bir yayın olması da ayrı bir potansiyel yaratıyor.

YAPI Dergisi’nin tüm bu süreçlere ayak uydurarak daha uzun yıllar yaşayacağına bir okur ve bu maceranın bir tanığı olarak inanıyorum.

Hayzuran Hasol, Y. Müh. (Mimar)

HAS Mimarlık

20. yüzyıl başında Türkiye’de Ulusalcı Mimarlık akımları dikkat çekmekteyken; cumhuriyetin ilanıyla başlayan, devrimlerin heyecanı mimarlıkta da yankı bulmakta gecikmemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, yetişmiş mimar sayısının ihtiyacın çok altında olması, diğer yandan genç devletin heyecanı, yatırımları, başarıları ve ileriye dönük olanakları izleyen Alman mimarların ilgisini çekerek Türkiye’ye gelmelerini sağlamıştır. Bunun sonucunda başta Ankara olmak üzere kentleşme için ilk adımı oluşturan imar planları hazırlanarak uygulamaya geçilmiştir. Bu dönem yapılarında Orta-Avrupa mimarisinin, daha sonraki dönemlerde de Bauhaus ekolünün etkileri kamu yapılarında görülmektedir. II. Dünya Savaşı sırasında ve sonralarında ise bizde Ulusalcı Mimarlık arayışları tekrar canlanır. Savaş sonrası bütün Dünya’da oluşan yenilikler, mimarlıkta Modern Mimarlık akımıyla ortaya çıkar.

20. yüzyıl sonlarına doğru Modern Mimarlık’a karşı oluşan Postmodern akımı 21. yüzyıl başında bilişim çağının sağladığı olanaklarla gölgede kalmıştır. Türkiye’de de pek çok örneklerinin uygulandığı bu dönem YAPI Dergisi’nin yayına başladığı yıllara rastlar. Sonrasını YAPI Dergisi’nden izlemek mümkün.

Yayın hayatının 50. yılına giren YAPI Dergisi, bu 50 yılda iki farklı çağ yaşamış bulunuyor. Dünya yaklaşık 100 yıl süren sanayi çağını 20. yüzyılda bırakıp; 21. yüzyıla bilişim çağının hızla gelişen olanaklarıyla girmiştir. Zaman ve mekan boyut değiştirip, ulaşım-iletişim olanakları artmış, topluluklar küreselleşmeye, iklimler değişmeye başlarken, doğaya, ekolojiye saygı önem kazanmış, önceliklerin başına geçmiştir. Bilişim çağının tasarım, üretim ve uygulamaya getirdiği serbestlik, çalışan mimarların özellikle doğayı örnekleyerek yaptıkları araştırmalar ve yenilikler süregelmektedir.

YAPI Dergisi, yayımladığı bilgiler ve uygulamalarla hem Türkiye’deki mimarlık ortamını yansıtmayı hem de mimarlıktaki uluslararası gelişmeyi aktarmayı görev edinmiştir. Dergi, yerli ve yabancı düşünür ve araştırmacı mimarların çalışmaları ve uygulamalarının bir kısmını okurlarına sunmuştur.

YAPI Dergisi meslek hayatımın 50 yılını ortak yaşadığım dostumdur. Öğrencilik yıllarında çizim malzemelerini bulmakta çektiğimiz sıkıntılardan çok, yayın organları özlemini çekiyorduk. Arkitekt Dergisi, sonraları Mimarlar Odası yayınları ve kısa süreli yayın hayatı olan başarılı birkaç dergi dışında bilgi sağlayacak desteğimiz yoktu.

Bugün ise satışta olan popülist yayınlar toplumu doğru bilgilendirmekten uzak. Topluma mimarlığı tanıtmak, benimsetmek, sahiplenilmesini sağlamak yayıncılığın görevi olmalı.

Kerem Erginoğlu, Mimar

Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanını takip eden ilk 20 yılın Türkiye’de farklı alanlarda ve tabii mimaride de modernleşme sürecini anlatan zamanlar olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyetin verdiği ivmeyle yapılan yeni şehir planlamaları, yurt dışından gelen iyi mimarlar ve plancılar, eğitimde bazı dönemler başarılı sonuçlar veren çalışmalar mevcut. Özellikle Atatürk’ün Ankara’nın planlanması ve ulusal mimarinin yerleşmesi için gösterdiği çabalar, bugün baktığımızda bile son derece kimlikli yapıların ortaya çıkmasına olanak sağlamış.

2. Dünya Savaşı tekrar milliyetçilik akımlarının ön plana çıktığı 50’li yıllara kadar 2. Ulusal mimarlık dönemi diye adlandırılan, biraz da totaliter bir mimariyi izlemek mümkün. Daha sonra Demokrat Parti döneminde sermayenin özel sektöre doğru kayması, daha zengin yapıların ortaya çıkması, buna zıt olarak eskiyi (tarihi olanı) yok etme yılları, 6-7 Eylül 1955’te ülkedeki kültürel zenginliğin yok edilmesi. Darbeler dönemi, 60’lı 70’li yılların modernist yaklaşımları, ekonomik zorluklar, ambargolar, enerji krizi.
80 sonrası Özal döneminde serbest ticaret, malzeme çeşitliliği; 1999 depremi sonrası kırılma; 2000’ler sonrası sözde tarihçilik, sivil mimariye bakıldığında vasat kültürün egemen olması.
Yeni malzemeler, teknolojilerin farklılaşması, yapım sistemleri, yerel malzeme kullanımının öneminin artması ve çevresel faktörler dışında, kentleşme, göç ve coğrafi etkenler de mimarideki değişimin nedenleri olarak öne çıkan faktörlerdi. Yurt dışından bir şekilde devşirilmeye çalışılan akımlar ve farklı eğitim ekolleri maalesef özgün bir dil oluşturmamız için yeterli olamamış ve iyi niyetli çabaların büyük bir kısmı sonuca ulaşmamıştır. Genç bir cumhuriyetin kısıtlı imkanları, savaşlar ve doğal afetler de bu konuda net adımlar atılması ve yeterli kaynak ayrılmasını imkansız hale getirmiştir.
Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinde, biz de ofisimizin 30’uncu yılını kutluyoruz. Mesleğe atıldığımız yıllardan bu yana, mimarlık ve yapı alanındaki birçok gelişmeye tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Maalesef plansızlık ve kısa vadeli kazanç hırsının insan hayatına mal olduğunu, yaşadığımız felaketlerle defalarca sınandığımız zamanları da birden çok defa yaşamak zorunda kaldık. Sadece mimari ve yapı alanında değil her alanda plansızlık, kültürsüzlük ve vizyonsuzluğun kötü etkilerini yaşadığımızı düşünüyorum.

Türkiye’de bir derginin 50 yıldan fazladır yayında olması zaten başlı başına bir başarıdır. Başka bir konu içeriği olsa da bu kadar uzun süre hayatta kalmış başka bir Türk dergisi var mıdır? Bununla birlikte YAPI Dergisi içeriğini sürekli olarak güncel tutmuş, kendini yenilemiş mesleğin önde gelenlerinin görüşlerini dergide aktarmasını sağlatmış, akademisyenler için de önemli bir mecra olmuştur.
Geriye dönüp bakıldığında Türk mimarlığıyla, Türk inşaat sektörüyle ilgili araştırma yapacak bir kişinin elinde cumhuriyetin son 50 yılına dair çok ciddi ve değerli bir kaynaktır YAPI Dergisi.

YAPI Dergisi ile ilk tanışma üniversiteye başladığım yıllarda oldu. Değerli hocamız Prof. Bülent Özer bize bu dergiyi takip etmemizi önermişti. O yıllarda zaten çok kısıtlı sayıda yerli mimarlık yayını vardı. Derginin her yazıyı tek tek okur her resmini ayrı ayrı incelerdim.

1986 yılından bu yana okuyucusu olduğum bu dergi, o yıllarda Yapı Endüstri Merkezi’nin yayın organıydı. YAPI Dergisi’nde yayınlanan ilk projemiz ise 1995 yılındaki Ağaçkakan Binası olmuştu. O günkü heyecanımız ve sevincimizi dün gibi hatırlıyorum.

Harbiye’deki merkezde fiziki olarak yapı malzemelerini incelemek, etkinliklere katılmak mümkündü. Turgut Cansever’in bir konuşmasını dinlemek için gittiğimi ve son sıralardan kendisine biraz da densizce bir soru yönelttiğimi ve en ön sırada oturan Cengiz Bektaş’ın 180 derece dönüp “Kim bu ukala?” diye baktığı an hala gözümün önündedir.

Mimarlık yayıncılığı sadece Türkiye’de değil dünyada yeniden kurgulanıyor. Dijitale geçiş, yayınlara kolay ulaşım imkanı sağlarken, ürün çokluğu kafa karıştırıp bir kirlilik de yaratıyor. Yeni nesil meslektaşlarımızın elektronik ortamda bu yayınları takip ettiklerini izliyorum.
Bu vesile ile YAPI Dergisi’ni kuran çok değerli büyüğümüz Doğan Hasol’u sevgiyle selamlıyor, bu kıymetli yayını kendisinden devralan Yasemin Şener ve ekibini düzeyli yayın kalitesinden dolayı kutluyorum.

Lale Özgenel, Prof. Dr.

ODTÜ Mimarlık Fakültesi

Türkiye’nin mimarlık ortamında 20. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak hakimiyetini artıran çoğulculuk, farklı yaklaşımların nitelikli ürünlerini vermek yerine kentler ve yapıların kimliksizleşmesine yol açan bir kakofoniyi ve “kitsch”lik halini yerleşik kıldı. Küreselleşme ve teknolojik ivmelenmenin miladı olan 1980’lerle birlikte kentleşme ve mimarlık Türkiye’de de nitelikten ziyade nicelik ve ölçek konularına indirgendi. Önceki dönemin yap-satçı üretim modeli sönümlendi, 1990’larla birlikte büyük sermaye sahibi inşaat ve yatırım şirketlerinin proje geliştirdiği ve yüklenici rolü üstlendiği, özel sektörün de işveren olarak öne çıktığı bir model yayıldı. 21. yüzyılın ilk çeyreği neredeyse tamamlandı. Yatırım projeleri bir yandan kentleri, belli bir düzeyde ve belli bir kesim için geliştirmeye, öte yandan çehresini tekdüzeleştirmeye, çevresel varlığını tüketmeye ve anonimleştirmeye hızla devam ediyor. Şüphesiz, yapı teknolojisi ve dijital evrenin tasarım ve uygulamada sağladığı neredeyse sınırsız olanaklarla özgün, çağcıl, inovatif, çevreci, hatta fütüristik yapıların sayısı da artıyor. İklim ve enerji krizi karşısında, ekolojik ve çevresel tahribata duyarlı mimarlık, henüz butik uygulamalar düzeyinde olsa da Türkiye’de de bir gündem oluşturuyor. Ancak, bu anaforik ortamda iyi mimarlık örnekleri, büyük oranda, kontrolsüz büyüyen kimliksiz kent dokuları içinde tekil uygulamalar olarak kalıyor. Serbest meslek pratiği, yerel yönetimler ya da devlet tarafından yürütülen, yurtdışında pek çok olumlu örneği olan büyük ölçekli kıyı ve kentsel doku dönüşümlerinde nadiren ve kısıtlı bir kapasitede yer alıyor ve kentsel kimliklerin onarımına yeterince katkı veremiyor.

Sonuç olarak, geride kalan yüzyılın kırılma noktaları, ortaklıklar çıksa da her disiplin özelinde farklı tanımlanabilir. Mimarlık açısından bakıldığında 2000’lerle birlikte pratiğe ve eğitime sirayet eden dijitalleşmeyle başlayan yeni tasarım çağında, Türkiye’de uluslararası çağdaş mimarlık ortamındaki üretimlerle kıyaslanabilecek tasarım gücüne ve inşai niteliklere sahip yapılar üretildiği izleniyor. Gelinen noktada, Türk mimarlar yurtdışında, yabancı mimarlar Türkiye’de proje yapıyor, ofis açıyor. Mimarlar Odası’nın Ulusal Ödül Programı kapsamında derlenen seçkilerden nitelikli mimarlık örneklerinin Türkiye genelindeki panoraması açıkça izlenebiliyor. Teknoloji-egemen bu dönemde değişmeyen bir şey varsa o da çağdaş ve yerel arasındaki çatışma. Cumhuriyetin ilk birkaç on yılında mimarlık ortamında bir “yabancı” sorunsalı vardı, yüzyıl sonunda ise “yerli” sorunsalı. Tasarımı, biçimsel öykünme, şekilsel gönderme ve yüzey uygulamalarına indirgeyen bir mimarlık üretimi olarak bu yapay yerlilik kimi mimarlar ve yatırımcı işverenleri tarafından AI çağında hala makbul bir yaklaşım. Bu tür bir mimarlığın icrası da ironik bir şekilde, kimi zaman en yeni malzemeler ve yapısal sistemlerle yapılıyor. Oysa bunun tam tersi yaklaşımların en güzel örnekleri çoktan verildi. Modernist düşünceyi, yerel bağlamın özgün referansları ve yeni malzemelerle harmanlayarak geliştiren, çevre, malzeme, mekan ve kurgu açısından yeni anlamlar ekleyen, bu anlamda hem modern ve yerel hem de çağdaş yorumlar için en azından Turgut Cansever’in çağdaş ve yereli uzlaştıran mimarlığını, Çinicilerin Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kampüsü’ndeki binalarda yakaladığı zamansız çağdaşlığı (1962-1980), Ayhan Böke ve Yılmaz Sargın’ın gücünü malzeme ve formdan alan Ankara İş Bankası Genel Müdürlüğü kulesinin (1977) ikonik varlığını hatırlamak gerek. Ez cümle, Türkiye’de mimarlığın son yüzyılı homojen ve tek bir perspektifle kadrajlanabilecek dinginlikte seyretmedi. Yaklaşımlar, yorumlar ve örnekler olumlu ve olumsuz örnekler ekseninde, içselleştirilenler ve dışlananlar üzerinden değerlendirilmeli. Sevindirici olan ise, mimarlığın kapsama alanına giren her tür bilginin, dijital platformların egemen dünyasına inat, mimarlık medyası aracılığıyla erişilebilir bir birikim oluşturmaya devam etmesi.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir avuç mimarın çıkardığı “Arkitekt” ve “Mimar” gibi mesleki dergiler meslek pratiğinin ve örgütlenmesinin dinamikleri, yarışmalar, Türkiye’de ve dünyada uygulama projeleri, yasalar ve mevzuatlar, malzeme ve detay, gündem eleştirisi, mimarlık tarihi ve koruma ve çeşitli kültürel etkinlikler hakkında mimarlık camiası ve ilgili devlet kurumlarının yönetici kadrolarını bilgilendirdiler, gündemin nabzını tuttular, bir dayanışma, haber ve iletişim ortamı oluşturdular. YAPI Dergisi süreli mimarlık medyasının kısmen buharlaştığı bir dönemin ardından benzer bir misyonla girdi mimarlık ortamına. Dergi, şüphesiz ki ilk çıktığı 1973 yılından bu yana Türkiye’de çağdaş mimarlığın gelişimine ve mimarlık tarih yazımına tanıklık ediyor. Daha da önemlisi çok katmanlı bir arşiv derliyor. Her sayı, bir anlamda, bir palimpsest gibi yeni bir katmanı, önceki sayılar ise izlerin sürülebildiği eski katmanları temsil ediyor. YAPI, ulusal ve uluslararası mimarlık dünyasının kapsadığı her boyutun son 50 yılına ait izleri ve gelişmeleri birbirine geçirgen katmanlar halinde biriktiren; günceli tutan, yerelden haberdar eden, kent-kır-yapı-mekan-detay ölçeklerinde kuram-yapım-eleştiri-tarih-koruma gibi bağlamlardan bilgi aktaran bir belgelik oluşturuyor. Zamansal uzamı ve içerik kürasyonu açısından sürdürülebilir, ekseni güncel, muhteviyatı akademik bir süreli yayın olarak YAPI Dergisi’ni bir mimarlık ajandası olarak öğrencilik yıllarımdan beri takip ediyorum. Süreksizliğin normalleştiği, markalar, kurumlar ve geleneklerin kolayca tarih olduğu Türkiye’de YAPI Dergisi’nin ikinci 50 yılında da sürdürülebilir bir süreli yayın olarak günceli aktarmaya devam etmesini diliyorum.

Mehmet Soylu, Yüksek Mimar

Uz Mimarlık Atölyesi

Mimarlık ve mimarın gelişimi için sistem kurulamadığı sürece, zamanında olduğu gibi Hitler, Stalin vb. kişilerin dünya görüşleri ve ideolojilerinin güdümünde kalacaktır. Bugün de ülkemizde yaşananların bunlara benzer düzenin devamı olduğunu düşünüyorum. Özellikle 2007 yılından itibaren devletin proje ve bina elde etme yönteminde önemli değişikliKler yapıldı. O yıllara kadar tüm kamu kurumlarının projelerini ve binalarını gerek yarışma, gerekse ihale yolu ile elde eden Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, pasifleştirilerek, deneyimli kadrolar kaybedildi ve devletin her kurumu kendi başına davranmaya, proje elde etme ve proje kontrol yöntemlerinde keyfilik ve ideolojik tutumları ön plana çıkmaya başladı. Tüm bunların sonucunda da özellikle 2016 yılından itibaren cumhuriyet dönemini temsil eden modern mimarlık yapıları çeşitli sudan gerekçelerle, hem de kentsel hafızayı da silercesine bir bir yıktırılmaya başlandı. 2007 öncesi mimarlığın sorunlarının ele alınışı bakımından da çok iyi değildi elbette. Ama yılların birikimiyle ekonomik faktörler ve yapım sırasında müteahhitlerden kaynaklı detay sorunlarından dolayı oluşmuş belirli kalıplarla mimarlığın özgürlüğünün önüne çekilmiş setler vardı. Ancak çok sık olmasa da senede 12-15 mimari proje yarışması merkezi yönetim tarafından açılmaktaydı.
Mesleğin ve meslektaşın gelişimi için meslek yasası yasalaşmalı ve mesleğin etki alanı, projelerin elde ediliş yöntemi, mimarın yetki ve sorumlulukları tanımlanmalıdır. Yasal dayanak olmaz ise mimar da mimarlık da güçlü olamaz ve itibar kaybetmeye de devam eder. Bu konuda meslek örgütleri hem merkezi yönetim hem de TBMM’de temsil yetkisi olan siyasi partiler ile diyalog içinde olmalıdır.
Projelerin fiyat bazlı rekabet ile değil, çok sayıda tasarım arasında oluşacak rekabet yolu ile kısacası yarışmalar ile elde edilmesi gerekir. Bu çoklu ortam çok farklı deneyim seviyelerindeki ve farklı kuşaklardaki mimarlar ile mimarlık öğrencilerinin bir arada olması güçlü etkileşimi de beraberinde getirecektir. Bu sistem aracılığıyla tüm tasarım ürünleri görünür, ulaşılabilir ve tartılabilir olacaktır. Tüm bunların sonucunda mesleğe, meslektaşının emeğine ve topluma karşı kendini sorumlu hisseden, aidiyet duygusu gelişmiş meslek insanları yetişecektir.

40-45 yıl öncesinde, bildiğim kadarıyla Türkiye‘de ulusal baz da yayımlanan birkaç dergiden birisidir YAPI Dergisi. Bilgiye ulaşımın bugüne göre çok kısıtlı ve zor olduğu, öğrencilik ve mesleğe atıldığım yıllarda çok önemli bir yeri vardı. En fazla ulaşabildiğimiz 3 dergiden (Mimarlar Odası-Mimarlık, Yaprak Kitabevi-Mimar) birisiydi. Günümüzde gençlerin bilgiye ulaşması öylesine kolaylaştı ki, sanki bilginin değeri de azaldı.

Ülkedeki krizlerden ve 2020 yılındaki pandemi sürecinden ülkedeki tüm dergiler önemli derecede etkilendi. Başta ekonomik sıkıntılar nedeniyle sponsor ve reklam kayıpları başladı ve sonucunda dijital yayıncılığa, bazı dergiler ise basılı dergi periyodunu seyrekleştirdiler. Ama yayın tutkusundan vazgeçmediler. Bunu önemsiyorum. Zaten Türkiye’deki proje süreçleri görünür ve paylaşımcı bir ortamda devam etmediği için olan biteni görmek için dergilerin gerek dijital ve gerekse basılı yayımı çok önem kazanıyor.
Türkiye’de mimarlık ve yapı mevzuatının yenilikçi ve sistematik kurgusu geliştirilince mimarlık yayınları da gelişecek ve güçlenecektir. Belki de ülkemizde sadece yarışma projelerini yayımlayan Almanya’daki gibi dergiler olacaktır. Son yıllarda ekonomik krizler sonucu bürolar tarafından yurt dışından takip edilen basılı dergi sayısı ya azaltıldı ya da dijital portallara yönelim oldu. Bu durumda YAPI Dergisi’nin yurt dışından derlediği yapıların okuyucuya ulaşması önem kazanıyor. Son yıllarda gördüğüm kadarı proje ve yapıların daha iyi anlaşılması için çizimlere daha fazla yer verilmesi gerekmektedir.

Nevzat Sayın, Mimar

NSMH

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1946’da çok partili ilk seçimle ve 1950’de kurucu parti olan CHP’nin seçimleri kaybetmesiyle kuruluş ilkeleri bağlamında hep geriye adımlarla ilerledi…! Bu durum bugüne kadar sürdü ve artarak sürüyor… Nerede dönüşüp değişeceğini de bilen yok. Mimarlık da bu durumdan nasibini aldı. İhsan Bilgin’in “Bedelsiz Modernleşme” olarak tanımladığı durumun içinde 1950’lerde kırsal kesimden kentlere doğru giderek artan göçle iki tip insan sahne aldı. Bunlardan biri çok parası olan toprak ağaları, diğeri ise kol gücünden başka hiçbir varlığı olmayan marabalar. Bu iki tür insanın ortak özelliği tarımdan başka bir iş bilmemeleri ve artık tarım yapmıyor olmalarıydı. İnşaat işinde buluştular. Projeler henüz gerçekten mimar ve mühendis olan eğitimliler tarafından hazırlandığı ve DP tarafından estirilen “Amerikalı Rüzgarlar” modern mimarlık örneklerini buralara kadar getirdiği için onlar gibi yapılabildiler. Toprak ağaları “modern semtler”de, marabalar ise gecekondularda yaşıyordu. Bu tutum 60’lara, 70’lere kadar iyi kötü bir şekilde sürdü. 12 Eylül 1980’in kötülüğü ise her yeri sardığı gibi imar, inşaat, yapı, mimarlık, mühendislik, müteahhitlik ve bütün bunların eğitimi ve ehliyeti konularının da canına okudu. Kaçak yapı, imar afları, kent topraklarının spekülatif değer üreten bir metaya dönüşmesi bu kötülüğü katlayarak arttırdı. Genel panorama bu kötülüğün uzantısında, başa çıkılması zor bir belaya dönüşmüş durumda… Bu arada yapılan iyi şeyler yok değil ama çok az ve geliştirici anlamda etkin değil.

Bütün bunlara rağmen olumlu anlamda etkisi olan mimarlar ve mimarlıklar da var. Seyfi Arkan’ın Hariciye Köşkü, Sedad Hakkı Eldem’in İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Altuğ ve Behruz Çinici’nin ODTÜ Kampüsü, Cengiz Bektaş’ın TDK Binası yapıldıkları sırada ve sonrasında her zaman olumlu etkin olan yapılardan ilk aklıma gelenler.

Bütün bu süreci mimarlığın sosyal ve siyasal bağlamını da gündemde tutarak yayınlamak ve kayda geçirmek konusundaki çabalarıyla YAPI Dergisi her zaman önemli bir misyona sahip olmuştur.
Bu coğrafyada ve uzak diyarlarda yapılıp edilenleri çoğu zaman YAPI Dergisi’nde gördük. YAPI ile ayrılmaz bir isim olarak Doğan Hasol 1973’te derginin ilk sayısını yayınladığında, bir sene sonra, 1974’te başlayacağım mimarlık eğitiminden önce güncel mimarlıkla da ilgilenir olmuştum. Dolayısıyla, YAPI ile ilişkim 50 yıldır sürüyor. Sürekliliğin az bulunur bir şey olduğu bu ülkede “sürdürülebilirlik” ekolojik ya da mimari bir kavram olmadan önce “devamlılık” olarak anlaşılsa daha iyi olur. Bu anlayışın Türkiye’deki mimarlık dünyasındaki en iyi örneği de YAPI Dergisi’dir. Düşündüklerimi, yaptıklarımı paylaşmak konusundaki ısrarım nedeniyle bugüne kadar bir çok yapım ve yazım yayınlandı YAPI Dergisi’nde. Her defasında düşüncelerimi paylaşmış olmaktan ve bu paylaşım için bir imkan bulmuş olmaktan memnun oldum.
Türkiye ve dünya örneklerinin yayıncılık açısından aralarındaki önemli ayrımlardan biri de, görsel dokümanların niteliğinin yanı sıra, eleştiri yazılarıdır. YAPI bu farkı ortadan kaldıracak şekilde bir yayıncılık yaptığında, daha iyi fotoğraflar ve daha iyi eleştiriler elde edilmesini ve yayınlanmasını sağladığında YAPI’nın 50 yıllık bir süreci taçlandırmış olacağına inanıyorum.

Pınar İlki Emekçi, Mimar

GMW Mimarlık

Cumhuriyet Dönemi mimarlığı, çoğunlukla çağı yakalamış ve coğrafyamızda yer almış medeniyetlerin zengin mimari mirasının Sedad Hakkı Eldem gibi usta mimarlarca yorumlanması ile gelişmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, dünyadaki savaş iklimine rağmen yürütülen barışçıl politikalar sayesinde bir süre sonra aydınlanma ve çağdaşlaşmaya dayalı bir yapılanma olmuştu. Bu yapılanma, bilimsel veriler ve çağdaş değerler doğrultusunda dengeli yatırım planları ile yeşil alanları ve tarihi kimlikleri korunarak geliştirilecek şehir planları oluşmasını sağlamış, mimaride modernizm devri başlamıştı. Ankara için Hermann Jansen’e yaptırılan şehir planı bu dönemin en önemli adım taşlarından biriydi. Fakat, Sanayi Teşvik Kanunu’nun da etkisiyle tarımın modernleşmesi ve endüstrideki işgücü ihtiyacının artması sonucu, köyden kente göç beklenenden çok daha büyük bir ivmeyle artmış, şehir planlarının kısmen uygulanıp, kısmen bozulmasına yol açmıştır.

1950’lerde başlayan şehirlerin plansız ve keyfi kararlarla geliştirilmesi, 1980’lerde uygulamaya konan serbest piyasa ekonomisine paralel olarak plansız ve denetimsiz bir kentleşme ve yapılaşma ve gökdelenleşme sürecinin başlamış ve bunlara ilave olarak deprem gerçeği yakın zaman kadar göz ardı edilmiştir. İmar aflarıyla gecekonduların ve kaçak yapıların kalıcılığı ve artması sağlanmış, affedilen mühendislik hizmeti almamış binaların depremde öldüreceği gerçeği yok varsayılmıştır.

Son yüzyılda, çok değerli çağdaş mimari eserler üretilmiş, kimi, Atatürk’ün Florya Deniz Köşkü, Tüten Apartmanı, ODTÜ, Ankara İş Kulesi gibi, değerini bulmuş, korunarak günümüze kadar ulaşmış, kimi, Taşlık Kahvesi, Tercüman Binası, gibi tamamen veya kısmen bozularak günümüze ulaşmış, kimi yıkılmıştır. Ama bize göre Kocatepe Camisi için Vedat Dalokay’ın yarışma kazanan projesinin uygulanmamış olması dini yapıların çağdaş mimari ile yüceltilmesi adına kaçırılmış en büyük fırsattı. Bugün de ülkemiz mimarlarınca çağdaş mimarinin çok iyi örnekleri üretilmekte, uluslararası başarılar kazanılmaktadır, fakat bununla birlikte, çevresinden tamamen kopuk tip projeler ve işlevle ilgisiz, tarihten kopyalanan desen ve formların giydirildiği büyük ölçekli binalarla, mahalle ölçeğinde, kentsel dönüşüm adı altında “cephe mimarları (!)” tarafından “bezenen”, belediyenin izin verdiği minimum ve maksimumları sağlamaktan öte bir görsel özelliği olmayan, teknik olarak yetersiz binalar kaygı verici düzeydedir. Burada, değerli büyüğümüz Doğan Hasol’un “Mimarlık kültürel birikimin en tutarlı göstergesidir.” sözünü hatırlatmak isteriz. Bilimle birlikte kültür ve sanatı da dengeli şekilde içerecek, kaliteli ve toplumun tüm kesimleri tarafından erişilebilir bir temel eğitim olmadığı sürece mimarlık konusunda tekil örnekler dışında şehir ölçeğinde bir beklentide olmak biraz naiflik olur.
Bu eğitimin ve kültürün oluşturulmasında basılı yayınların önemi de yadsınamaz. Dünyada Architectural Review, Architectural Record gibi 19. yüzyılın sonlarından günümüze kadar yaşayabilen yayınlar olmakla birlikte bizde maalesef, 1960’ların başında mimarlarla Oda arasında iletişim kurmak amacıyla yayına başlayan “Mimarlık” Dergisi’ne kadar günümüze ulaşan düzenli bir mimarlık yayını olmamıştı. 1973 yılında yayına başlayan YAPI Dergisi ise teknoloji, endüstriyel tasarım, çevre ve şehircilik konularını da kapsayarak öncüllerinden daha geniş bir içerik ile günümüze ulaşmayı başarmıştır.
Birkaç yıl önce, genç mimarların iş bulma süreçlerine destek olmak amacıyla, Işık Üniversitesi ve YAPI Dergisi’nin düzenlediği bir panele katılmıştım. Geçtiğimiz yaz bir akşam, oğlum dışarıdan eve döndüğünde şaşkınlıkla, o gün tanıştığı bir arkadaşının o panelde olduğunu ve o gün anlattıklarımın arkadaşını nasıl etkilemiş olduğunu uzun uzun anlattı. Bunu duyduğumda, gençlere dokunabilmiş olmanın verdiği bir gurur ve bu sağlayan YAPI Dergisi’ne minnettarlık hissettim.

YAPI Dergisi’ne nice 50 yıllar diliyorum.

Vedat Tokyay, Mimar

Oran Mimarlık

Türkiye’de erken dönem modernist mimarlığının yolunu açan herhalde 1. ulusal mimarlığa olan tepkilerdi. Çünkü, bu ekol, çoğunlukla Osmanlı mimarisinin dilini benimsiyor ve kamu yapılarında neoklasik dili az da olsa modern mimarlık öğelerini birlikte kullanıyordu. Cumhuriyetin kuruluş felsefesine en uygun mimariyi 1935’li yıllarda, Hariciye Köşkü, Camlı Köşk ve Florya Deniz Köşkü yapılarıyla Seyfi Arkan geliştirmiştir. Tümüyle kübik ve eğrisel formların kullanıldığı, saydamlık düzeyi yüksek bu yapılar kanımca erken cumhuriyet mimarlığının mihenk taşlarıdır.
İkinci ulusal mimarlık ekolü, neo-klasik dilin yanı sıra geleneksel Türk mimarisini kullandı. Çünkü, ana şiarı, ulusal mimarlığın kuruluşunun geçmişindeki köklere dönmekle olanaklı olabileceğiydi. Bu dönemin en önde gelen mimarı olan Sedad Hakkı Eldem’in yaptığı (daha sonra yıkılan) Şark Kahvesi, Boğaz’daki Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın divanhanesine yaptığı göndermeyle bu ekolün mihenk taşı sayılmalıdır. Unutmayalım ki, bu ekolün yapılarında modern mimarlık öğeleri daha fazla kullanıldı.
50’li yıllar Uluslararası modernizmin yükseliş yıllarıydı. 1953 yılında Nevzat Erol’un yaptığı İstanbul Belediye Sarayı ile 1955 yılında Sedad Hakkı Eldem’in İstanbul Hilton yapısı hem rasyonalist modern dilleri hem de ilkinin çatıda ikincisinin de girişte kullandıkları eğrisel plastik dillerinin ortaklığı ile bu dönemi temsil etmelerini sağlamıştır.
60’lı yılların kanımca en önemli mimarlık üretimi, Altuğ ve Behruz Çinici’nin ODTÜ Kampüsü’ydü. 72’de mimarlığa ilk adım attığımda karşıma çıkan bu güzellik, sadece brüt beton ve tuğladan oluşmuyor, kütlelerin harmonisiyle çağdaş bir üniversite kentini, iç mekanlarıyla ise eğitimin anlamını ifade ediyordu.
70’li yıllar Ankara’sında tanıdığım Cengiz Bektaş’ın Türk Dil Kurumu her zaman büyüleyici bir mekan olarak geleceğe ışık tutmuştur. Işıkla yıkanan heykelsi iç avlusu, kaset döşemeleri ve dış cephe camlarının yukarıya doğru dışa çıkışıyla taze havanın mekana girişi gibi çok yeni mimari öğe onun bir mihenk taşı olduğunu gösterir. Yine Cengiz Bektaş, Denizli’de yaptığı Babadağlar Çarşısı mimarisi ile çarşı tipolojisine bir alternatif yaratmıştır.
80’li ve 90’lı yıllarda dikkatimi çeken iki yapı var: Birincisi, Sevinç ve Şandor Hadi tarafından tasarlanan Milli Reasürans binası, hem yarattığı boşlukla kent ile yapı arasındaki ilişkiye getirdiği yorum hem de iki sokağı birleştiren kamusal mekanlarıyla saydamlığı en iyi uygulayan yapılardandı. İkincisi ise Behruz ve Can Çinici’nin tasarladığı Meclis Camii’ydi. Camiye çağdaş bir mimari yorum getirme çabası bir sonraki çağdaş camilere ışık tutmuştur.
21. yüzyıl Türkiye mimarlığında ise dikkatimi çeken iki yapıdan birincisi Emre Arolat’ın Sancaklar Cami, ikincisi de Yalın Mimarlık’ın Troya Müzesi’dir.

Türkiye’de çağdaş mimarlığın gelişiminin son 50 yılına tanıklık eden YAPI Dergisi hem yayımladığı uluslararası ve ulusal mimarlık üretimleri tanıtımıyla hem de yapı teknolojisi tanıtımlarıyla her zaman mimarlığa destek olmuştur. Mimarlık üretimi dışında kent ve mimarlık üzerine yazı yazmayı seviyorum. Bu sevgimi en iyi bulduğum alanda, yani Yapı Dergisi’nde gerçekleştirdiğim için mutluyum.
Yapı Dergisi’nde bulduğum tek eksik şu: Uluslararası veya ulusal bir proje tanıtırken, bir forum gibi bu projenin tartışıldığı bir platformu da yaratmamasıdır.

Yaşar Marulyalı, Yüksek Mühendis-Mimar

UMO Mimarlık

1948 yılında yazın Ankara’da bir mühendislik bürosunda çalışmaktayım. Üniversitede 1. sınıftan 2. sınıfa geçmiştim. Köylere su getirme projeleri yapıyorlardı. Ben de kurşun kalemle çizilen projeleri aydıngere trilin ile temize geçiyordum. Çimento tahsisi yapılacağını, bu proje için ne kadar çimento gerektiğini hesaplıyor ve şantiyeye en yakın çimento fabrikasından, tahsisi için yazı yazıyorlardı. Demek ki bu yıllarda yeteri kadar çimento üretilmiyordu. Mezun oldum, İstanbul’da Deniz Kuvvetleri’nde askerliğimi yapıyordum. Bir gün şantiyede müteahhit ile sohbet ederken yeni çivilerle dolu bir kutu gösterdi. Yerli çivi yaptığımızı o gün öğrendim, çok sevindim. Bu iki çarpıcı örneği; o yıllarda malzeme üretiminin ne kadar yetersiz olduğunu göstermek için anlattım.

1955 yılında büromuzu açtık. O yıllarda Bayındırlık Bakanlığı’nın yaptığı ihalelerdeki avan projelerini, tatbikat projeleri haline getiriyorduk. Malzemenin ne kadar kısıtlı olduğunu ve zor bulunduğunu bizzat yaşadık.
1964-1965 yıllarında kendi apartmanımızı inşa ettik. Yeni malzemelere çok merakımız vardı. Kalıp yap, beton dök; bu bizim için uzun süren ve pahalı bir sistemdi. Orada şöyle bir yenilik getirdik. Tuğla ile kiriş yapan bir firma vardı (Rex Tuğla). Ana kirişleri beton yapıyor, ortaya kalıp koymadan, tuğla kirişleri yan yana getiriyor, donatı ile takviye ediyor, bu şekilde döşemeleri oluşturuyordu. Böylece kalıp yapmaktan kurtulmuştuk. Bunun bir benzerini Ytong yaptı. Uzun döşeme elemanları imal etti. Bu kirişleri Tuzla’da inşa edilen Darıca Evleri projemizin üst katında kullandık. Bu yenilik nedeniyle Ytong’dan ödül aldık.

1968 yılında Yapı-Endüstri Merkezi Harbiye’deki mekanında yapı malzemesi sergilemeye başladı. Bu yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş, planlı kalkınmaya geçilmişti. Her alanda olduğu gibi inşaat alanında da yeni bir dönem başlıyordu. 1976 yılında Barbaros Bulvarı’nda, Türkiye İş Bankası A.Ş. Mensupları Munzam Sosyal Güvenlik ve Yardım Sandığı’na (TİBAŞ) ait arazide bir ofis binasının proje işini aldık. İhaleyi Koray İnşaat kazanmıştı. Yapı, Türkiye’deki ilk cam giydirme cephe örneklerinden biridir. Dış cephede; brüt beton, bronz renginde alüminyum doğrama ve bronz renkli cam kullandık. Bu renkli cam, iki cam arasına renkli film koyarak üretilmişti. Bu bina Barbaros Bulvarı’nın simge binası haline geldi. Kısa bir süre sonra, 1985 yılında aynı caddede Dışbank Ofis Binası’nı yaptık. Burada kullandığımız cam, bronz renkli ithal camdı. Yeni malzemeleri kullanma arzumuz hız kesmiyordu. 1979 yılında USKON’u (Uzay Sistem Konstrüksiyonları Sanayi ve Tic. A.Ş.) kurduk. Bu sistem ile geniş açıklıklar ucuz ve çabuk bir şekilde geçiliyordu. 1988’de İTÜ Ayazağa Spor Salonu’nu, çatısı uzay sistem, duvarları panelton, kolonları prefabrik olarak kısa sürede inşa ettik.

TİBAŞ’a ait bir arazide, Fenerbahçe İş Bankası Konutları projesini aldık. 1982 yılında projesini tamamladığımız yapı, 20 ay gibi kısa bir zamanda 38.277 metrekarelik inşaat alanıyla tamamlandı. 13 ve 15 katlı, 6 bloktan oluşan sitede 164 konut bulunuyor. Müteahhit firma MESA’ydı. Bu projede, İstanbul’da ilk tatbikatı olan MESA Tünel Kalıp sistemini kullandık. Döşemeler, perdeler ve kolonlar çelik kalıplarla döküldü, bu şekilde beton priz süresi kısaltılarak inşaat hızlıca yapıldı. 1990 yıllarında inşaat firmaları yurt dışına açılmaya başladılar. İlk ülke Rusya’ydı. 1991 yılında ofisimizde projeler bilgisayar destekli çizim programlarıyla çizilmeye başlandı. 1987-1993 yılında Mecidiyeköy’de Maya İş Merkezi’ni İstanbul için ilk yüksek bina olarak projelendirdik. Ana kule 34 katlıdır ve tüm projede güneş kontrollü renkli ısıcam kullanıldı. 1992 yılında Türk Yapısal Çelik Derneği (TUCSA: Turkish Constructional Steelwork Association) kuruldu. Aynı yıl TUCSA, Avrupa Çelik Birliği’ne katıldı (ECCS, European Convention for Constructional Steelwork, kuruluş 1955).

1996’da Büyükdere Caddesi üzerinde inşa edilen bir diğer binamız Milli Reasürans Büyükdere İş Merkezi’dir. Bu yapı Büyükdere Caddesi’ne göre zemin üstünde 8 kat ve 5 bodrum kattan oluşuyor. Cephede İtalya’dan gelen eğrisel camlar, temperli reflektif ısı cam, alüminyum kompozit panel, granit, pres tuğla kullanıldı. Ofis katlarında yükseltilmiş döşeme kullanıldı.1996 yılında, 60×60 metre boyutunda olan ve uzay sistemle inşa edilen Antalya Cam Piramit binasının mimari projesini yaptık ve inşa ettik. Bu bina, 1998 The Dupont Benedictus Mimari Lamine Cam İnovasyon Ödülü’nü ve 1999 Avrupa Çelik Birliği Ödülü’nü aldı.

1999 yılında Yalova Depremi oldu. 2000 yılında Türkiye’de yapı denetim şirketleri kuruldu. Depreme dayanıklı binaların öne çıkmasıyla, çelik taşıyıcı sistemde binalar yapılmaya başlandı. 1999-2002 yılında, Milli Reasürans Çok Katlı Otomatik Otopark Binası’nı 4 Levent’te, çelik taşıyıcı sistem, giydirme cam cephe ve alüminyum kompozit panel ile projelendirdik ve kontrolünü yaptık. Binamız 2003 Avrupa Çelik Birliği ödülünü aldı. 2005-2006 yılında Tevfik Seno Arda Lisesi’ni projelendirdik. İzmit’te tamamıyla çelik olarak yapılan ve depreme dayanıklı binalar için örnek bir tasarım olarak projelendirdiğimiz bu okulun taşıyıcı sistemi, Avrupa Çelik Birliği tarafından hibe edildi.

Oyak Renault Yeni İdari ve Sosyal Bina’sını 2004-2006 yılları arasında projelendirerek kontrollüğünü yaptık. Cephelerde alüminyum doğrama, renkli cam ve alüminyum kompozit cephe kaplama malzemeleri kullanıldı. 2003-2006 yıllarında yaptığımız Kayalar Kimya Fabrikası Ar-Ge, İdari ve Sosyal Binası’nda taşıyıcı sistem çelik konstrüksiyon, döşemeler kompozittir. Yapısal çeliğin imkanlarından yararlanarak büro bloğu geniş açıklıklı olarak düşünüldü. Strüktürel reflekte cam cephe ve alüminyum kompozit paneller kullanıldı. 2000’lerle birlikte malzemelerin gelişmesine ve çeşitlenmesine şahit olduk. Bu dönemde mimarlar Türkiye’de gelişen malzeme teknolojilerini kullanarak yeni binalar ürettiler. 1955 yılında kurulan firmamız ile başladığımız tasarım hayatımız boyunca teknolojiyi ve yenilikçi malzemeleri kullanarak ürettiğimiz eserlerden örnekler vererek ülkemizdeki yapı malzemelerinin ve teknolojisinin kırılma noktalarını, gelişimini aktarmaya çalıştım. Fuarları, yayınları ve etkinlikleriyle Yapı-Endüstri Merkezi işte bu gelişimin lokomotif kurumlarından biriydi.

Yapı-Endüstri Merkezi’nin girişimiyle, 1973 yılında yayın hayatına başlayan YAPI Dergisi her zaman ofisimizde ilgiyle takip ettiğimiz yayınlardan olmuştur. Kuşkusuz bu yayın mutlak bir ihtiyacı karşılamış ve Türk mimarlığının sesi olmuştur. Makaleleri, projeleri ve yapı malzemesi reklamlarıyla dergi, yapı sektörünü zamana göre aksettirmeyi başarmıştır. Büromuzda bulunan YAPI Dergisi’nin 1973 yılındaki 1. sayısı ile 2023 yılının 487 numaralı son sayısı arasında müthiş bir gelişme görüyoruz. Tabii ki içeriği çok önemli, onu da mimarlar eserleri ile zenginleştireceklerdir. Yeni sayılarında projelere daha fazla yer verilmesini temenni ediyorum.

Mimarlığa ve malzeme tanıtımına büyük katkısı olan derginin 50. yılını kutlarım.