Nevzat Sayın: Mimarlık istisnasız hepimizin içinde olduğu ama hiçbirimizin üzerinde konuşmadığı bir dünya…

Yüz yüze iletişimin hayli mesafeli bir hale geldiği pandemi döneminde, TRT2 kanalında hazırlayıp sunduğu TV programı “MİM” aracılığıyla mimarlığın ulusal ölçekte tartışılır hale gelmesine katkıda bulunan Mimar Nevzat Sayın ile gündemdeki yarışmaları, pandemi döneminde fazlasıyla üzerinde düşündüğü ev kavramını, mevcut konjonktürde hızlanan kentten kırsala tersine göç hareketini, güncel işlerini ve mimarlığı konuşmanın önemini konuştuk.

Yasemin Şener, Mimar

Öncelikle Milliyet Mimarlık eki için hazırladığımız bu röportajı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Normal şartlarda yüz yüze yapabileceğimiz bu röportajı, pandemi nedeniyle online olarak gerçekleştirdik. İçinde yaşadığımız bu süreçte mesafeleri online olarak aşıyor olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
İtiraf edeyim ki, hiç bana göre değil. Kuşkusuz bu şekilde dünyanın öbür ucuna kolaylıkla ulaşabiliyor olmamız çok iyi. Fakat, mimarlık aynı zamanda bedensel olarak yapılan bir iş. Yani bir yere gitmeniz, bir yerde olmanız, başkalarıyla birlikte olmanız, bir arada olmanın getirdiği enerjiyi kullanabilmeniz, başkalarından öğrenmeniz gereken bir süreç var. Konu mimarlık olduğu zaman işin bir bölümü zihinsel ama bir bölümü düpedüz bedensel bir uğraş. Bunun ortadan kalkmış olması bence çok büyük bir eksiklik. Sadece birtakım görüntüler üzerinden işleri yürütüyor olmak, okumak ile izlemeyi takas etmiş olmak da öyle. Herşey sözden önce görsel olana dayanıyor; yani Rönesans’tan bu yana beş duyunun en üstüne çıkan görme duyusu giderek pekişiyor. Bu da insanlarla ya da diğer nesnelerle olan ilişkimizi çok zayıflatıyor diye düşünüyorum. Uzaktan mimarlık eğitiminde de çok ciddi eksiklikler var. Bu salgın meselesi yokken sürekli şunu söylüyorduk: Atölye, mimarlık eğitiminin odağıdır ve her şey onun etrafında dolanır. Şimdi bu durum ortadan kalkınca geriye ne kaldı acaba? Mesela birkaç tane online jüriye katılmaya çalıştım, itiraf edeyim ki çok rahat izleyemedim. Dolayısıyla uzaktan eğitim bana göre çok büyük eksikliklerle dolu; umarım bir an önce normal eğitim koşullarına dönebiliriz ya da eskiden kullandığımız yöntemleri dijitale aktarmaya çalışmak yerine, yeni bir yöntem geliştirmenin bir yolunu buluruz. Şu anki halimiz, mevcut olanı yeni bir dile tercüme etmekten farksız.

Her ne kadar dijital ortamda, normal yaşamdaki ilişkilerimizin ve alışkanlıklarımızın replikalarını üretiyor ve tökezleyerek ilerliyor olsak da, dijital iletişimin bilginin yayılmasını kolaylaştırdığını ve kitleler için faydalı olduğunu düşünüyor musunuz? Anadolu’daki bir mimarlık öğrencisinin Nevzat Sayın’ı İstanbul’daki bir konferansta dinlemesi neredeyse imkansızken, şu anki koşullarda kendi odasından dinleyebiliyor olması bir katkı sunmuyor mu?
Tabii, erişimi kolaylaştırması iyi bir şey, hakkını teslim etmek lazım. Fakat burada erişilen aslında “bilgi” değil, “malumat”. Yanında olamamak, temas edememek ilişkiyi azaltıyor. Dolayısıyla bunu ancak belirli bir bağlam içerisinde anladığımızda, o içselleştirme meselesi göz ardı ediliyor. Burada şunu da tartışmak gerekiyor: Mimarlık okullarının sayısı ülke genelinde neredeyse 140’ı bulmuş durumda. Acaba bu okullar gerçekten mimarlık okulu mu ve onlar gerçekten mimarlık öğrencileri mi? O kadar çok problem birbirinin içine giriyor ki… Dolayısıyla, bu imkanı edinmiş olmak ne yazık ki gerçek buymuş gibi algılamamıza neden oluyor ve buna “yeni normal” diyoruz. Beni irkilten bir terim bu; yaşadıklarımız normal değil ve normalmiş gibi davranıyoruz. Tıpkı mimarlık okullarındaki öğrencilerin masalarının olmaması gibi… Her mimarlık öğrencisinin ona ait, istemediği sürece kalkmayacağı bir masasının olmaması normal bir şeymiş gibi oldu. Online iletişimin avantajlarını her şey yolunda giderken de kullanabilirdik; jürilerimizi kayda alır, yayınlardık ya da konferansları online yapabilirdik ama sadece online olarak kalacaksak yeni yöntemler düşünmek gerekiyor.

Sosyal medyayı etkili kullanan mimarlardan birisiniz. Takipçilerinize okuma önerileri yapıyor, kitap notlarınızı yayınlıyorsunuz. Kent suçlarının altını çiziyor, şiire, edebiyata ve hatta kültürel yaşamın gündemindeki konulara değindiğiniz de oluyor… Nedir buradaki motivasyonunuz?
Sosyal medya sayesinde bir mimar olarak nasıl yetiştiğimin koordinatlarını hatırlıyorum. Ege’deydim, antik ve önemli bir yerdi; edebiyat, felsefe, resim, heykel, sanat çok önemli meselelerdi. Dolayısıyla, “mimarlık dışı disiplinler” diyebileceğimiz girdilerin insanın içindeki dönüştürücü etkisini, bunun mimarlığa nasıl transfer edildiğini iyi biliyorum. Başkalarından ve başka şeylerden öğrenme meselesinin iyi yöntemler olduğunu düşünüyorum. Sosyal medya ile ilgili en büyük motivasyonum mimarlık öğrencileri. Öte yandan, şikayet eden birisi olmaktansa yapan birisi olmayı tercih ettiğimden, kendi yöntemlerimi başkalarıyla paylaşmayı ve bu başkalarının da önemli bir bölümünün mimarlık öğrencileri olmasını çok önemsiyorum. Onun için notlarımı, politik düşüncelerimi, edebi metinlerden alıntılarımı, sanatla ilgili olan konulardan temsil edici nitelikte olanları kültürel enflasyon haline çevirmeden paylaşmaya çalışıyorum. Böylece dolaylı olarak mimarlık öğrencilerinin dikkatini küçük notlarla bir yerlere çekmeye çalışıyorum.

TRT2 kanalında bir mimarlık programı hazırlayıp sunuyorsunuz: MİM. Ulusal bir kanalda mimarlığı konuşmak sizce neden önemli? Bu programda mimarlığı hem mimarlar için hem de mimar olmayanlar için konuşabiliyor musunuz?
Mimarlık istisnasız hepimizin içinde olduğu ama hiç birimizin konuşmadığı da bir dünya. Yani, mimarlık mesleğiyle hiç ilgisi olmayan bir insan da mimarlığın içinde yaşıyor, eviyle, sokağıyla, şehriyle, ofisiyle, çarşısıyla… Fakat, mimarlar dahil hiç kimse mimarlık üzerine konuşmuyor. Mimarlık konuşulacaksa bile, mimarlar kendi aralarında konuşmayı ve mesleki jargonla konuşmayı tercih ediyor. Örneğin, kardeşim “Mimarlar, bilmediğimiz bir dilde, bilmediğimiz konular hakkında, tuhaf bir tonlamayla konuşan yaratıklardır” der. Aslında abartarak söylediği şey doğru. Mimarlık mesleği dışındaki arkadaşlarımın arasında “Şu binaya bak, şu şehre bak…” diye söylenmeye başladığım zaman “Ağabey, ara sıra mimar olduğunu unutsan çok iyi olacak” diyorlar. Mimarlığı konuşulabilir ve dikkat çekici hale getirmenin iyi bir şey olabileceğini düşünüyorum. Mimar olmayanların da anlayabileceği, kendilerini uzak hissetmeyecekleri bir dilde konuşabilmek için, bütün konuklarımdan ısrarla günlük dili kullanmalarını, mesleki jargonu ve yabancı sözcükleri tercih etmemelerini rica ediyorum. Yanılmıyorsam şimdiye kadar 17 program oldu ve gelen tepkiler tam da amaçlandığı yere ulaştığını gösteriyor.

Abdi Güzer ile MİM programında yaptığınız sohbette, mimarlığa yapı ölçeğinden ve kentsel ölçekten bakış üzerine konuşurken “Mimar olanlar mimarlığın ne olduğu ile mimar olmayanlar için mimarlığın ne olduğu arasında farklılıklar var” demiştiniz. Bu makasın kapanması mümkün mü?
Bu makas varsın kapanmasın, yani “mimarlar için mimarlık” ile “mimar olmayanlar için mimarlık” varsın farklı şeyler olsun. Yeter ki mimarlık dile gelsin, konuşulsun ve insanlar bunun farkında olsunlar. Meslek şöveni olduğumdan değil; adına mimarlık dediğimiz şey, içinde yaşadığımız yapılı çevrenin meseleleri üzerine konuşmayı ve tartışmayı içerdiği için çok önemli. Yapılı çevreyi oluşturan insanların kim olduklarını, nasıl davrandıklarını, neyi dert edindiklerini, ne kadarında iyi sonuca vardıklarını, ne kadarında ellerinden birşey gelmediğini konuşmak bana göre politik olanı, toplumsal olanı, kültürel olanı konuşmak demek.

Son dönemde gündemde olan ve halkın katılımcı olarak söz sahibi olduğu yarışmalar hakkında neler düşünüyorsunuz? Katılımcı bir mimari yarışma sürecini siz nasıl tanımlardınız?
Sosyal medyada da bu konuyla ilgili paylaşımlarda bulunmuştum. Bunun nedeni de, mimar olmayan arkadaşlarımın beni arayıp “Bu yarışma için oy kullanmak istiyoruz ama projelerden hiçbir şey anlamadık, bize anlatsana” demeleriydi. Hatta bazıları kolayına kaçıp “Hangisine oy vereceğimizi bize söylesene, sana güveniyoruz” bile dediler. Katılımcılık her durumda çok iyi bir şey. Örneğin, Taksim Meydanı’nı kullanacak milyonlarca insanın bu konuyla ilgileniyor olması bence çok önemli. Fakat, uygulanan yöntemin başlıkları iyi olsa bile, sonunda kullanıcının katılımcılığı oy kullanmaya indirgendiği zaman iş tuhaf bir yere gidiyor. Çünkü, bir mimari projeyi anlamak mimar olanlar için bile problemli bir şeydir. Yani bildiğiniz dilde yazılmış bir metni okuyor gibi düşünün kendinizi, o zaman bile konuya uzaksanız hiç kolay değildir. Mimar olmayanlar nasıl değerlendirecek, nasıl anlayacaklar? Soru işaretlerinden biri buydu. Dolayısıyla mesele eğer katılımcılıksa, çok daha katılımcı bir hale getirilebilir. İkinci konu, bir problem tanımlarken o problemi tanımlayacak insanları masada eksiksiz olarak bir araya getirmek çok önemli. Taksim Meydanı’nı yarışmaya açtığınızda DİSK temsilcisinin masada olmaması bence büyük bir kayıp. “Türkiye’nin politik meydanı” sıfatını taşıyan, 1 Mayıs 1977’nin yaşandığı bir yeri konuşuyorsunuz ve sendika temsilcisi masada yok! Böyle bir şey olamaz ki… Gençlerin geçmişe dair politik meselelere ilgisi zaten ortada; Taksim Meydanı’nı park olarak yorumlamaları hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta ortaya çıkan proje nesne olarak, görüntü olarak iyi olabilir. Fakat iyi tasarım nedir? Belirli bir konuyu sorunsallaştırıp ona çözüm önerileri getirmek değil midir? Sorunsallaştırırken problemlerden birini eksik bırakıyorsanız, saklıyorsanız doğru sonuca nasıl varabilirsiniz ki? Dolayısıyla burada kırık dökük bir şey var; bir telaştır gidiyor. Umarım derlenip toparlanır; çünkü bu yarışmalar tek bir meydanla ilgili değil. Bakırköy var, Kadıköy var, Üsküdar var. Eğer yöntemi iyi belirlersek bu çabaların yerini daha iyi bulacağını düşünüyorum. Elbette ki iyi bir şeyler yapılmaya çalışılıyor çünkü.

Günümüzde insanlığın en önemli sorunlarından biri barınmayken ironik bir biçimde, mimarlık hizmetine en çok ihtiyaç duyanların bunu ekonomik olarak karşılayamayacak sosyal sınıflar olduğunu görüyoruz. Bir yandan da günümüz mimarlığının üretim-tüketim ilişkilerinin çizdiği çerçeve içinde tüketim toplumunun değerlerini meşrulaştıran bir rol oynadığını konuşuyor, tartışıyoruz. Günümüz mimarlığının etik ve sosyal sorumluluklarını yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?
Kesinlikle. Tıpkı planlama konusunda söylediğim gibi, mimarın kim olduğu ve ne yapabileceği konuları önceden tanımlanmamış ve bir yere oturtulmamış durumda. Bu nedenle de mimarın tek başına yapabileceği şeyler çok sınırlı. Örneğin, “neoliberalizm mimarlığı” diye tanımlanan ve olmakta olanı meşrulaştırmanın araçlarından biri olarak mimarları gören anlayış çok yaygın. Çünkü, mimarlık paraya, sermayeye, büyük güçlere, yasalara, yönetmeliklere bağlı bir üretim alanı. Bir projenin hayata geçirilmesi için devasa bir bütçe gerekiyor. Ayrıca yatırımcının bu işten kazanacağı para için hesabını yapmış olması ve bu işi yapmaya aday olması gerekiyor. Mimarlığın sosyal boyutu ve insanlar için işe yarar projeler üretilmesi bence bir yatırımcıya bırakılamaz. Peki, Türkiye’deki mimarlık politikalarının böyle bir uzantısı var mı? Yok. Şehirlerimizin neye benzeyeceğine dair bir politika üretilmiş mi? Hayır. Gelişmenin hangi akslar üzerinde olacağı ve bu gelişmelerin doğrultularının ne olduğunu biliyor muyuz? Hayır. Anladığımız bir tek şey var: Türkiye ekonomisinin %75’inin üzerinde seyreden inşaat sektörünü palazlandırmak. Türkiye’deki mimarların en büyük görevi buydu ve bu tökezledi. Biliyoruz ki, sadece İstanbul’da milyonlarla ifade edilecek sayıda satılmamış veya kiralanmamış konut ya da ofis var. Dolayısıyla, ben bir mimar olarak kendimi nerede görürsem göreyim, işe yarar bir mimar haline dönüşebilmem için benim önüme o olanakların getirilmiş olması ve birinin benden anlamlı bir proje istemesi gerekiyor. Aksi halde mimarlar, fiyakalı bazı mimarlık nesneleri üreten ve kendi yalnızlığı içerisinde anlamlı bir şey yaptığını zanneden insanlar topluluğuna dönüşüyor. Bu yüzden mimarlığın çatır çatır konuşulması gerekiyor. Bunu protesto etmemiz, yanlış olduğunu söylememiz gerekiyor. Mimarlar çok güçlüymüş gibi görünseler de, konu bu boyutlara vardığında güçlerinden geriye hiç eser kalmıyor; çünkü o gücü kullanamıyorlar.

Bir mimar olarak pandemi sürecinde sorgulamalarınız hangi yöndeydi? Ne tür deneyimler yaşadınız?
Bence olağanüstü bir dürtüydü pandemi. Kalabalık yaşayan biri olmamdan kaynaklanan bir özlemle, pandemi döneminde kendi mekanlarıma çekilmiş olmaktan, yalnız olmaktan bir süre boyunca çok memnundum. Sanırım evimde olmaktan çok keyif aldığımı fark ettim. Daha önce evimi otel gibi kullanıyordum, evimde geçirdiğim saatler çok azdı. Zaman geçtikçe evde olmaktan bu kadar memnun olmamı didiklemeye başladım. Kendi kendime “Peki ev nedir?” sorusunu sormaya başladım. Bu soruyu mimar olarak irdelemeye başladım. “Acaba evi yeniden düşünmenin vakti midir?” diye 15 mimar arkadaşıma yazdım. “Ev nedir, hadi yeniden düşünelim” diye bir çağrı yaptım ve sonuçta harika bir noktaya vardık.

Akdeniz ikliminde yaşayan, yılın en az yarısında balkon kullanması gereken bir ülkeyiz ama nedense balkonlarımızın hepsi kapalı. Bir evin pencerelerinin sadece 15 cm açılabiliyor olması ve camlarının dışarıdan vinçlerle sarkıtılan insanlar tarafından siliniyor olması ahmaklık! Eskiden balkonlar, açık çıkmalar, teraslar, verandalar metrekareye dahil değildi. Şimdi kırsalda bir ev yapacaksınız; evin önüne bir veranda çiziyorsunuz, o da emsale dahil. “Bunu niye emsale katıyorsun?” diye soruyorsunuz. “Sen bunu kapatırsın”, diyor. Yani potansiyel bir suçlu olduğun önceden kabul edilmiş. Bir süre sonra o evin orasının-burasının kapatılıp çöpe dönüştürüleceği konusunda herkes hemfikir olmuş; yasalar ve yönetmelikler de buna göre ayarlanmış! Düşünebilir musunuz suç ortaklığını?

Gazeteci bir arkadaşımla Atina’da gezerken bir şey fark ettim. Arkadaşıma sordum, “İzmir ile Atina arasında sence nasıl bir fark var”, diye. O ortamın içinde yaşadığı için belki de, fark edemedi. En önemli fark şuydu: Aynı iklimde yaşadığımız halde Atina’da hiçbir balkon kapatılmamıştı. Acaba biz niye kapatıyoruz? Bunun Müslümanlıkla mı bir ilgisi var, balkonu mu sevmiyoruz, mahrem mi bulmuyoruz, dışarıya o kadar açık olmayı mı sevmiyoruz? Bence bu incelemeye değer bir konu. Çünkü, kapatılmış balkonlara ya berbat iki tane koltuk, ya elektrik süpürgesi ya da kullanılmayan eşyalar konuluyor. Düşünün, evinizin deposu evinizin dışa dönük yüzü olabilir mi? Bu hiç konuşulmadan böyle kabul edilmiş bir şey. Yeni mimarlıklar da -marifetmiş gibi- nasıl olsa bu durum böyle diye, balkonsuz, terassız, verandasız, açılmayan pencereleri olan yapılara dönüşmüşler. Umarım belediye yöneticileri bunun farkına varır ve denetleyemedikleri için yasakladıkları şeyler yerine denetleyerek bu konuyu rahat bırakmanın yolunu arayabilirler.

Şu an üzerinde çalıştığınız projeler hangileri?
İnsanların pandemi döneminde Ege’ye akın ediyor olmasıyla ilgili bizim de payımıza düşen çeşitli işler var. 250 dönüm bir arazide köy denebilecek bir yerleşim alanı geliştiriyoruz. Ondan biraz daha küçük, 65 dönümlük, dağın tepesindeki zeytinlik bir alanda, içinde zeytin işletmesi de olan bir yer yapmaya çalışıyoruz. Şu anda programı kesin olarak belli olmasa da esnek bir yapı. Çeşme Alaçatı’da da iki ev projesiyle uğraşıyoruz. İstanbul’da Aydın Doğan Güzel Sanatlar Lisesi Müzik Bölümü öğrencileri için bir konser salonu tasarlıyoruz. Çok önemli ve anlamlı buluyorum bu projeyi. Ayrıca, 160 IQ’nun üzerindeki çocuklar için Gebze’de özel bir okul tasarlıyoruz. Burası kendi okulları dışındaki saatlerde kullanabilecekleri bir mekan ve çok ilginç bir proje bizim için.

Son olarak Milliyet Mimarlık için söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Günümüzde basılı yayıncılık sona mı eriyor, hala gazeteden söz edebilir miyiz tartışmalarının olduğu bir ortamda, günlük bir gazetenin mimarlık eki yapıyor olması tam da biraz önce konuştuğum, anlatmaya çalıştığım nedenlerle, mimarlığın günlük hayatın bir parçası, bir meselesi olması, konuşulan bir şey olması anlamında bence müthiş! Çok sevindim böyle bir şeyin yapılıyor olmasına. Artık kendi aramızda top çevirmekten çıkmalıyız; daha büyük bir sahada oynamamız gerekiyor. Aksi halde, bu durum dar alanda kısa paslaşmalar gibi, mimarların mimarlarla konuşmasından öteye geçemiyor. TRT 2‘nin MİM’i kadar önemli buluyorum açıkçası yaptığınız işi.