Bir Sürdürülebilirlik Anlayışı Olarak “Az Çoktur”
Celal Abdi Güzer, Prof. Dr.
ODTÜ Öğretim Üyesi
Çoğu zaman Ludwig Mies van der Rohe ile özleştirilen “Less is more” (az çoktur) sözü genellikle sade bir mimarlık dilini anlatmak için kullanılsa da günümüzde mimarlık ya da sanatla sınırlı olmaksızın daha geniş anlamlı, bir yaşama biçimini tanımlayan, tüketimin olumsuz etkilerini azaltan, sürdürülebilirliği temsil eden bir anlayışa karşılık gelmektedir. Giderek ivmelenen tüketim toplumu kültürü bir yandan kısır döngü içinde süreklilik kazanan tüketime dayalı bir ekonominin ve üretimin temel zeminini oluştururken öte yandan başta çevre kirliliği olmak üzere enerji, iklim gibi sorunları kapsayan bir sürdürülebilirlik tartışmasının da temel gerekçelerinden birini oluşturmaktadır. Mimarlık ve yapılı çevrenin başta iklim krizi olmak üzere pek çok çevresel sorunun temel kaynağı olduğu anımsandığında mimarlıkta “az çoktur” anlayışı da bir dil tercihi olmaktan çok sürdürülebilir bir çevre için kaçınılmaz hale gelen bütüncül bir anlayışa, dışa vurumla sınırlı olmayan, yapım sürecinin tüm aşamalarında etkili olması beklenen, çok boyutlu bir tasarım önceliğine dönüşmektedir.
Mimarlık ve yapılı çevre, barınma ve üretime altyapı oluşturmaya yönelik temel işlevinin yanı sıra tüketimin mazereti ve en geniş meşruiyet zeminidir. Yapılar doğrudan bir tüketim, pazar nesnesi olmakla kalmaz, mobilyadan beyaz eşyalara, iletişimden güvenliğe üretilen pek çok nesnenin tüketim ortamı olarak işlev görür. Benzer biçimde giysiden gıdaya, mutfak eşyalarından süs eşyalarına pek çok nesne için bir biriktirilme ortamıdır. Tersten gidildiğinde de bu nesnelerin çoğu yapıların doğal ve tamamlayıcı parçası olarak algılanır. Tüketim kültürünün tüketimin yoğunluğu ve pazar değeri ile kimlik, refah, zenginlik gibi kavramlar arasında kurduğu yapay temsiliyet ilişkisi anımsandığında yaşamımızdaki nesnelerin sayısal çokluğu ve nitelikleri onları biriktirmek için gerekli mekanların büyüklük ve nitelikleri ile doğrudan bir ilişki barındırır. Bu ilişki giderek sayısı artan, büyüyen yapılar, çeşitlenen işlevler, katlanarak artan donanımlar ve yapı içinde çoğalarak biriken ürünlerle sonuçlanmaktadır. Öte yandan bu büyüme ve sayısal artış doğal kaynakların azalması, kirlenmesi, enerjinin yetersiz ve pahalı hale gelmesi, iklim dengelerinin bozulması ve sürdürülebilir bir yaşamın kesintiye uğramasına neden olmaktadır. Bugün sadece çevre ile sınırlı kalmaksızın enerjiden ekonomiye, kültürden sosyal önceliklere geniş tabanlı bir sürdürülebilirlik kavramı başta yapılı çevre olmak üzere yaşamın tüm alanları için kaçınılmaz olarak öne alınması gereken bir kavramdır. Bu çerçeve içinde “az çoktur” sloganı mimarlık ve sanatla sınırlı olmaksızın çoğaltmaları, yığılmaları ve tüketimi denetleyecek bir kavram olarak yeniden işlevselleştirilmeli, yaygın ve eleştirel bir zemin içinde sorgulanmalıdır. Fiziksel çevre ve binalar, buna bağlı olarak da planlama ve tasarım önceliklerinin belirlenmesinde etkin olan paydaşlar sürdürülebilirlik sorunlarının baş aktörleri olarak belirleyici bir rol oynamaktadır. Sürdürülebilir bir yaşam için tasarım ve üretimin her alanında planlama ölçeğinden başlayarak yapı, malzeme ve detay ölçeğine varan bir duyarlılık içinde sürdürülebilirlik kavramı ile tüketim ilişkisinin yeniden anlamlandırılması gerekir. Özellikle Türkiye gibi kentleşme ve kentsel dönüşüm süreci ivmelenerek süren, ekonomisi büyük ölçüde inşaata dayanan bir coğrafyada bu sorgulama daha yaşamsal bir anlam ve öncelik taşımaktadır. Bu doğrulta farkı ölçeklerde yapılması gerekenlerin hemen hepsi ayrı bir araştırma ve yazı konusu olmakla beraber bu yazıda özellikle Türkiye öncelikleri içinde ve ölçeklere bağlı olarak bazı değerlendirmeler ve öneri başlıkları geliştirilmiştir.
Planlama Ölçeğinde “Az Çoktur”
Sürdürülebilirlik ve çevre sorunları söz konusu olduğunda olabildiğince az inşa etmek, mevcut yapı stokunu olabildiğince değerlendirmek temel bir hedef olmalıdır. Üst ölçekli bir planlama içinde üretime yönelik işlevlerin dağılımı, bölgesel nüfus yoğunlukları ve öncelikler yaşamsal bir önem taşımaktadır. Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere metropollerde yığılan üretim ve nüfus sadece o bölgelerin sorunlarını arttırmakla kalmamakta, diğer bölgelere yönelik talebi azaltarak bölgesel göçleri ivmelendirmektedir. İşlevsel yığılmaların yarattığı plansız dağılım merkezi alanlarda yapılaşma talebini arttırırken bazı bölgelerde çok sayıda yapı ya boş kalmakta ya da verimsiz yoğunluklarla kullanılmaktadır. Örneğin son yıllarda kırsal alanda yer alan çok sayıda okul yapısı kapatılırken, büyük kentlerde okul sayıları hızla artmakta, sınıflarda yer alan öğrenci yoğunluğu öngörülen düzeye getirilememektedir. Mevcut yapı stokunun değerlendirilmesi buna bağlı bölgesel işlev ve nüfus dağılımları temel bir planlama girdisi olmalı, bölgesel olarak artan yapılaşma ve büyüme talepleri sınırlanmalıdır.
Evden ya da uzaktan çalışmanın giderek yaygınlık kazandığı bir ortamda merkezi yığılmaların önüne geçmek, şehir içi ulaşım yükünü azaltmak, çeperde doğa ile bütünleşik kendi enerjisini üreten, modüler ve kolay inşa edilen, atıklarını minimize ederek geri dönüşebilen konutlar öngörmek olasıdır. Benzer biçimde pandemi sonrasında pek çok ofis yapısında çalışan yoğunluğu azaltılarak yeni çalışma düzenleri oluşturulmuş, iş alanlarının önemli bir bölümü yeniden değerlendirmeye açık hale gelmiştir. Üst ölçekli planlamalar uzaktan çalışma olanaklarını gözeterek geleneksel “kentsel merkez” kavramını yeniden değerlendirmeli, merkezdeki yapılaşma talebi, yığılma ve yoğunluk artışları sınırlanmalıdır.
Türkiye’de özellikle kent merkezlerinde geleneksel hale gelen parsel bazlı uygulamalar, kentsel tasarım ölçeğinin yaygın olarak kullanılmaması ve planlama ölçeğinden doğrudan yapı ölçeğine geçilmesi çok sayıda yapıya hizmet verebilecek servis alanlarının ve bazı ortak kullanımların yapı bazlı tekrarı ile sonuçlanmakta, sadece mekansal olarak değil, işletmeye yönelik olarak da verimli olmayan büyüklükler oluşmaktadır. Özellikle Avrupa kentlerinde yaygın olarak kullanılan avlulu çeper bloklar gerek servis alanlarının kullanımını azaltması gerekse enerji verimliliği ve bütünleşik ortak alanların mekansal nitelikleri açısından tekil bloklara ciddi bir alternatif sunmaktadır.
Türkiye’de planlama ölçeğinde yapı standartları belirleyen ve büyüklükleri arttıran bazı karar ve yönetmelik düzenlemeleri mutlaka yenilenmelidir. Bazı ülkelerde olduğu gibi uygun koşullarda yapılaşma yoğunluk transferlerine olanak tanınmalı, büyük konutları teşvik eden ortalama m2 hesaplarına dayalı konut sayıları küçük konutlara olanak verecek bir esneklik barındırmalıdır. Benzer biçimde parsel bazlı işlev belirlemeleri yeniden kullanımlara, mevcut yapıların farklı işlevlerle yeniden değerlendirilmesine olanak tanıyacak bir esneklik içinde ele alınmalıdır. Yapıların büyük çoğunda zaten inşa edilen çatı aralarının maksimum kullanımına olanak tanınmalı, teras alanlarının açık ve yeşil alan olarak kullanımı teşvik edilmelidir. Özellikle merkezi alanlarda toplu taşıma altyapısı geliştirilmeli, yapıları büyüten, maliyetleri arttıran ve arabalar için davet oluşturan olan büyük kapalı otoparklar kaçınılmaz bir çözüm olarak görülmemelidir.
Türkiye’de gündemde olan kentsel dönüşüm süreçleri öncelikli ve ağırlıklı olarak mevcut yapıları güçlendirilmesine ve yeniden değerlendirilmesine odaklanmalı, özellikle yoğunluk ve yükseklik artışları getiren “yık-yap” modellerinden ve parçacı uygulamalardan uzak durulmalıdır. Tüm güçlendirme alternatifleri değerlendirilmeden yıkım kararları alınmamalıdır. Sürdürülebilirlik kavramının sadece çevresel önceliklerle sınırlı bir kavram olmadığı, kentsel aidiyet, kimlik, bellek gibi kavramlara geçirgen bir bütünlüğü olduğu unutulmamalıdır.
Yapı Ölçeğinde “Az Çoktur”
Yapı programının oluşturulması, gerçek gereksinimin saptanması tasarımın başlangıç noktasını oluşturur. Türkiye’de bir yandan devlet yapıları başta olmak üzere talep edilen abartılı yapı programları öte yandan imar haklarının tanımladığı yapı büyüklüklerini sonuna kadar zorlama geleneği seyrek kullanılan ya da boş kalan mekanlar barındıran yapıların oluşmasını getirmektedir. Oluşan yapı büyüklükleri sadece oluşturdukları ayak izi ve inşaat büyüklüğü ile değil, aynı zamanda tükettikleri enerji ve ürettikleri atıkla çevre sorunlarının önemli bir nedeni olmaktadır. Yapının temel bir rant aracı, üstelik Türkiye gibi ortamlarda temel bir yatırım, biriktirim, güvence ve gelir aracı olduğu ortamlarda yapı büyüklüklerinin azaltılması kolay değildir. Gene de başta devlet yapıları olmak üzere çok sayıda yapı ortak kullanımlar, zamansal paylaşımlar ve hepsinden önemlisi nitelikli tasarımlar aracılığı ile daha küçük alanlarda program beklentilerini sağlayabilir. Özellikle resmi kurumların yeni yapı taleplerinde bu gereksinimin mevcut yapılarda karşılanıp karşılanamayacağı ve alternatif çözüm olanakları değerlendirilmelidir.
Yapı stokunun büyük bölümünün konutlardan oluştuğu, başta kira ve kredi taksitleri olmak üzere konuta yönelik harcamaların bireysel bütçeler üzerindeki giderek artan payı göz önüne alındığında konut tipolojilerinin nitelikli tasarım aracılığı ile küçültülmesi hedeflenmeli, bağlamsal öncelikleri gözeten duyarlı yaklaşımlarla başta enerji tüketimi olmak üzere yağmur suyunun toplanması, atık suyun arıtılarak yeniden kullanımı gibi özellikler standart uygulamalar haline gelmelidir. Özellikle konut üretiminin belirleyici aktörlerinden olan TOKİ gibi kurumların yer, bağlam, iklim, yön farkı tanımayan tip proje uygulama ve tekrarlarından vazgeçmesi, üretilen tipolojileri araştırmalara dayalı olarak geliştirmeleri ve sürdürülebilirlik kriterlerine geçirgen hale getirmeleri gerekir.
Abartılı kaplama, süsleme ve cephe oyunları yapıların fiziksel yüklerinin yanında yapım maliyetlerini, inşaat sürelerini, bakım giderlerini arttırmakta, gündelik zevklere ve popüler kültürün yarattığı yapay güncellik kavramlarına göre şekillenen cepheler zaman içinde kalıcı bir değer oluşturamamaktadır. Bu anlamda güneşin yönünden bağımsız olarak, adeta bir süsleme unsuru gibi kullanılan güneş kırıcılar, kat kat giydirilen cepheler, yapay kimlik arayışlarına yönelik abartılı biçim denemeleri gündelik olarak değer bulsa da zamansız bir yapı kimliğini temsil etmemektedir. Nitelikli tasarımlar aracılığı ile yapının inşai, asal elemanlarının, doluluk ve boşlukların düzeni içinde kurgulanacak yapı dilleri sonradan takılmış pek çok elemanın yardımı olmaksızın nitelikli ve kimlikli bir yapı elde etmek için yeterli olacaktır.
Şüphesiz sade yapıların, yalın bir mimarlık dilinin bir değer olarak kabul edilmesi sadece bir tasarım tercihine değil aynı zamanda kültürel öncelik ve değerlere bağlıdır. Bu nedenle kent ve mimarlık kültürünün gelişmesi, toplumsal ölçekte eleştirel bir duyarlılığın oluşması yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Detay ve Malzeme Ölçeğinde “Az Çoktur”
Yapıların pazarda bulduğu değer ile donanım zenginliği arasında doğrudan bir ilişki var. Bu nedenle çoğu yapı sıklıkla kullanmayacağımız ya da zorunlu olmayan altyapı ve donanımlar içeriyor. Sudan etkilenmesine bakmaksızın tavana kadar sürdürülen seramikler, duş olarak kullanılan küvetler, bazı detayları gizlemek ya da süsleme olanağı tanımak için yapılan büyük asma tavanlar, hemen her şeyin kapaklar arkasına saklanması amacı ile arttırılan dolaplar, en küçük işyerinde bile otomatik hale gelen kapılar, abartılı otomasyon ve güvenlik donanımları, toplu konutların salonlarına sıkıştırılmaya çalışılan ama çoğu zaman bir süs eşyası gibi duran şömineler, balkonlara dizilen bacalı ocaklar, abartılı bahçe duvarları, demir çitler, yapıya değer katan bileşenler, yapı kültürümüzün doğal parçası gibi algılanıyor. Benzer biçimde yapımcının seçimi ile oluşmuş bitirme malzemelerinin çoğu konutlar el değiştirdikçe yıkılıp yeniden yapılarak kişiselleştiriliyor. Hemen her konut ve işyeri yaşam döngüsü içinde çok kez atık üretiyor, ömrü dolmamış malzemeleri yeniliyor.
Yapılar için önemli bir imalat ve tüketim kalemi de cephe kaplamaları. Özellikle güncel uygulamalar içinde öne çıkan cephenin tümünü, dolu boş ayırt etmeksizin geçirgen metallerle kaplama anlayışı bir anlamda “yalın bir mimarlık dili” sunsa da abartılı bir tüketimin zeminini oluşturuyor. Paketlenmiş bir nesneye dönüşen yapı objeye dönüşerek içeriğinden bağımsız yeni bir temsiliyet değeri oluşturuyor. Benzer biçimde yapının inşai varlığından bağımsız ağır kaplama ve yapıştırma malzemeleri hem fiziksel hem de ekonomik yük oluşturuyor.
“Az çoktur” sloganı her şeyden önce tüketim toplumu değer ve önceliklerine karşı bir başkaldırı, karşı bir ideoloji olarak görülmeli. Bu anlayış bir tasarım ve sanat dili tercihi olmanın ötesinde dayatılmış tüketim model ve alışkanlıklarına yönelik eleştirel bir sorgulama zemini, başta çevre ve enerji verimliliği olmak üzere hemen her alanda sürdürülebilirlik kavramına duyarlı bir yaşamın önceliği olmak zorunda. Yapılı çevrenin en önemli belirleyicilerinden olan mimarlık, bu anlamda, moda kavramı ile arasında eleştirel bir mesafe oluşturmalı, yapı kolaylıkla gündelik öncelik ve beğenilere bağlı olarak tüketilen, değiştirilen herhangi bir pazar ürünü gibi algılanmamalıdır. Tarihin ve kültürün izlerini temsil eden, yer, kimlik ve aidiyet kavramlarını oluşturan yapılı çevre sürdürülebilirlik anlayışının da temsili değeri olmalıdır.