Fantastik Mimarlık: 1500-2036

Yasemin Şener, Mimar

Mimarlığın geçen yüzyıllar boyunca hiç gerçekleşmemiş fantastik geçmişinin onun bugün gerçekliğe bürünmüş geleceğinin en önemli ışığı ve esin kaynağı olduğunu hiç düşündünüz mü? Mimarlık her dönemde politik, ekonomik ve sosyal değişimlerden, teknolojik devrimlerden en çabuk ve en çok etkilenen alan oldu. Mimarlar tarih boyunca bu etkileşimden aldıkları ilhamla hep o “yeni dünya düzeni”nin perspektiflerini çizdiler. Ekonomik ya da teknolojik yetersizlikler nedeniyle hayata geçemeseler de o düşler çağdaş mimarlığın önünü açtı, ufkunu genişletti. Geçmişte, suluboya eskizlerle ya da rapidolu teknik çizimlerle resmedilen o düşsel yolculuk bugün dijital ortamda sürmeye devam ediyor. Teknolojideki yeni gelişmeler sayesinde mimarlık fantezisi yalnız çağdaş mimarlar tarafından bilgisayar ortamında yaratılan tasarım simülasyonlarıyla değil, çoğumuzun tutkunu olduğu bilim-kurgu sinema filmlerindeki ütopik animasyonlardan bilgisayar oyunlarındaki fütüristik atmosferlere kadar çeşitlenen çok farklı alanlarda sürüyor. 

Fantastik mimarlığa geçmişten bugüne retrospektif bir yaklaşımla bakılsaydı başlangıç noktası olarak en eski fütüristik çizimlerin tahmini tarihi olan 1500’lü yıllar, yani Ortaçağ sonları ele alınırdı. Kronolojik zaman tünelinin diğer ucunda ise mutlaka yönetmen William Cameron Menzies’in 1936 yılında H.G. Wells’in romanından uyarlayarak sinemaya aktardığı “Things to Come” filminin geçtiği 2036 senesi olurdu. Hollywood yapımı bu klasik bilim-kurgu filminin Lazlo Moholy-Nagy tarafından yaratılan sahne tasarımları, Art Deco stilinin hakim olduğu 20. yüzyıl başından gelecekteki mekan olgusuna bakışın ilginç bir örneği olmasıyla yalnız sinema tarihinde değil fantastik mimarlık serüveninde de çok önemli bir yer tutuyor. Yüz yıl sonraki bir gelecekte yıkılmış bir uygarlığın yeniden inşa edilişini konu alan Wells’in bu romanı, gerçek yaşamda toplum ve yapı arasında sürekli tekrar eden yaratım ve yıkım ilişkisine de fantastik bir soyutlama getiriyor. 

Peki, mimarlıkta fanteziden söz edince mutlaka akla çeşitli nedenlerden dolayı gerçeklikten/gerçekleştirilmekten uzak ütopyalar mı gelmeli? Elbette ki hayır… 20.yüzyıl başındaki Ekspresyonist hareketin öncülerinden Mimar Eric Mendelsohn tarafından tasarlanan “Einstein Kulesi” mimarlık tarihinde “inşa edilmiş fantezi”nin en ünlü örneklerinden biri olarak biliniyor. 1924 yılında kullanıma açıldığında nerdeyse eriyip yok olacak izlenimi veren kıvrımlı profiliyle bu yapı o güne -ve hatta bugüne- kadar tasarlanan hiçbir gözlem kulesiyle benzerlik taşımıyordu. Dolayısıyla mimarlıktaki “fantezi” kavramı, sıra dışı, alışılmadık, kimi zaman gerçekleştirilebilmesi imkan dahilinde ama genellikle inşa edilemeyip fantastik kalmış, zamanının çok ötesine geçmiş tasarımları içine alıyor. Tıpkı Sir Joseph Paxton’un, 10 mil uzunluğundaki kemerli bir yol boyunca dükkanları, otelleri ve restoranları sıraladığı ve hatta içinden sütunlar üzerine yükseltilmiş bir demiryolu geçirdiği “Büyük Viktoryan Yolu” projesi gibi. “Büyük Viktoryan Yolu”nun modeli, 1851 yılında tasarımı yine Paxton’a ait olan “Kristal Saray”da düzenlenen büyük fuarda sergilendiğinde aldığı eleştiriler nedeniyle belki de haksız yere inşa edilemez damgasını yemiş ve bir “fantezi” olarak kalmaya mahkum olmuştu. 

Düşsel zaman tünelinde yolculuk yapıp da fantastik mimarlığın en erken öncülerinden ikisi olarak kabul edilen Piranesi ve Boullée’yi anmamak olmaz. Karanlık ve labirentli dünyaların yaratıcı ustası İtalyan mimar Giovanni Battista Piranesi’nin kontrast ışık ve gölge oyunlarıyla bakır üzerinde yarattığı gravürleri, yalnız kendisinden sonraki mimarların değil, sahne ve dekor tasarımcılarının da ilham kaynağı oldu. Piranesi 18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca, ağırlıklı olarak antik Yunan ve Roma yerleşimlerini konu alan 2000’e yakın baskı üzerinde çalıştı. Bunların içinde belki de en etkileyici olanı -bugün bile reprodüksiyonları en çok satılan mimari gravürlerden biri olan- sıra dışı tasarımlardaki merdivenler, köprüler ve kemerlerle donattığı, ürkütücü ve karanlık hapishane tasviri “Hayali Hapishane”ydi. 

Piranesi’nin tersine, Fransız mimar Etienne-Louis Boullée’nin çizimleri daha iyimser bir geleceği düşlüyordu. Boulée’nin, Fransız Devrimi’nin karmaşasının yaşandığı 1778-1788 yılları arasında düşlediği kamu yapıları ve heykellerinin her biri, mimarlığın devrimci otorite sembolleri olarak ele alındığı bir anlayışın manifestosu gibiydi.   

Modernizm Fantezileri
Tarih boyunca sosyal, politik ve ekonomik anlamda güçlü dönüşümlerin ya da büyük savaşların yarattığı kaos ortamları, mimarların yaşanan karmaşanın üstesinden gelmek amacıyla hayal güçlerinin sınırlarını en çok zorladıkları dönemler oldu. Dolayısıyla, 20.yüzyıl başında yaşanan 1. Dünya Savaşı’nın ve 1917 yılındaki Rus Devrimi’nin ardından, Rus Konstrüktivizmi, İtalyan Fütürizmi ve Alman Ekspresyonizmi gibi bir dizi mimari hareketle biçimlenen Modernizm’in doğuşu hiç de sürpriz olmadı. 

Pek çok polemiğe neden olan fütürist manifesto, toplumun yeni makine çağı temel alınarak yapılandırılmasını amaçlıyordu. Fütürist akımın öncülerinden Antonio Sant’Elia, fütürist kenti her detayında dinamizmin, mobilitenin ve çevikliğin hissedildiği uçsuz bucaksız bir tersaneye benzetirken, onun takipçilerinden İtalyan mimar Virgilio Marchi sıra dışı mimari formlarla ve kalabalık trafik şemalarıyla biçimlendirilmiş kentsel tasarımlar yapıyordu. 

1930’lu yıllarda modern mimari, eskisinden biraz daha az ateşli olmakla beraber hala deneysel bir çizgideydi. Walter Gropius, Mies van der Rohe ve Le Corbusier gibi yeni liderlerin öncülüğünde, mimarlıkta ve kentsel planlamada rasyonellikten ve fonksiyonellikten ödün vermeyen bir anlayış benimsendi. Hatta 1920’li yılların öncü ekspresyonisti Eric Mendelsohn bile modernizmin ödünsüz yaklaşımını en az diğerleri kadar benimsemişti. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından adeta yeniden inşa edilmek zorunda kalan Avrupa’nın, kalkınan ekonomisi ve göçlerle artan nüfusuyla hızla gelişen Amerika’nın bugünkü kentsel ve mimari çehresi o yıllarda modernistler tarafından biçimlendirildi. 

Modernizm’in didaktik ve deneysel metotları ise bugün mimarlık eleştirmenleri tarafından idealist ve ütopik olarak değerlendiriliyor. Yani başka bir deyişle, fantastik 1960’lı yıllar, Modernizm’in hakimiyetine karşı dağınık isyan hareketlerinin başladığı yıllar oldu. İngiltere’de kurulan ve gerçek ötesinin kıyılarında tasarım yapan bir grup kültür karşıtı mimardan oluşan “Archigram” da o isyancılardan biriydi. Archigram, olağanüstü kent ve yapı önerilerinde, asılı duran, yüzen ya da dev böcekleri andıran ayaklar üzerine yükseltilmiş öğeler kullandılar. Hayal ettikleri kapsül kentlerin en önemli ilham kaynağının bir önceki kuşağın Amerikalı çağdaş mimarlarından Buckminster Fuller olması bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildi. 

Aynı dönemde Amerika’da, özellikle de orta-batı bölgesinde yerleşim karşıtı bir grup fantastik mimar ortaya çıktı. Tıpkı dini bir lider gibi mimar müritlerini Arizona’daki kış kampını andıran okulu Taliesin West’te toplayan Frank Lloyd Wright da bunlardan biriydi. Bruce Golf, Oklahoma’da tamamen doğal malzemeler kullanarak egzantrik mimari tasarımlar yapıyor, İtalyan asıllı Paolo Soleri ise Arizona’da mimarinin ekolojiyle uyumunu temel alan kendi yarattığı “arcology” (architecture+ecology) konseptiyle tasarladığı ütopik yerleşim yeri “Arcosanti”nin temellerini atıyordu. 

1960’lı ve 1970’li yıllarda aktif olarak üretim yapan asi ve özgür düşünceli bu mimar nesil, sıra dışı tasarımlarıyla yön verdikleri fantastik mimarlığı tanımlarını ve sınırlarını belirleyerek manifestosu olan bir mimari harekete dönüştürdüler. Hareket ivme kazandıkça da daha genç bir fantezi mimarları kuşağı ortaya çıktı. Kavramsal mimari şemalar ve fütüristik kentler üzerine yoğunlaşan İtalyan mimarlık grubu “Superstudio” da bunlardan biri oldu. Bu dönemde ortaya çıkan ve klasik mimari öğeleri ironik bir dönüşümle yeniden kullanan post-modern akım da bir başka bakış açısıyla mimarlıkta tarihsel bir fantezi arayışıydı.

Bugün, mimari fantezi dünyası bilgisayarların teknolojik sihirbazlığıyla her geçen gün daha hızlı yeni tomurcuklar veriyor. Geçmişin güçlü mirasına sırtlarını veren yeni fantastik mimarlar, tıpkı geçmişteki benzerleri gibi kent ve yapı olgularını güncel anlayışların ötesine taşımaya ve genel algıların sınırlarını genişleterek mimarlığa yepyeni anlamlar eklemeye devam ediyorlar.