“Gelecek artık çok yapmak ya da çok tüketmekle ilgili bir şey değil…”
Gökhan Avcıoğlu GAD çatısı altında yürüttüğü mimarlık pratiğinin yanı sıra, 2013 yılında kurduğu GAD Foundation aracılığıyla mimarlık kültürüne önemli katkılarda bulunuyor. Eğitime, topluma ve bunların mimarlıkla kesiştiği noktalara odaklanarak atölyeler, yarışmalar, sergiler düzenleyen; söyleşiler ve yayınlarla mimari figürleri öğrencilerle ve toplumla buluşturan vakfın en güncel programı GAD Academy’yi ve çok daha fazlasını Gökhan Avcıoğlu ile konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
Yasemin Şener GAD Foundation geçtiğimiz sene kaybettiğimiz Mimar Alpaslan Ataman’ın ölüm yıl dönümü nedeniyle “Alpaslan Ataman: Zamansız Mimari” başlıklı bir sergi düzenledi. Sergi hakkında neler söylemek istersiniz?
Gökhan Avcıoğlu: Alparslan Ataman’ı kaybedeli bir yıl oldu. Bu zaman diliminde biz de nasıl bir etkinlik yapalım, nasıl bir anma gerçekleştirelim diye düşündük. Öteden beri bir kitap ve sergi düzenleme fikri vardı kafamızda. Eski ofisimizin olduğu binada bir galerinin devredildiğini öğrendik ve hemen bu fırsattan yararlanıp bir sergi planladık. Alpaslan Ataman bizim yaklaşık 10 yıldır beraber çalıştığımız bir mimardı. GAD Vakfı’nın da danışmanıydı, görüşlerine danıştığımız birisiydi. Aynı zamanda hem ofis içi eğitimlerde hem de vakfa bağlı olarak verdiğimiz eğitimlerde düzenli olarak faaliyette bulunan bir hocamızdı. Başımız sıkıştığında danıştığımız, herhangi bir projede herhangi bir konuyla ilgili tarihe dayalı bir bilgiye ihtiyacımız olduğunda başvurduğumuz kişiydi. Alpaslan, benim kendisini tanıdığım son 10 yılda profesyonel iş dünyasının içinde olmadı. Doğrudan bir proje alıp geliştirmek gibi bir düşüncesi yoktu. Tamamen tek başına bir araştırma ordusu olarak çalışıyordu. Merak ettiği, ilgi duyduğu şeyleri bir konu haline getirip onunla ilgili araştırmalar, çizimler, tarifler yapıp ve bunun ne zaman ve nasıl kullanılacağı konusunda bazen fikir üretmek, bazen de hiç fikir üretmeyip onu ileride başvurulacak bir kaynak olarak bir yerlerde tutmak gibi bir yaklaşımı vardı.
Sağlığında bu araştırmalarını kitap olarak yayınlama şerefine nail olmadık; çünkü biraz titiz biriydi. Biraz daha üzerinde çalışalım diye beklettiği, 5-6 tane fikir halinde duran dosyalanmış ama basılmamış kitabı var. Yayınlanmış tek bir kitabı var ama şu sıralar piyasada pek de bulunamıyor. Hem bu kitabı Türkçe ve İngilizce olarak yeniden basmak, hem de bu ana kitabın yayında diğer araştırma dosyalarını da kitaplaştırmak istiyoruz. Bunları kitap haline getirmeden önce amacımız bir sergiyle elimizdekileri toparlamaktı. Sergide Alpaslan’ın bize bıraktığı ne varsa hepsine yer verdiğimiz, açık bir şekilde de meraklılara, mimarlık öğrencilerine, akademisyenlere sunduğumuz bir sergileme düzeni. Dolayısıyla bir tasnif ya da kronolojik bir düzenleme yapmadık. Hatta ara sıra sergide öne çıkan çalışmalarını, çizimlerini değiştiriyoruz. Çünkü çok sayıda çizim var elimizde; hangisini duvara assanız bir ötekisini merak ediyorsunuz, öyle bir durum söz konusu.
GAD Foundation Gallery’de farklı sergi projeleriniz de olacak mı?
GA: Aslında galeri alanında senenin sonuna kadar seri olarak yapmayı planladığımız birkaç tane daha sergi düşüncemiz var. GAD Foundation Gallery, bir mekanı olsa da olmasa da, başka yerlerde planlanan bazı gezici sergilerle de olsa sürekli aktif olacak. Sergei Thcoban’ın Berlin’de GAD Vakfı’na benzeyen bir vakfı var. O vakıfla bazı iş birlikleri yapmak istiyoruz. Oradan bazı sergiler bize gelecek, bizden de bazı sergiler oraya gidecek. İlk etapta benim eskizlerimden oluşan bir sergi planlıyoruz. Alpaslan benim eskizlerimi ilgiyle izliyordu, o da beni dürtüyordu bunların sergilenmesi ve kitaplaşması konusunda. Bir de GAD Academy öğrencilerinin birinci dönemi Haziran sonunda tamamlanıyor. Onlar üretimlerini ve çalışmalarını sergilemek istiyoruz. Aynı zamanda bu galeride bizim yaptığımız bazı son dönem projelerinin sergilenmesi de mümkün. Yani aslında bundaki amaç, önce elimizdeki birikmiş dökümanları, işleri sergileyelim ve böylece başka mimarları ya da başka ortamları da cesaretlendirelim. Galeri bu konuda tekliflere de açık.
GAD Vakfı ne tür bir misyonla kuruldu ve zaman içinde yapılan çalışmalarla ne tür kazanımlar elde edildi?
GA: Ara ara başka disiplinlerden arkadaşlarımız da oluyor tabii, ama ofis tarafı çoğunlukla mimarlardan oluşan bir kadroya sahip. Genelde ofisteki üretimlerimiz, bizden talep edilenler doğrultusunda bina gerçekleştirme üzerine kurulu bir yapıya sahip. O bölüm kendi içerisinde hep yapmaya yöneldiği, bugüne ve geleceğe yönelik çalıştığı için araştırma yapmaya her zaman vakit bulamıyor. Vakıf tarafı ise kendisine ısmarlanmayan projelere bile maydanoz olabiliyor, araştırma yapıyor yani. Proje çıksın ya da çıkmasın, birisi ısmarlasın ya da ısmarlamasın o iş üzerinde çalışıyor. Kaldı ki bizim gayrimenkul geliştirme üzerine çalışan bir şirketimiz daha var. Dolayısıyla bu üç grup kendi arasında top çeviriyor. Ofis tarafı aslında kendi yaptığı projelere daha çok konsantre, onlara odaklanmış durumda. Vakıf tarafı ise yalnız GAD’ın Türkiye’deki veya yurt dışındaki projeleriyle değil başka mimarların da günümüzdeki veya geçmişteki projeleriyle ilgili araştırmalar yapan, düşünceler geliştiren bir yapıya sahip. Yani ofis tarafı kendinden menkul bir tavır içinde, başka mimarlarla olan uğraşlara uzak durup “en iyi mimar, ölü mimar” diye düşünürken, vakıf tarafı ise “canım dünyada sadece siz yoksunuz ya, başka mimarlar da var” diye düşünüyor. Yani Yin-Yang gibi birbirlerini tamamlıyorlar. Biraz şaka yollu tarif ettim belki ama üç aşağı beş yukarı hareket tarzı böyle. Yani biri kendi içine dönük, diğeri ise daha geniş kapsamlı ve dışa dönük bir çalışma yürütüyor.
Peki, ofis ve vakıf arasında nasıl bir geçişkenlik var? Üretimleri mutlaka birbirini besliyor olmalı.
GA: Ofis tarafı tabii ki ihtiyaç olan şeyler konusunda duyarlı. Proje ısmarlayanlar neye ihtiyaç duyuyor, ne gerekli? Vakıf tarafı ise tarihsel süreçte yani 12 bin yıllık mimarlık tarihi boyunca buna benzer hangi durumlar oldu; sadece mimari yapı anlamında değil, sosyal, politik, başka disiplinlerde, başka zeminlerde neler olduğuna dair araştırmalar yapıyor. Örneğin şu sıralarda bazı resmi kurumlar ve belediyeler için de proje geliştiriyoruz. Vakıf tarafı bölgenin tarihsel, sosyal, kültürel ve politik katmanlarını da araştırarak, saha çalışması yapıyor; buna bağlı olarak görünmeyen ihtiyaçlar ve fark edilmeyen veriler üzerinde de çalışıyor. Benim vakıf tarafında en sevdiğim konulardan bir tanesi tarihi araştırırken ortaya çıkan yaratıcılık. Tarihin de yeniden yazılabiliyor olması, tarih sayfalarında olmayan ya da eksik kalan konuların yeniden ele alınması, yeniden bir veri olarak kullanılması… Tarih, çok yaratıcı bir şey.
Öteden beri GAD’ın yenilikçi ve fütüristik projeler üzerinde araştırmalar yapan bir tarafı vardı. Vakıf çatısı altında da bu tip üretimler yapılıyor mu?
GA: Elbette, hangi araçla önümüzdeki zamanın ihtiyaçlarını daha iyi analiz edebiliriz, yani yazılımlar, kullanılacak bilgisayar sistemleri, machine learning, deep learning gibi çalışmalar nedir, bunları nasıl kullanabiliriz, tüm bunları araştırıyoruz. Özellikle bizim sertifika programında bunlar var. Program dahilinde mimarlık öğrencilerinin ihtiyaç duyulan her türlü teknolojik gelişmeyi kullanabilecek yeterlilikte olmalarını, bunları tek başına ya da takım olarak kendi ihtiyaçları için değerlendirebilir hale gelmelerini hedefliyoruz. Dedim ya, tarih sürekli yeniden yazılıyor; pandemi dönemi de bunun örneklerinden biri. Birçok ihtiyacı, birçok durumu şimdi yeniden gözden geçiriyoruz. Önceden büyüme etkisinde olan şehirlerde şimdi küçülme durumu var. Küçüldükleri zaman nasıl küçülecekler, terkler nereden oluyor, terk edilmiş alanları nasıl kullanabiliriz? Dolayısıyla geleceğin dünyası, sadece Uzay Yolu filmindeki fütüristik tahayyüller gibi değil; hatta fütüristik bile değil belki, çok yakınımızdaki daha bildik bir düzlem üzerinde olacak. Uzay filmlerinde, yaklaştığınızda büyük bir tatavayla açılan kapılar vardı; halbuki o sensörlü kapılar şimdi Gültepe’deki börekçide de var. Dolayısıyla biz ona bakınca “Vay be börekçinin kapısı nasıl açılıyor” diye düşünmüyoruz artık. Ama tabii ki gelecekte bizi etkileyecek başka şeyler var.
Her şeyden önce şu an elimizde “broken planet” diye anılan sıkıntılı bir dünya var; bir kere bununla yeniden nasıl boğuşacağız, hareketlerimizi yeniden kontrol altına almamız lazım; siyasi yapılanmanın, sosyal yapılanmanın artık eskisi gibi olamayacağı kesin. Dolayısıyla fütürizm artık biraz daha sentez durumuna geçiyor. Yani artık gelecek, yeni bir ütopik dünyanın hayalinden ibaret değil. Çünkü bu anlayış 20. yüzyıl boyunca hepimizi çokça meşgul etti. Gelecek artık çok yapmak, çok tüketmek ya da en uzun yolları, en büyük köprüleri, en yüksek binaları yapmakla ilgili bir şey de değil… Başka türlü değerlendireceğiz artık hareketlerimizi; gezegeni daha tedbirli ve dikkatli kullanacağız. Evet çok güzeldi o 1950’lerde başlayan ütopik hayal dünyası; fakat gördük ki, hep beraber yaptığımız zaman dünya bunu kaldırmıyor. Artık Mars’a yerleşme, Mars’ı değerlendirme düşüncesi var. Oraya nasıl yerleşeceğimiz konusunda biraz önce söylediğim teknolojinin önemi var. Örneğin 3D inanılmaz bir teknoloji ve beni çok heyecanlandırıyor. Artık yavaş yavaş bina inşa etmeye başladık. Bunun deneylerini, ilk kullanımlarını yapmaya başladık. Mars’a gittiğimizde sadece 3D printerları taşıyacağız ve oradaki taşı, toprağı kullanarak bir yerleşim inşa edeceğiz. Peki bunu niye yapıyoruz, ne gerek var, Dünya yetmedi mi? Oradaki olanaksızlıklar üzerinde çalışırken Dünya’da henüz keşfetmediğimiz yeni olanakları keşfedeceğimize inanıyorum. Mars’ın geçmişini, geçmişteki olanaklarını ve bugünkü olanaksızlıklarını değerlendirirken Dünya’yı daha imkanlı, daha tedbirli ya da tasarruflu kullanmayı öğreneceğiz.
GAD Akademi programının hedefleri neler? Sertifika programının tanıtım videosunda bu programı “kendi kendinize rakip yetiştirme programı” diye kodladığınızdan söz etmişsiniz…
GA: Mimarlık mesleği hem kendi başınıza yürüttüğünüz, hem de takım halinde yapılan bir iş. Şu an mimarlık üretiminin en karmaşık dönemini yaşıyoruz. Akademideki birinci amaç; neler mimarlıktır, mimarlığın ana ilgi alanları nelerdir, mimarlığı nasıl tarifleriz sorularını sordurabilmek. Bu, aslında bir daraltma değil de, daha geniş anlamda algılama. Örneğin, nefes açan bazı projeler, yapı türleri vardır. 20. yüzyılda her şey programa ve fonksiyona bağlı olarak gelişti. Hep şunu öğrendik: Modern dünyada fonksiyonu olmayan hiçbir şeye yer vermemeliyiz. Peki “işe yaramayan” ne demek? O zaman mesela sanatı nasıl açıklıyoruz? Sanatın işe yararlılığı direkt değil; sanat indirekt şekilde bizi etkiliyor. Binaları sadece belirli bir program için düşündüğümüzde, zaman içerisinde o program, o fonksiyon, o ihtiyaç ortadan kalktığı zaman elimizde dört duvardan oluşan anlamsız bir yapı kalıyor. Peki biz bu yapıyı bugünün ihtiyaçlarına uygun olarak nasıl kullanacağız, nasıl değerlendireceğiz?
Örneğin, GAD Academy çatısı altında öğrenciler, ilginç ya da farklı görünen bir alanın içine sonradan nasıl yerleşebileceğimizi araştırıyor. Bilgiler kısa süre içinde inanılmaz bir hızla değişiyor; sürekli yeni şeyler öğreniyoruz. Dolayısıyla mimarlar da çok çevik olmayı öğrenmek, çabuk organize olmak zorunda. Mimar bazen eski bir binayı kullanacak, bazen bir mağarayı kullanacak, o güne kadar yerleşilmesi zor görülen bir dere ağzını, su altını kullanacak. Mimaride mekan kavramıyla ilgili keşfetmediğimiz daha çok şey var…
Bu çeviklik; bu yazılımları, bu veriyi, görünmeyen değerleri kullanmakla alakalı. Bir mimarla bir öğrencinin arasındaki en büyük bağ dijital sistemlerdeki bu çeviklik olmalı. Örneğin 3D printerı kullanmak gibi… GAD Academy’de bir problemin çözümü için nasıl tasarım yapmalıyız diye düşünüyoruz; yani “tasarımın tasarımı” üzerinde daha çok çalışıyoruz. 20. yüzyıldaki ya da daha öncesindeki gibi bina böyle yapılır, pencereler kapılar böyle olur, bunları öğretmiyoruz. Bunlar nasılsa öğrenilebilecek şeyler. O yüzden bütün bir mesleği bununla geçirmek biraz yazık oluyor ve ortaya çıkanlar hep mimarlığın biraz artçı bir meslek olarak yorumlanmasına neden oluyor.
Nedir mimarlığı artçı kılan nedenler?
GA: Mimarlık hep geriden geliyor. Örneğin, inşaat teknolojisi de o kadar geri ki, otomobil teknolojisinde yıllardır kullanılan robotlar daha bizim dünyamıza geçemedi. Tutucu bir ortam ve biraz da işsizliği sübvanse ediyor. 20. yüzyılda yanlış bir endüstrileşme düzeni oldu. Denildi ki, bizim malzemeye ihtiyacımız var ve hızlı olmamız lazım; mimaride kullandığımız malzemeleri önceden üretelim; seramikten çimentoya, çelik sistemlerden cama kadar her şeyi önceden üretelim; sonra mimarlar bunları seçsinler, yapılarında kullansınlar. İlk düşüncede son derece masum ve iyi niyetli bir düşünce belki ama tasarımı da kısıtlayan bir boyutu var. İkincisi o zaman mimara ihtiyaç yok, mevcut malzemelerle herkes bina yapabilir. Ben buna bir 30 sene önce uyandım, hep de arama bir mesafe koydum. Firmalar geliyorlar, sizin bir şeye ihtiyacınız var, bizde şu malzemeler var, diye. Fakat sizin ebat düşünceniz onların kataloglarına pek uymuyor. Herkesin kullandığı ebatlarda olsun istemiyorsunuz; çünkü, mimarinin eşsiz olmak gibi bir arayışı da var. Yani bir yere ait olmak, bir projeye ait olmak gibi bir durum vardır, diğerleri gibi kullanmak istemezsiniz. Öyle yaparsanız fire çıkıyor; ihtiyacın dışına çıkmış oluyorsunuz, onun bir artı masrafı ve imalat süresi oluyor. Yani seramik ölçüsüne kadar her şey o kadar sistematik bir hale geldi ki, bu işin yaratıcılık kısmı ciddi oranda zedelendi.
Yeni bir malzeme ortaya çıkıyor, bir bakıyorsunuz o malzeme her yerde var. Aslında yapı kültüründe en önemli konu dayanıklılık ve güzel yaşlanmaktır. Sizden önce kullanılmamış malzemeleri kullanınca onların hava koşullarında veya başka etkilerde nasıl davranacağını bilmiyorsunuz ve zaten malzeme de size genellikle ihanet ediyor. 20. yüzyıl malzemelerinin çoğu ihanetkar malzemelerdir. Çok mükemmel, pürüzsüz bir düzende olanları da var. Ama sonuçta mimari biraz düzgün düzenli veya pürüzsüz olanla pürüzlü olanın kaynaştığı bir iş. Her şey çok mükemmel olmamalı, biraz kusur da gerekiyor. Lezzet gerekiyor, yaşanmışlık gerekiyor. Onu siz veremezsiniz; o tarihle, zamanla olur. Eskiden mimarlık eleştirmenleri bir yapı 25 yılı doldurmadan üzerinde konuşmazlardı ama şimdi boyası kurumadan bir yapı hakkında kritikler ve tartışmalar oluyor. Yapı belki 25 senenin sonunda o tartışmaları kaldıramayacak kadar erken eskimiş oluyor. Günümüz malzemelerinin böyle problemleri var. Onun için biz böyle düşünceler taşırken biraz daha 30 milyon yıllık taş kültürünü kullanmayı sorguluyoruz. Dolayısıyla en önemli birinci konu çeviklik demiştik, ikincisi ise farkındalık. Neleri seçeceğiniz, nasıl hareket edeceğiniz… Üçüncüsü de kendi araçlarını kendin yap… Bugün bizim kullandığımız 3D printerların bazı teknik aksaklıkları oluyor, gene o 3D printer yardımıyla arkadaşlarımız kırılan parçayı yeniden üretiyorlar. Bu ilginç ve yeni bir şey. Dolayısıyla bugün artık mimarlar kullandıkları her aracın aynı zamanda nasıl yapıldığını, nasıl organize edildiğini, nasıl kullanılabileceğini de öğrenmeleri gerekiyor. Çok zor bir şeyden söz etmiyorum aslında. Üç yaşında tablet kullanmaya alıştırılmışsanız ileride zaten bu mantıkta düşüneceksiniz. Dogmalardan kurtulmamız gerekiyor. Artık 3D printerdan bina basabiliyoruz. Dolayısıyla o eski, o karmaşıklaştırılmış endüstri sistemi, birine ihale etme sistemi tamamen devre dışı kalıyor ki ben zaten müteahhit sevmem.
Bu durumda mimarın konvansiyonel rollerinin dışına çıktığını ve sorumluluk alanlarının da geçmişten daha farklı bir şekilde yorumlandığını söyleyebilir miyiz?
GA: Tabii, mimarın bir sarkaç düzeni var. Bir bilim tarafı vardır; bilim, ilim, teknoloji… Bir de kurgu tarafı vardır; bütün bu bilgileri ve düşünceleri insan için nasıl bir şekle sokarsınız, imal edersiniz, nasıl kullanıma sunarsınız ve yakın bir zamanda da bu kullanım sürdükçe yapıdaki sıkıntılar veya istenen değişiklikleri nasıl gerçekleştirirsiniz? Bir tarafta yere aitlik beni çok ilgilendiriyor, yapının eşsizliği çok ilgilendiriyor. Ama diğer tarafta da daha sonra yapılacak başka binalar için ortak paydaların olduğu kullanılabilir bir yazılım yaratmak düşüncesi de kafamı meşgul ediyor. Hazırlanacak olan software sürekli size sorular sorarak seçimleriniz üzerinden bir projeyi geliştirebilir. Örneğin, kullanıcı bir veriyi kullanarak, çok karmaşık olmayan, kendi ihtiyacı olan bir yerleşime yönelik bir projeyi ya da bir ön projeyi geliştirebilir mi? Çünkü öbür türlü ya körler sağırlar birbirini ağırlıyor ya da duymazlar savaşına dönüyor ilişkiler. Kısacası hem tasarlama yöntemini düşünmede hem de yapmada daha elastik, daha kıvrak zihinlere ihtiyacımız var.
Akademiyle amacınız eğitim sistemindeki boşluklarla mezun olan genç mimarları esnek ve elastik düşünmeye yönlendirmek diyebilir miyiz?
GA: Bu anlattığımı yükseköğrenim kurumlarında yapmaya kalksak bizi okuldan kovarlar. Çünkü bu anlattığım şey bir enstitü sistemi gibi, yani herkesin kendi konfor alanlarından çıkarak topyekun bir eğitim faaliyeti içinde olmasıyla ilgili. Halbuki mimarlık fakültelerinde ne oluyor; kürsüler var, bölümler var, siz o konuda ihtiyaç duyduğunuzda ilgili bölüme başvuruyorsunuz. Aralarında yatay bağlantılar ya da hızlı hareketler söz konusu değil; yani biri yazı yazıyor, diğerinden talepte bulunuyor. Tüm bu bürokratik düzen içinde 4 senelik eğitim süresince hiçbir şey sözünü ettiğim gibi hızlı hareket edemiyor. Halbuki biz vakıf çatısı altında çok kıvrağız ve bir şeyi yanlış gördüğümüz zaman hemen düzeltebiliyoruz. Şöyle de bir gerçek var ki; okullar öğrencileri yüreklendirip, hareketlendireceğine daha çok moral bozuyor. Şu anda 100’e yakın okul var, maalesef öğrencilerin neredeyse tamamına yakını morali bozuk bir şekilde mezun oluyor. Çok küçük bir azınlık bu dünyanın dışına çıkıyor, onları görüyoruz ve onlarla temas ediyoruz. Diğerlerine de yardımcı olmak istiyoruz, fakat 4 yıl üzerlerinden silindir gibi geçtiği için kaldırmak çok zor oluyor. Benim için hangi okuldan mezun oldukları değil, ne yapabilecekleri önemli. Fakat niye böyle yılgın, boynu bükük mimarlık öğrencileri yetiştiriliyor bunu anlamıyorum. Halbuki bu çok hareketli ve eğlenceli bir meslek. Bu nedenle burada alternatif bir okul kurmaya çalışıyoruz. Bir yandan da bu çok vakit alıcı bir şey. Bunu yönetebilecek akademik kadro da arıyoruz. Her şeye ben yetemiyorum. Bir de ben hala proje yapmaya, bina yapmaya doymadım; o tarafta yürümek istiyorum daha çok.
Pandemi sürecinde akademide ve ofiste çalışmalarınızı online olarak mı sürdürüyorsunuz?
GA: Bazen kapanıyoruz, bazen de esnekleşip yüz yüze sürdürüyoruz. Pandemi dönemini de bir tür deney olarak görüyoruz aslında. Yani şu anda çok erken bir dönemindeyiz belki ama mimarlık gibi birebir usta-çırak ilişkisi gerektiren, interaktif ilişki gerektiren meslekleri tamamen online olarak yürütmek çok zor, bu süreçte bunu da anlamış olduk. Ofisteki üretimde de durum aynı. Yeterince kavga edemiyoruz. Biraz daha kibar gidiyor ilişkiler online üzerinde; sanki biri bizi gözlüyormuş gibi. Müşterilerimizle ya da diğer paydaşlarımızla görüşmelerimizi online olarak yapıyoruz ama orada da mümkün olduğunca interaktif programlar kullanmaya çalışıyoruz. Sadece imajlar üzerinden değil, aynı anda diğer şeyleri de izleyebileceğimiz, anında araştırma yapabileceğimiz sistemler kullanmaya gayret ediyoruz. Yine de üretim sırasında bir arada olmamız gerekiyor. Ofisimiz de buna müsait, mesafeleri ayarlayarak, dikkat ederek bugünlere geldik.
GAD Vakfı çatısı altında bir de proje yarışması düzenlediniz.
GA: Evet, tüm bunlar yetmiyormuş gibi, mimarlık öğrencileriyle farklı bir temas içinde olalım dedik. Global ölçekte genç potansiyeli hem harekete geçirelim hem de farklılıkları, yetenekleri olanlara bir fırsat yaratmış olalım diye düşündük. Arkadaşların söylediğine göre 500’e yakın başvuru olmuş. Başvuranlar yarışma projesinin yanında aynı zamanda bir portfolyo hazırladılar. Gökhan Karakuş’un söylediğine göre insanı duygulandıracak kadar iyi hazırlanmış dosyalar varmış. Şimdi onları tasnif aşamasındayız. Sanıyorum bunların sergilenebilecek durumda olanları 200 adet civarındadır. Onlarla ilgili dijital bir sergi yapılabilir. Jürimizde önemli isimler var: ArchDaily kurucusu David Basulto, Avusturya kökenli mimar Chris Precht, Hollanda kökenli Amerikalı hoca arkadaşımız Winka Dubbeldam ve treehouse’lar tasarlayıp üreten Andreas Wenning gibi.
Peki, GAD Architecture şu anda hangi projelerle meşgul? Atölyede yürüyen işlerden söz edebilir misiniz?
GA: Türkiye’deki projelerin çoğu yerleşim ve konut projeleri. İstanbul’un yeni yerleşim alanlarında doğayı daha iyi kullanan, az katlı yerleşimler planlıyoruz. Zaten bu yarışma alanlarından bir tanesi bunların ortasında kalan, ayrılmış bir orman alanıydı. Divan Kuruçeşme uzun süreden beri devam eden restorasyon projemiz; aynı zamanda yeni ilaveleri olan bir etkinlik alanı projesi. Bunun dışında İstanbul’un farklı yerlerinde bazı karma kullanımlı projelerimiz var. Bodrum’da yürüyen turizm ve konut projelerimiz var. O tür projeleri seviyoruz, çünkü yaşayan projeler haline geliyor. Hem bir küçük yerleşme gibi hem de birbirini besleyen tetikleyen bir durum içeriyor. Bodrum’u seviyoruz, önümüzdeki dönemlerde gündeme gelecek Bodrum’la ilgili başka projelerimiz de var. Bunlar dışında Karadağ’da, Moskova’da, Irak’ta devam eden projelerimiz var.