“Bienaller yapılıp edilenlerden çok yapılıp edilenlerin düşünsel alt yapısı üzerine kuruludur ama yapılıp edilenler ortada olmayınca ‘’Konu neydi?” sorusu beliriyor. “

Nevzat Sayın, Mimar
NSMH

Bienal Küratörü Lesley Lokko, “Batının azınlıkları küreselde çoğunluktur (…) Antropolojik olarak hepimiz Afrikalıyız ve Afrika’da ne oluyorsa hepimize oluyor (…) sergimizi (…) geleceğin ne barındırabileceğine dair hayal kurmaları için yol gösterici bir atölye ve laboratuvar olacağı şekilde tasarlıyoruz.” derken, Bienal Başkanı Roberto Cicutto’nun, “Onun yaklaşımının genel olarak mimarlık, kültür dünyası ve bienal ziyaretçileri arasında bir anlaşma önerisine ne kadar çok benzediğini anlayacaksınız (…) Sorumluluğunu üstlenmesinin nedeni de budur; tüm dünyayla konuşmak.” dediği açıklamaları okuduğumda bienalde ne göreceğimi merak etmiştim. Gördüğümde mimarlığın “az”, Afrika’nın “çok”, kültürün olan biten her şeyi kapsayan bir “karmaşıklık”, sergileyenlerle izleyenler arasındaki iletişimin de “bulanık” olduğu hissine kapıldım. “Atölye ve laboratuvar” değil de aradıklarını bulmanın zor olduğu, iyi ayrıştırılmamış bir “arşiv” gibiydi daha çok.

Belki bu bağlamda “gerçekçi” bir bienal. Dünyanın mimarlık konusunda (da) kafası karışık gibi görünüyor. Sosyo-politik, ekonomik ya da etik meselelerle mimarlık arasındaki ilişkinin anlatılması bu meselelerin çözümü olacağını düşündüğümüz proje ya da yapı olarak mimari önerileri görmek ve onlar üzerine tartışmanın önünü açmak olmalıdır. Aksi halde yapılanlar mimarlık dışına itilir ve kimi manifestolara ya da enstalasyonlara dönüşür; bu bienalde “mimarlıktan dönüştürülmüş, mimarlık olmayan” işlerin baskın olduğunu düşünüyorum. Bienaller yapılıp edilenlerden çok yapılıp edilenlerin düşünsel alt yapısı üzerine kuruludur ama yapılıp edilenler ortada olmayınca ‘’Konu neydi?” sorusu beliriyor.

Ana temayla doğrudan ya da dolayımlı ilgileriyle farklılık gösterseler de Kanada, (AAHA!) sosyal konut meselesine getirdiği bütün dünya için örnek olabilecek nitelikte sakin önerileriyle; Brezilya, görünenlerin göründükleri gibi olmadığını anlatan uzun olmasına rağmen sonuna kadar izlemeden edemediğiniz kuruluş filmiyle; Japonya, burnumuzun dibindeki şeylere dikkatlice bakmamızı sağlayan zarif bir yalınlıkla içinde olduğumuz yapıyı anlatma biçimiyle; Özbekistan, ayrıntılarda saklı olan bilgeliği abartısız sergilemesiyle; İsviçre, Venezuella pavyonuyla arasındaki duvarı açarak “komşuluk” konusundaki güçlü vurgusuyla; Nordic Countries, Sverre Fehn’in olağanüstü yapısının köşesindeki ağacı tekrar yerine koymasıyla; Letonya, daha önceki bienallerde ele alınan “parlak fikirler” üzerinden geliştirdiği süper fikir marketi eleştirisiyle; Rusya, hiçbir açıklama yapmadan kapalı tuttuğu pavyonuyla; Türkiye, elimizdeki yapı stoğuna dönüştürülerek kazanılabilecek bir “imkan” olarak bakmasıyla; Yunanistan, su sorununa “Bodies of Water” olarak adlandırdığı barajlar silsilesiyle ana temayla ilişkileri açısından farklı bağlamlarda ama kavramsal yaklaşımları ve mimari gerçeklikleriyle görülmeye değer pavyonlardı.

Türkiye Pavyonu’nda, elimizdekilerin nasıl iyileştirilerek değerlendirileceği konusunda “inşa etme eyleminin mevcutla ilişkisini, var olanı yok etmek üzerine değil, onunla beraber gelişmek üzerine kurduğumuzda, yapının da tanımı değişir (…) Mevcut yapılar dönüşümün başladığı yerin ta kendisi olur ve mimarlık gelişebilmek için boş parsellere muhtaç olmaz.” diyerek “Estetik, kültürel ya da tarihi değeri olmamasına rağmen yapılar birer kaynak ve potansiyel olarak ele alınıp değerlendirilebilirler mi?” sorusuna yanıt arayan ve olası yanıtları örnekleyen yerleştirme bienalin en iyilerinden biriydi.

“Bienal mimarlığının teorik ve kavramsal bakış açısının pratik mimarlık üretimiyle ilişki kurma biçimi” en çok konuşulan ve çoğu zaman üzerinde uzlaşmaya varılamayan konulardan biridir. İkisi arasındaki oran bu ilişkinin gücünü ve okunaklılığını da belirler. Bu kez “pratik mimarlık üretimi” az olduğu için iki durum arasındaki ilişki de okunaksız ve karmaşık görünüyordu. Giardini’de ana serginin olduğu yapıda Scarpa’nın olağanüstü iç avlusuna yapılan müdahaleden ne anlamalıydık ya da “kutsal bir siyah” olarak lanse edilen Adjaye’nin “spaktaküler” Afrika yapıları arasındaki devasa kilise Afrika’nın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri olabilir miydi bilmiyorum.

Her şeye rağmen Venedik Mimarlık Bienali birçok konuya dikkatimizi çektiği ve karmaşık yapısına rağmen aradıklarımıza rastlamamızı sağladığı için hala çok önemli bir mimari etkinlik. Arsenale’deki ana serginin bienalin omurgası olduğunu düşünüyorum. Bu omurga içinde Neri&Hu Design and Research Office’in yapılarıyla, Flores&Prats Architects’in de yapma biçimlerini ulu orta sergilemeleriyle etkileyici olduklarını söyleyebilirim. Giardini’deki ana sergi içinde Ibrahim Mahama’nın “Parliament of Ghosts”u da ana temayla ilişkisi bağlamında yabana atılamayacak bir mekansal enstalasyondu.