Bir Kıtadan Öbürüne: “Yaşam ve Ölüm Kentleri”
Özlem Sümengen, Dr. Öğr. Üyesi
“Yaşamın içindeyken ölümün de içindesiniz, çünkü yaşamdan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz” (1).
Eser, Dorsay’ın farklı tarihlerde; Avrupa, Kuzey Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında toplam 20’den fazla kente yapmış olduğu seyahat izlenimlerinden oluşmaktadır. İçeriğinde, bir kente ayrılan bölüm, farklı tarihlere ait anlatımları sıra ile ele almakla birlikte, kitap genel anlamda belirli bir tarih kronolojisi izlememektedir. Kıtalararası yapılan bu seyahat derlemesi, farklı ülkelerin yazar üzerinde yarattığı izlenimlere göre şekil almış ve içerikteki yerini belirlemiştir. Dorsay’ın da kitabında belirttiği gibi, en çok yer verdiği, başta Mısır olmak üzere, binbir renkli baş döndürücü görünümleri ile Kuzey Afrika ve Asya kentlerini, kendi deyimi ile “Laboratuvar Kent olan Berlin”, Venedik, Roma ve Floransa izler.
Dorsay, kentlerle olan ilişkisini anlatırken; “Bu dört kıtaya ve 20 ülkeye yayılmış kentler arasından en sevdiklerim bende garip bir biçimde hem hayatı, hem de ölümü çağrıştırıyor. Çünkü yaşamımızı besleyen çelişkiler arasında en temel en kaçınılmaz ve en korkunç olanı hayatla ölümün çelişkisi değil mi? Böylece açık bir çürüme korkusunun tüm kanallarına sindiği bir Venedik, sanki gözler önünde çöküp giden bir Havana, bıraksalar tüm güzellikleri ve çirkinlikleri ile birlikte mutlaka çöl kumlarının altında yitmeye mahkum görünen Kahire, yapış yapış bir sıcakta en uç zevkleri sunan ve adeta sizi yasakların buharını solumaya çağıran tehlikeli ve ölümcük Bangkok. Açık biçimde yaşamın ve ölümün kentleri değil mi?” cümleleri ile bize kitabın adının da ilham aldığı “Yaşam ve Ölüm Fenomeni” üzerinde düşünmeye davet ederken Montaigne’in; “İlk bilgeniz olan Thales’e, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğrettim. Birisi ona: Madem yaşamak boş niçin ölmüyorsun? diye sormuş, O da: İkisi bir de onun için, diye cevap vermiş.” (2) cümleleri ile “Yaşam ve Ölüm” kavramlarının iç içe geçmiş hallerini bize hatırlatır.
Yaşam ve Ölüm Kentleri
Yaşam ne demekti? Dünya’nın dört bir yanından aşıkların, geçkinlerin, şairlerin, seyyahların akın ettiği, meydanları, kanalları, sokakları gürültü ile dolup taşan “Venedik” yaşıyor muydu gerçekten? Dorsay; birkaç ana merkezin, kanalın ve sokağın dışındaki Venedik’i “Hayalet Kent” olarak tanımlar ve gördüğü sayısız terk edilmiş ve ışıksız evlerine bakarak; “Ürkünç bir sessizlik içinde karanlık ve korkunç bir Venedik bu. İnanılmaz bir terk edilmişlik, bir çöküş ve bir ölüm duygusu var Venedik’in arka yüzünde. Bir gece vakti bu kentin tüm güzelliği içinde bir dekadans, bir ölüm kenti olduğunu, güzelliğinin yok olmaya yargılı olduğunu ve bunun önlenemez bir yazgı olduğunu duyumsuyorsunuz. “Venedik’te Ölüm” (3) yalnızca Thomas Man’ı, Visconti’yi ve bir salgının pençesine düşmüş bir kenti çağrıştıran bir ad değil, kentin kendi yazgısını ve sonunu da çağrıştırıyor. Bu kentte güzellikle ölüm, var olmakla yok oluş sanki iç içe” derken Venedik’in “maskesini” adeta düşürür. Dorsay, ölümü ve çöküşü çağrıştıran Venedik’ten sonra Rönesans’ın ilk ışıklarının görüldüğü Floransa’da sanki yeniden doğar. Gotik katedrallerin büyüsü altında yazar; Donatello (4) sanatına yeniden aşık olur. Yaşlı ve yorgun Floransa’nın aynı zamanda yaşam dolu gençlik kitlelerinin kente aktığını, kentin adeta bir gençlik cumhuriyeti olarak var olduğunu ve bu coşkunun herkesin içindeki yaşam sevincini açığa çıkardığını vurgular.
“Ebedi Şehir” Roma; yazar için “Ebedi” adını şehircilik ve korumacılık alanında örnek bir kent olma özelliği ile alınır. Kentin, tarihi yapıların, sokakların özgün dokusunun bozulmadan özenli korunumu ve yenilenmesi Roma’da her yönden kentli bilincin varoluşunu ortaya koymaktadır. Yazar Roma’ya veda ederken şöyle seslenir; “…Uygarlık denen şeyin tarih boyunca yarattığı güzellikleri böylesine iyi koruduğun için sana minnettarız, bunları hep yerli yerinde bulmanın verdiği güven duygusu ve insanoğlunun serüvenine olan inancımızı tazeleme isteğiyle, sana kim bilir kaç kez geri döneceğiz?…”
Akdeniz kokulu Avrupa meydanlarının coşkusu içimizdeyken, Mısır; altın çöl kumlarının arasından adeta bir “Ölüm Ötesi Uygarlığı” olarak yükselmektedir. “İnsanlığın Şafağı Mısır” diye başlayan güzelleme, Tanrıçalar, Firavunlar, mabetler, efsanevi hikayeler ve mucizevi piramitler ile devam eder. Dev tapınakları, Firavun mezarlarını, bunca ihtişamın nedenini sorgulayan yazar, Mısır’da; ölümden sonraki yaşama, hem de uzun bir yaşama inanılmasına bağlamakta ve; “…Ruh ölümsüzdü elbette, “ölüler dünyası”nda bir süre kaldıktan sonra yeniden “yaşayanlar dünya”sına geri dönebilirdi. Onun içindi, bu dev mezarlar, bu görkemli mabetler, ölünün yanına adeta yığılan sayısız değerli eşya, yiyecekten giyeceğe, her şeyin düşünülmesi…” derken; yüzyıllar boyunca, çöle ve onun yakıcı kum fırtınalarına rağmen varlıklarını inatla sürdüren tapınaklar, 3 Dev Kral Mezarı’nı koruyan Napolyon, Sezar ve İskender’i eteklerinde ağırlayan; hala pençelerine yüz sürülen aslan başlı dev Sfenks; tam da taşın yaşama tutunan hali değil midir?
“Ebediyet yalnız Firavunlar içindir” düşüncesi belki de büyük bir yanılgı… Oysa ki “soylu” olmayan insanlar “Ölüler Kenti”nde sevdiklerini hala evlerinde yaşatarak, onları her gün kucaklayarak ölüme firavunlardan daha çok meydan okumuyorlar mıydı? Şimdi yoksulların, evsizlerin mekanı olan bu mezarlık bölgesi, hala ölülerle iç içe yaşamın, ilk bakışta ürkütücü gelen yüzü ile karşılaştırsa da yazarın bahsettiği “…mezar taşlarının yanı başına konan evcikler, yataklar serilmiş türbeler, mezar taşlarının başında oynayan çocuklar…” ölümün yaşamın içinde nasıl eritildiğini öğretiyor bir anlamda. Kurak Çöl’ün ortasından boylu boyunca bir Tanrıça gibi süzülen “Nil” de zaten tüm yaşamın kaynağı değil miydi?
Kuzey Afrika’dan Asya’ya uzanan yolculukta Bangkok tehlikeli ve karanlık yönleri ile, Singapur; yoktan var edilme hali ve yapaylığı ile, Hong Kong; hırsızları ve gökdelenleri ile ele alınırken Tokyo ise “Tam bir Karabasan” olarak tanımlanmakta; “…Toprağın her karışı kullanılmış, tıka basa doldurulmuş bir Tokyo, bu karabasanın doruk noktası gibi, uçsuz bucaksız uzanan evler, yapılar, her tür yükseklikte binalar… Ve bunların arasından cambaz ustalığı ile geçen birbirleri ile tehlikeli yılanlar gibi sarmaş dolaş olmuş yollar, üst yollar, alt yollar… Tokyo sanki kalabalığı sığdırmak, yaşatmak ve nakletmek için tüm doğallığını gözden çıkarmış dev bir beton ve insan yığını” cümleleri ile yazar bu beton kentte nefessiz kaldığı anları tarifler.
Macera dolu Amerika; yazara göre “yol uygarlığı” dır ve bu yol uygarlığı; kendine özgü yapay kentler, kasabalar yaratmıştır. Los Angeles onun gözünde; “…alabildiğine dağınık, organizması, mantığı, iskeleti, yüreği olmayan garip bir kent” bir makinedir adeta. Bu yapaylığın zirvesi de; doğallıktan ve doğadan uzak, son dönem kültürünün bize sunduğu “Supermarket Çiçekleri” (5) Hollywood ve Disneyland olabilir midir? Dorsay yazılarında, Disneyland’ın arkasındaki hayal gücünden bir anlamda etkilense de, buram buram yayılan kokuşmuşluğu da görmezden gelmez. Las Vegas ise, onun gözünde paranın her şeyi satın alabildiği bir dünya cenneti ile kapitalizmin korkunç ve önlenemez çöküşünün göstergesi arasında bir yerdedir. New York’u “Empire State, Rockfeller Center, Chrysler” gibi ikonik yapılar üzerinden anlatarak kent içi yeşil alanın “Central Park” ile sınırlı kaldığına vurgu yapar ve meşhur 42. Cadde’de bir cumartesi akşamının mozaiğini tariflemek için “New York Times’da yazıldığı gibi burada Dante ile Fellini’nin dünyaları birbirine karışmış duruyor” ifadesini kullanır.
Hawaii adalarına ilk ayak bastığında “çiçek ve gökkuşağının” ardını görerek adayı ele geçiren “Amerikan ruhunu” ve kendi deyimleri ile ucuza kapatılan toprakların kokusunu içine çeker. Ruhunu esir eden Amerika’dan sonra Küba ona tam olarak özgürlüğü ve yaşamı çağrıştırır ve; “ …bu sıcakkanlı insanların sıcak ülkesi sizi yavaş yavaş avucunun içine alır… Hele eski Havana’ya giderseniz aşık olma süreciniz tamamlanır. Burada yoksulluğun pençesine düşmüş de olsa, derin ve yerleşik bir kültürü yansıtan etkileyici bir kent, renkli evler, sokaklara yayılmış kitap sergileri, gölgeli eski mekanlara sığınmış sanat galerileri ve yaşama keyfini yitirmemiş bir halk bulursunuz” derken fonda Buena Vista Social Club müziği duyulur.
Zamana Dair
Metinlerin yazıldığı zaman (6) ile bağ kurmanın gerekliliği, Berlin’i okurken yüzünüze çarpan ve sizi uyandıran “Berlin Duvarı” imgesi ile ortaya çıkıyor. Dorsay, Berlin’i “…beşyüzyıl boyunca başkentlik ettiği ülkenin günümüzdeki ikiye bölünmüşlüğünü, kendi yüreğinin de bir duvarla ikiye bölünmüşlüğünde duyan kent” olarak tanımlarken, okuyucuya kent imgesi ve kaybolan bellek kavramlarını sorgulatmaktadır. Kent imgesi bir kentin zihnimizde oluşan algısını tariflediği gibi, hareket eden ve edemeyen her şeyin ortak adı ve kent ile kurmuş olduğu ilişkidir. Kent imgesi o kentin kültürü ile bağlantı kurar ve kent hafızasına veri oluşturur. Berlin duvarı, Lynch’in kent imgesi olarak tariflediği öğelerden (Bağlantılar , Sınırlar , Bölgeler , Odaklar ve Nirengiler) savaşın belirlediği bir sınır imgesi olarak konumlanmıştır. Lynch’e göre “Kent, çok çeşitli sınıf ve karakterlere sahip milyonlarca insan tarafından algılanabilen ve hatta zevk alınan bir nesne olmanın ötesinde, yapısını kendilerince sebeplerle sürekli geliştiren pek çok yaratıcının ürünüdür. Genel hatlarıyla, bir süreliğine sabit kalsa da ayrıntıları sürekli değişir. Büyümesi ve formu üzerinde ancak kısmi bir kontrol sağlanabilir” (7). Yakın geçmişle günümüz arasındaki bu tarifsiz hızdaki değişim ve dönüşüm, kent hafızası için belirleyici rol oynamaktadır.
Geçmiş ve bugün ile kurulan denge, hatırlama ve unutma eylemi ile yapılı çevre ile doğrudan ilişki içindedir. Christine Boyer’ e göre günümüzde “hatırlamak” her şeyin değiştiği dünyada daha da önemli hale gelmiştir (8).
Metinlerin içerisinde, çok sayıda uyaranla yakın geçmişe ait kolektif hafızanın derinliklerine inerken, bir yandan da günümüz verileri ile adaptasyon sürecine okuyucu istemsizce dahil olmaktadır. Bangkok’un karanlık sokaklarını ve ırmak kenarındaki köhneleşmiş yapılarını dönemin Haliç’i ile bağ kuran “Dalan Operasyonu” benzetmesi, odağınızı zamanın akışı ve değişime çevirdiğinde; Kahire’de Tahrir Meydanı’ndaki coşkulu kalabalık tarifi, dimağınızda henüz yaşanmamış Mısır Devrimi’ni ve yaşanan çatışmaları canlandırabilmektedir. Yine ironik bir şekilde; metinlerde geçen Amerika’nın gelişmişlik düzeyi “otomobil sayısının artışı” ile tariflenirken, siyahi ırkın maruz kaldığı davranış biçimleri ve göç; aydınların bir numaralı tartışma konusuyken; henüz Steve Jobs ısırılmış bir elma ile sahneye çıkmamış ve Barack Obama başkan olmamıştı.
Sonuç
Dorsay kitabında, okuyucuyu dünyanın farklı kıtaları arasında; sanattan, mimariden, şehir dokusundan-yeme içme kültürüne, tehlikeden terk edilmişliğe, kısacası yaşam ve ölüme dair ne varsa dem vuran; kuralı ve sırası olmayan baş döndürücü bir yolculuğa çıkarırken, mimarlar ve kent plancılar için ayrıca önemi; yakın geçmiş okumalarında kentsel hafıza ve kent imgeleri üzerinden bu hızlı değişim ve dönüşümün gözler önüne serilmesinin yanı sıra, yaşam ve ölüm fenomeninin kentler üzerinden okunmasının çarpıcılığıdır.
Notlar
1. Micheal de Montaigne “Denemeler”.
2. Micheal de Montaigne Denemeler ”Ölüm Üzerine”.
3. 1929 yılında Nobel Ödülü alan yazar Thomas Mann romanı.
4. Donato di Niccolò di Betto Bardi, 1386 Floransa/İtalya doğumlu Rönesans öncüsü heykeltraş.
5. “SuperMarket Flower” İngiliz Vokal Ed Sheeran’ın 2017 albümünde yer alan aynı isimli
şarkı.
6. Atilla Dorsay “Yaşam ve Ölüm Kentleri” ağırlıklı olarak yazarın 1980’lerin sonu ile 1990’lı yılların seyahat izlenimlerinden oluşmaktadır.
7. Lynch, K., “Kent İmgesi”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, İstanbul.
8. Çalak, E., I., “Kentsel ve Kollektif Belleğin Sürekliliği Bağlamında Kamusal Mekanlar: ULAP Platz Örneği; Almanya” Tasarım ve Kuram Dergisi, Sayı 13, s. 34-47, 2012.