Topo-Poetik Bir İlişki Üzerine

Arş. Gör. Reyya Kalay Yüzen

“…Gelecekte ne zaman bir olayla karşılaşsak, bu olayı neyin değerli kıldığını sormak zorunda olacağız.” Alois Riegl, 1901

Şekil 1. Metin izleği.

Aristotle’den süregelen, yaklaşık olarak M.Ö. 300’lü yıllara dayanan, idealar evrenindekilerin maddesel olarak bir biçim içerdiğini savunan nesnenin değerine yönelik bakış açısı, ardılında Marcus Vitrivius Pollio’nun, değerin kesinlik, düzen ve simetride yer aldığı düşüncesi ile ve 15. yüzyıla doğru gelindiğinde ise Leon Battista Alberti’nin, değerin orantılı ölçüde yattığı düşünce biçimi üzerinde şekillenir. Değerin (güzellik, estetik) yalnızca maddeden doğru geldiğini savunan bu düşünce biçimi, 18. yüzyıl itibariyle nesnede var olan temsiliyetler üzerinden değil, özneye yönelik yaklaşımların ortaya çıkarabileceği imkanlar yönünde gelişmeye başlar. Bu süreç içerisinde insan doğasını anlamaya, duyumsamanın özünü ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar İngiltere’de devam ederken, Almanya kanalında ise estetiğin bir bilim dalı olması ve estetik kavramının önemi tartışılır. Hume, özneye bağlı olarak kurulan özne-nesne ilişkisini bu süre içerisinde deneyime bağlı güzellik üzerinden açar ve beğeni, değer, güzellik gibi kavramların oransallıklara ve nedenselliğe bağlı olmadığını, aksine öznenin deneyiminde gizli olduğunu savunur. Bu süreçte, Kant da güzelliğin duygulanımlarda gerçekleştiğini, estetik olma durumunun kişiye has olduğu düşüncesini savunur (1). Bunları takiben, 19. yüzyıla doğru Vitruvius ve Alberti’ye karşı duruş sergileyen Edmund Burke’den, görme üzerinden duyumsamayı açımlayan ve bir araç olarak da algıyı ortaya koyan Conrad Fiedler’den, güzellik ve duygu arasındaki ilişkiyi irdeleyen Friedrich Nietsche’den, duygu kuramları üzerinde çalışan Clive Bell’den ve günümüze kadar gelen süreçteki birçok eleştirmen, mimar ve filozoftan bahsedilebilir. Bakıldığında, tüm bunların, öznenin tüm benliğiyle gerçekleştirdiği duyumsamayı ve algılamayı ortaya koyduğu görülür. 

Fransız filozof Henri Bergson ise öznenin imgeler arasında kurduğu ilişkilere bağlı olarak maddeyi (nesneyi) algıladığını söyler (2). Algımız bize maddeyi doğrudan olduğu gibi verir, çünkü algı ve madde aynı doğadadır. Ancak, özne algılarken maddeye ait tüm özellikleri görmez, maddenin ilgilenilmeyen ya da özneden uzakta olan kısımları özne dışında varlıklarını sürdürmeye devam eder. Maddede olduğu gibi, zamanın artık yaşamadığımız geçmişte kalan kısımlarının da bizden bağımsız olarak var olmayı sürdürdüğü, asla anımsanamayacak olsa dahi geçmişin silinmeden kaldığı söylenebilir. Pallasmaa’ya göre özne düşle, geçmişle (hafızayla) ve gelecekle bağlantılı olarak evrilir ve değişir. Ona göre, mekan üretimi hafızayla yani geçmişle etkileşim halinde olan yüzleşmelerde ve karşılaşmalarda gerçekleşir (3). 

“Doğduğumuz ev, anıların ötesinde, fiziksel olarak içimize kaydedilmiştir… Aradan yirmi yıl bile geçmiş olsa, bilmediğimiz onca merdiveni çıkmış da olsak, çıktığımız “ilk merdiven”in reflekslerine yeniden kavuşuruz… Evin varlığı da bize, bizim varlığımıza sadık kalarak tümüyle açılır. Gıcırdayan kapıyı aynı el hareketiyle iteriz, uzaktaki tavan arasına ışığı yakmadan gideriz. En küçük kapı mandalına bile elimizle koymuş gibi ulaşırız” (4).

Bachelard’ın bu sözleri, nesne (mekan, madde) ve özne arasındaki çok farklı duyumsamaları ve ilişkileri ortaya koyar. Öznenin hafızası, bir takım zihinsel edimler aracılığıyla mekanla etkileşime geçmiştir ya da mekan da kendi zamansallığında hafızasıyla özdeşleşmiştir. Bakıldığında, mekansal izlerin aslında öznenin hafızasını oluşturduğu görülür ve mekansal izler aracılığıyla, hafızanın diğer bir ifadeyle şu anın unsurları ile ödünç alınan geçmiş, yeniden üretilir. Bergson’a göre, anlar ya da bu izler sürede iç içe bulunur. Süre seyreldikçe anların iç içeliği yerini şeylerin yan yanalığına bırakır. Süreklilik gitgide zayıflar, zaman genişleyerek uzama dönüşür. Her şey sürede gevşeme ve sıkışma noktalarından başlar ve şimdi geçmişin en sıkışmış hali, geçmiş ise şimdinin en seyrek hali olur (5). Bergson’un bellek (hafıza) kavramı geçmişi anımsamaya çalışmak değildir, belleğin kendinde saklı olma biçimini düşünmektir. Süre ile eşleştirdiği bellek kavramı aracılığıyla katı olan yumuşar, uyuklayan uyanır ve süre bir yaratım, özgürlük ve potansiyel ortamına dönüşür. Çünkü süre (bellek) bu şekilde sürekli farklılıaşan bir döngü içerisine girer. Süre yaratımdır, özgürlüktür ve potansiyel bir ortamdır. Süre içerisinde her anı bir öncekine eklemlenir ya da bir öncekine bağlı olarak gelişir ve dolayısıyla her an kendinden ve diğerlerinden farklıdır ve asla ne olacağı öngörülemez. Her an yenidir, yalnızca geçmişle bütünleşerek oluşmaz aynı zamanda geçmişi de her seferinde yeniden kurar (5).

Köprüye Dair Açılım: Sürenin Fazlar
Heidegger’e göre, inşa edilmiş şeyler ayrı bir nesne olarak değil, dokunsal ve imgesel deneyim yoluyla kavranmalıdır. Buna bağlı olarak kullandığı köprü örneği için Heidegger, kıyıların ancak köprü ırmağın üzerinden geçince ortaya çıkacağını ve köprünün onların karşı karşıya durmasının sebebi olduğunu söyler (6).  Heidegger için önemli olan köprü yapımının teknik çözümlerinden, hesaplamalarından öte, fenomenolojik bir anlamının, köprünün mevcudiyetinin deneyimsel etkisinin olmasıdır. İnşa nesnesi ile inşa edilmiş şey arasındaki ayrım bu köprü örneğinde ele alındığı gibi fenomenolojik anlamda yatar. Köprü görsel bir nesne olarak hayranlık uyandırabilir, ancak Heideggerci bakış açısı ile köprünün önemi fiziksel durumdan öte deneyimsel koşulları ne ölçüde değiştirdiğine bağlıdır. Bir köprü ona göre, insanlar, toprak (topografya) ve gök arasındaki ilişkileri değiştirir ve köprü bir resim çerçevesi sunar. Üzerinden geçeni sergilerken, üzerinden geçen insanlara da köprünün çevresindeki dünyayı sergiler (7).  

Köprünün ilk inşası bile esasında poetik oluş içermektedir. Çünkü bir köprü, insanların bir noktadan diğerine geçmesine izin vererek günlük rutinleri, hayattaki davranış kalıplarını değiştirir ve yeni ilişkiler kurulmasına imkan sağlar ya da olması mümkün olmayan ilişkileri birbirine bağlar, kavuşturur. Mostar Köprüsü’nün hikayesinin bu noktada başladığı söylenebilir. Çünkü Heideggerci bakış açısını destekler nitelikte Mostar Köprüsü’nün inşasının ve mevcudiyetinin Mostar kenti içerisindeki toplum yapısında birleştirici etki gösterdiği yadsınamaz. Neretva Nehri üzerine kurulu 16. yüzyılda Osmanlı hükümdarlığı sürecinde inşa edilen, bir tarafında eskiden savaş kulesi olarak kullanılan Tara kulesinin, diğer yakasında ise alt katının hapishane olarak, üst katlarının ise bekçilerin barınağı olarak kullanıldığı bilinen Halebija kulesinin bulunduğu Mostar Köprüsü 427 yıl boyunca barış, istikrar ve hoşgörünün simgesi olarak bir aradalığın, birleştirmenin önemli bir imgesi olmuştur.

Stavrides’e göre mekan, toplumu içine alan basit bir kap değil, toplumsal pratiklerin şekillendirici bir unsuru olarak düşünülmelidir. Farklı bir gelecek tahayyül etmek, farklı toplumsal ilişkilerin yaratılmasına yardımcı olabilecek mekansallıkları tecrübe etmeye ve kavramsallaştırmaya çalışmak anlamına gelir (8). Bakıldığında, Mostar Köprüsü üzerine kurulan bir aradalık ve birleştirme imgesinin, köprünün inşasının 427 yıl sonrasında, 1993 yılında bölgede hakimiyeti olan Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşanan ayrımcılığın, ayırmanın önemli bir imgesi haline dönüşmesi mekanın toplumsal pratikleri de dönüştürmesi olarak örneklendirilebilir. 1992-1995 yılları arasında Boşnak-Hırvat-Sırp taraflarının bağımsızlık için verdiği savaşta Hırvatların 1993 yılında köprüyü bombalaması yalnızca bir mekanın yok edilmesi olarak okunmamalı, toplumsal ilişkiler açısından da değerlendirilmelidir. İki farklı toplum yapısının köprünün birleştirici etkisinden sıyrılarak ayrışması, bir köprü olarak mekanın ise bu durumda imge haline gelmesi mekanın gücünü açıkça ortaya koyar. Stavrides’e göre, toplumsal mücadeleler ve hareketler, eşiklerin biçimlendirici potansiyelliklerine maruz kalırlar (8). Mücadele sürecinde deneyimlenen “süre”nin fragmanları ya da fazları, eşik vasfına sahip mekanlarda ve zamanlarda şekillenir. Köprünün yıkımı ile beraber bir köprünün ayırma ve bağlama, birleştirme potansiyeli açığa çıkar. Gerçekleşen yıkım, esasında bir yıkım olarak değil, geleceğe götüren geçici bir eşiğin inşası olarak okunmalı ve köprünün tüm bu hafızası içerisinde, gerek toplumsal, gerek yapısal olarak her anlamda bir eşik görevi gördüğü düşünülmelidir. Hem iki yakaya ait olan, hem de hiçbir tarafa ait olmayan köprünün farkındalığı için eşikte durmak, eşiğin değerini anlamak gerekmektedir. 

1993’de Hırvatların topçu darbeleriyle yok edilen ve Bosna Savaşı’nın sembolü haline gelen Mostar Köprüsü için, 1994 yılında yeniden imarına karar verilir ve köprü, barış anlaşmalarının önemli bir imgesi haline gelir. Kültürel mirasın da bir sembolü haline gelen köprünün yeniden inşaatı, özellikle Mostar’da, şehir ve ülke birliğinin yeniden sağlanması için alınması gereken zorunlu bir tedbir olarak görülür. Yeniden yapım sürecinde, UNESCO’nun kararlarına göre, kemerdeki deformasyonun aynen uygulanması istendiğinden kemerin 427 yılda yavaş yavaş edindiği deformasyon, taş ustaları eliyle ve her bir kemer taşına ayrı ayrı uygulanmak suretiyle oluşturulur (9). Bu durumun aslında, köprünün yıkımdan önceki zamanı ve savaştan sonra yeniden yapıldığı zamanı birbirine bağladığı söylenebilir. Aradaki savaş yılları ve köprünün yıkımı, belki sürenin en önemli fazlarından biri, belleğin anımsamak istemediği, şimdiyi delmek istediği bir aralıktır. Aslında yapının yeniden aynısının inşa edilmesi bu açıdan da önemlidir. Bu noktada, zamanın durduğu, sürenin sıkıştığı ve sıkıştığı noktanın yok sayılmak istendiği bir aralığı tariflemek mümkündür.

Yeniden inşa edilen köprü, bu süreçten sonra artık tüm bu zamansallığı içinde farklı poetik eşikleri yaratma gücüne sahiptir. Var olanın parçalandığı, yeni olasılıkların türediği bir aralığı, olasılıklar çerçevesini sunan poetik durum, bir özne gibi davranan topoğrafyanın belleğini, öznelliğini ortaya koyar. Topoğrafya artık anlamını kendinden her seferinden yeniden ve başka olacak şekilde üretir. Namevcudiyetin mevcudiyeti olan köprü artık, her ne kadar fiziksel olarak geçmişin aynısı şeklinde var olsa da zihindeki imgesi sebebiyle farklıdır. Köprüye dair sürenin bu aralığı içinde, durumların kendini mutlak biçimde ortaya koyması mümkün değildir. Her şey, süredeki gevşeme ve sıkışmalarla eklemlenmeye başlar ve süre seyreldikçe anların iç içeliği, yerini şeylerin yan yanalığına bırakır. Bergson’un süre kavramı, topoğrafyanın anlamında, belleğinde kendini bulur. Sürenin seyrelmesi, yani şeylerin yan yanalığı muğlak bir oluşum olarak algılanırken, muğlak oluşum, aslında birçok farklı anları içermekte, her seferinde kendini yeniden üretmekte, her birleşimden farklı olmaktadır. 

Mostar Köprüsü’nün belleği, bu belleğin nesnelliği ya da öznelliği, bu köprüyü deneyimleyen bir mostarinin de aynı şekilde öznel yönelimi üzerinden okunabilir. Çünkü, köprü bu süre içerisinde Heideggerci bakış açısını destekler nitelikte öznel deneyimlerde kendi anlamını bulur. Farklı poetik eşiklere tanıklık eden ve hafızasında bunlara dair izler barındıran ya da biriktiren Mostar Köprüsü’nün özne-nesne olma durumu bir mostari üzerinden sınanır. Geçmişin en gevşek hali olan bir şimdinin inşası mostarinin hikayesinin başlıca odak noktasıdır. Hikaye, Vassaf’ın (2012), Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nde çalışırken Mostar’da bir evde kalması ile başlar. Evrensel bir üne sahip Mostar Köprüsü üzerine yaptığı gözlemlerini not alan Vassaf, anı notları diye yazmaya başladığı notların ayakta bekleyen bir köprü bekçisinin nöbet defterine dönüştüğünü dile getirir. Günlerce, üzerinden onlarca turistin geçip gittiği köprüyü bekler, köprüyü sahiplenir, köprü ise onu etkisi altına alarak zapt eder (10). Köprüye dair düşüncelerini şu şekilde dile getirir; “Bana neler yaşattıysa ben de dünyamı, duygularımı, düşünce ve hezeyanlarımı onunla paylaştım. Ta ki bir gün beni azad edene kadar. Mostar’da ne yaşamaya acelem var ne de ölmeye” (10). 

Bu sözleri aslında onun bir arafta olduğunu, köprünün hafızasından etkilendiğini gösterir. Bu nedenle Vassaf köprüyü uzun bir süre geçemez. Bir mostari için sürenin fazları kendini Mostar Köprüsü’nün hafızasında bulur. Başlangıçta bir “topos” olarak ele alınan Mostar Köprüsü artık, mostari için özne, nesne, topoğrafya, yer, mekan olarak nitelendirilebilir.  Çünkü bu süre içerisinde köprü anlamını değiştirmiş ve sonunda köprünün nesne-özne olma durumu iç içe geçmiştir, köprü poetikasını ortaya koymuştur.

Şekil 2. Sürenin fazları (geçmiş ve şimdi arasında); şeylerin iç içeliği ve yan yanalığı.

Sonuç Yerine: Fark-Değerin İnşası
Sonuç olarak, bir “topos” olarak ele alınan Mostar Köprüsü örneği dahilinde çerçevelenen kavramlar arasındaki ilişkilerde poetik olanın arandığı söylenebilir. Köprünün hafızası burada açımlanır ancak poetik olan yalnızca bir geçmişin yankısı değildir. Bachelard’a göre, uzak geçmiş bir hayalin parlamasıyla, yankılarla tınlar. Bu yankıların ise hangi derinliğe kadar yansıyacağı kestirilemez, bu sebeple poetik olan yeniliği ve etkinliği içinde taşır, kendine özgü bir varlığa ve dinamizme sahiptir (4). Poetik oluş kendini sürekli çeşitlendirir. Bu süreçte özne-nesne ikiliği yanardönerdir; tersyüz olurken sürekli olarak bir faaliyet içerisindedir. O halde, poetik olanın bellekle olan ilişkisinin varlığı üzerine konuşulabilir ve poetik oluşun da aslında sürenin içinde yer aldığı söylenebilir. Mostar köprüsü üzerinden açımlanan topoğrafya kendi poetiğini hafızası ve süresi içerisinde ortaya koyar ve topo-poetik ilişki kendini öznellikte saklar. Bu öznellik, gerek öznenin kendisinin, gerekse bir nesne olarak inşa edilen köprünün zaman içerisindeki öznelliğe olan dönüşümü olarak ele alınabilir. Poetik olanın topos ile ilişkisi kendini belleğin yani sürenin fazlarında inşa eder ve bu durumda öznenin ve nesnenin sınırları birbirine karışır. Geçmişin en sıkışmış hali olan şimdi kendini her seferinde yeniden üretir ve her şimdiyi şıkıştırarak yeni şimdiler ortaya koyar. Önemli olan geçmişin tekrarlanması değildir, geçmişe bağlı olarak şimdinin yenilenmesidir. Bu durumun ise yapının biricikliğini ortaya koyduğu söylenebilir. Riegl, Modern Anıt Kültü adlı kitabında bir eserin değerini, geçmiş zamana atıfta bulunan anımsatma değeri kategorisinde değil, şimdiki zamana ait olan güncel değer kategorisinde konumlandırır. Bu bağlamda, tüm tarihi eserler zaman ve mekandan bağımsız bir mutlak sanat değeri içerdikleri için değil, tam tersine, içinde üretildikleri o geri dönülemez zamanın ruhundan bir parça taşıdıkları için anıt değerine sahiptirler. Bir başka deyişle, zamana ve mekana bağlı oldukları için biriciktirler (11). Bu bağlamda, poetik olanın “topos”un belleğinde yattığı ancak bu imgelerin yalnızca yapının değerini ortaya koymadığı, önemli olanın bu süre (bellek içerisindeki) fazlarının her seferinde geçmişi yeniden kurarak şimdilere yeni anlamlar katmasında ortaya çıktığıdır. Mostar Köprüsü’nün hafızasının bir mostarinin ortaya koyduğu şimdilikte ortaya çıkması, bu durumun değerini, farkını ortaya koyar. Fark-değer, bu topo-poetik ilişkinin şimdiyi yeniden, her seferinde farklı bir şekilde üretmesinde yatar. 

Not
Topo-Poetik Bir İlişki Üzerine adlı bu metin, 2018-19 Bahar Dönemi’nde, İTÜ Mimari Tasarım Doktora Programı’nda Prof. Dr. Ayşe Şentürer tarafından yürütülmüş olan “Mimaride Estetik Olgusu: Poetik Oluşa Dair” dersi kapsamında, “Topo-Poetik İlişki Üzerinden Fark-Değerin İnşası: Mostar Köprüsü” başlığı ile üretilmiştir.

Kaynaklar

  1. Gage,  M.  F. (2011). “Immanuel Kant”. Aesthetic  Theory:  Essential Texts  for Architecture and Design içinde, W&W Norton Company, London.
  2. Bergson, H. (2007). Madde ve Bellek. Çeviri: Işık Ergüden. Dost: Ankara.
  3. Pallasma, J. (2005). The Eyes of the Skin, Second Edition, John Wiley&Sons, New Jersey.
  4. Bachelard, G. ve Tümertekin, A. (2017). Mekanın Poetikası, Dördüncü Baskı, İthaki Yayınları, İstanbul.
  5. Deleuze, G., & Yücefer, H. (2006). Bergsonculuk. Otonom Yayıncılık
  6. Heidegger, M. (1971). Building dwelling thinking. Poetry, language, thought, Harper & Row, New York.
  7. Sharr, A., (2007). Thinkers for Architects / Heidegger for Architects, Routledge, London; Çeviren: Atmaca, V. (2017). Mimarlar için Heidegger, İkinci Baskı, Yem Yayınları, İstanbul.
  8. Stavrides, S. (2016). Kentsel Heterotopya: Özgürleşme Mekanı Olarak Eşikler Kentine Doğru, Sel Yayıncılık, İstanbul.
  9. URL1:http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/SERT-Halide-MOSTAR K%C3%96PR%C3%9CS%C3%9C-BOSNA-HERSEK.pdf
  10. Vassaf, G. (2012). Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
  11. Riegl, A. (2015). Modern Anıt Kültü, Daimon Yayınları, İstanbul.