Mimarlık ve tasarım topluluklarındaki pek çok kişi COVID-19’un ardından hayatın hiçbir unsurunun bir daha aynı olamayacağı düşüncesiyle şu soruları soruyor: Bundan sonra kentler nasıl olacak? Mekanlar nasıl biçimlenecek? Tekrarlanabilecek salgınlar sürecinde kamusal alanları eskisi gibi kullanamayacağımız, sosyal mesafeyi koruyarak yaşamak zorunda kalacağımız bir dünya olasılığında tasarımın belirleyicileri neler olacak?

Yasemin Şener, Mimar

Henüz yolun başında olduğumuz için pandemiden çıkarılacak dersler hala belirsizliğini korusa da, COVID-19’un ıssızlaştırdığı tüketim odaklı kentlerimizi ve kamusal alanlarımızı tahminimizden çok daha hızlı bir şekilde yeniden düşünmek ve dönüştürmek zorunda kalacağımız su götürmez bir gerçek.

İsrailli yazar ve tarihçi Yuval Noah Harari’nin, 20 Mart 2020 tarihinde Financial Times’ta yayınlanan “Koronavirüs’ten Sonraki Dünya” başlıklı makalesinde vurguladığı gibi, “Hiç değişmeyecek sandığımız köklü sistemlerin saatler içinde değişebildiği ve sonuçlarının hızla görülebildiği bir sosyal deneyin canlı kobayları” gibi miyiz? Bu trajik sosyal deneyle beraber mevcut sağlık, eğitim, sosyal yaşam ve çalışma alışkanlıklarımızın tümünün değişimine
mi tanıklık ediyoruz?

Bir süredir çalışma mekanlarını biçimlendiren açık ofis sistemleri, ortak kullanım alanları ve sosyal alanlar, hele ki farklı zaman dilimlerinde çok sayıda kişi tarafından kullanılabilen paylaşımlı ofisler bugün öncelikle kaçınmak zorunda kaldığımız mekanlar haline geldi. Pek çoğumuzun evlerimizden çalışmak zorunda kaldığı bu dönemde, uzaktan ve esnek çalışma sistemlerinin üretken ve sürdürülebilir olduğunun daha geniş kitleler tarafından anlaşılması halinde ofislere olan ihtiyaç azalabilir ve çalışma mekanları mevcut dinamiklere göre yeniden biçimlenebilir.

COVID-19’la olan mücadelede kamusal alanlarda bulaşı minimuma indirmek için teması azaltan, hijyeni ön plana çıkartan ve enfeksiyonu tespit eden sistemler, kentleri ve mekanları biçimlendirirken ele alınması gereken yeni unsurlar mı söz konusu olacak? Otomasyon sistemleri, sesle çalışan asansörler, termal kontrol istasyonları ve UV dezenfeksiyon sistemleri gibi teknolojiler, içinde yaşayacağımız bu yeni dünyanın mekansal öncelikleri haline mi gelecek?

Bu sayıdaki Dosya sayfalarımızı mimarların ve akademisyenlerin bu sorulara verdikleri yanıtlara ayırdık.

(Görsel: Plastique Fantasy tasarımı, doktorlar için mobil kişisel koruyucu alan)

“Bu tip musibetler bize her zaman geriye bakıp, ters giden veya aksayan şeyleri düzeltmek ya da kıymetini bilmediklerimizi yeniden değerlendirmek için fırsatlar sunar. Hayatın her alanında üstelik… Kamusal alanları bir daha düşünmek, mutfak tasarımını tekrar ele almak, ofis mekanlarına yeniden bakmak ve başka birçok potansiyel tartışma ekseni sadece mimarlık alanında bir çırpıda sayabildiklerim…”

Evren Başbuğ, Y. Mimar
Studio Evren Başbuğ

Are you alive?* Bu soru gelmiş geçmiş en iyi bilim kurgu/dramalardan biri olan 2004 yapımı yeni nesil “Battlestar Galactica”nın pilot bölümünde duyulan ilk cümle. İlginç olan ise bu sorunun insan yapımı makinelerden zaman içinde evrilerek neredeyse tamamen insan görünümüne sahip olmuş akıllı bir varlık tarafından doğma büyüme gerçek bir insana soruluyor oluşu. Bize neyin canlı neyin cansız olduğunu ya da gördüklerimiz karşısında bu sınıflandırmanın halen anlamlı olup olmadığını bir çırpıda sorgulatan ve yerleşik algılarımızı yerle bir eden bir gücü var bu sorunun. Salgın günlerinde bu garip duruma dair farkındalığımızı diri tutmak ve önceliklerimizi belirlemek açısından kendimize de sık sık sorabileceğimiz, oldukça faydalı bir soru aynı zamanda.

İzleyenler hatırlayacaktır; Battlestar Galactica serisi temelde insan yaratımı bir yapay zeka ırkı olan “cylon”ların insanlığı tamamen yok etmek üzere 12 insan kolonisine karşı başlattıkları topyekün bir saldırıyla açılır. Saldırının başarısının ardında yine insana ait kusurlar ve zaaflar vardır. Kusursuz bir makinenin işleyişi gibi planlanmış zekice bir operasyona şahit oluruz ilk 30 dakika içinde. Tam anlamıyla görsel bir şölendir ekrandaki (Garip ama insan ırkına dair yok oluş senaryoları bana haz veriyor. Bunda da yalnız olmadığımı hissediyorum. Ne yani; bu gezegenin en tehlikeli canlısının göz göre göre gelen kaçınılmaz sonunu izlerken oturup üzülmeli miyiz?). Bu saldırıdan çok az sayıda insan kurtulur ve sonsuz uzay boşluğunda bir çeşit kaçak / mülteci hayatına başlarlar. Yapım izleyiciye dört sezon boyunca, şanslı biçimde bu büyük felaketten kurtulan azınlığın geri dönülemez biçimde değişen hayatlarını, alt üst olan düzenlerini ve rutinlerini, bambaşka dinamiklerin ve her anlamda (yönetsel, ekonomik, sosyal, vs.) kaotik bir ortamın hüküm sürdüğü yeni ve ilginç bir toplumsal durumu resmeder. Battlestar Galactica temelde bilim kurgu sınıfına girse de, insani / sosyal boyutları ağır basan önemli bir postapokaliptik drama örneğidir.

Son bir aydır küresel çapta bir virüs tehdidine karşı evlerimize kapandığımız bu izolasyon koşulları altında Battlestar Galactica çok sık aklıma geliyor. Kendi yaşamlarımızda tanık olduğumuz küresel düzeyde insanlığı tehdit eden ve olası sonuçları özelinde anlamlandırabildiğimiz ilk ciddi sorunla karşı karşıyayız (Ortalama insan zekasının iklim krizi, küresel ısınma, bitmeyen savaşlar, insani krizler, kıtlıklar, halk sağlığı sorunları, gittikçe otoriterleşen yönetimler ve en temelde vahşi kapitalizmin yarattığı ekonomik ve sosyal açmazlara dair gözünün önündeki parçaları birleştirecek seviyede olmaması sebebiyle bu tehlikelerin tümü kategori dışı kalıyor). Ayrıca sorunun kaynağının da canlı mı, cansız mı olduğu sorusuna bilimsel olarak net bir cevap verilemeyen bir aktör; bir virüs olması da ironik. Bütün bunlarla birlikte tehditin ciddiyeti karşısında toplumsal hayatta kısa sürede gerçekleşen birçok dönüşüm de Battlestar Galactica ile paralellik kurmamızı kolaylaştırıyor doğrusu. Durumumuz o kadar umutsuz görünmemekle birlikte, bu kriz dünya üzerindeki varlığımızın ve sarsılmaz sandığımız düzenlerimizin aslında ne kadar kırılgan olduğunu bize hatırlatması açısından çok ufuk açıcı. Mesela kendimize şu soruyu sorabilir ve cevabından ürkebiliriz; henüz elimizde kesin bir tedavi yöntemi olmayan COVID-19’a sebep olan virüs, aynı yüksek bulaşma oranında ama çok daha yüksek, örneğin Ebola kadar öldürücülüğe sahip bir virüs olsaydı ne olurdu? Her gün hastanelerde ve evlerde milyonlarca insanın öldüğü, tür olarak neslimizin tükenme olasılığı ile karşı karşıya kaldığımız bir ortamda yine hiçbir şey olmamış gibi evlerimizde organik unlardan ekmekler yapıp kütüphanemizin önünde poz vererek ders anlatabilecek miydik? Ya riskin büyüklüğü karşısında çevrimiçi marketler, gıda tedarik zincirleri, lojistik firmalar ya da daha kötüsü devlet mekanizması çalışamaz duruma gelseydi? Belki bu sefer şanslıyız ama bu olasılıkların aslında çok mümkün senaryolar olduğu gerçeğiyle yüzleşerek başlayabiliriz düşünmeye. Meseleye bu perspektiften bakınca, mimarlığın üzerimizdeki yaşamsal etki alanı (Mesleğimizin etki alanı demişken değinmeden geçmeyelim; kıyamet gelip çattıktan sonra kurtarma yazılısı verirmişcesine girişilen “Bakın biz de insanlığa faydalı bir meslek grubuyuz!” alt temalı, beyhude (ve gülünç) tasarım çabalarına ne demeli? Sanki bu hengamede mimarlara fikirlerini soran varmış gibi…) ve salgının mimarlık ürünleri veya mesleki pratikler üzerindeki olası etkileri oldukça önemsiz ve anlamsız görünüyor. Yine de odağı ve büyük resmi gözden kaçırmadan biraz fikir yürütmeyi deneyebiliriz.

Biz son yıllarda giderek artan biçimde kamusal açık alanlar üzerine çalışıyor ve üretiyoruz. Ya da bu ölçekteki işlerimiz diğerlerine göre doğal olarak daha görünür durumdalar diyelim. Kentin açık alanları salgın sonrası dünyadaki olası değişimi gözlemlemek için oldukça iyi bir başlangıç noktası olabilir. Belli ki parklar, kıyılar, sokaklar ve meydanlar en azından bir süre daha boş kalacak. Ama bu durum çok uzun sürmeyecek. İnsan, doğası gereği eve kapanmaya uygun bir canlı değil. Salgın tehlikesi geçtiğinde veya risk azaldığında insanlar belki eskisine oranla daha temkinli davranacaklar ama mutlaka yeniden evlerinden dışarı çıkacak, kamusal alanları dolduracaklar.

Kamusal alan, toplumsal yaşantının önemli bir parçası olarak bireylerin sosyalleşmelerine ve karşılıklı etkileşime olanak vermesinin yanında, insanın iç dünyasına açılan bir kaçış kapısı da aynı zamanda. Zaman zaman kentin koşuşturmacasından sıyrılıp kafa dinlemek, bir parkta ağaçların altında ya da deniz kenarında oturup uzaklara dalmak, toprağa değmek ya da sadece amaçsızca yürümek, yürürken hafif hafif esen rüzgarı yüzünde hissetmek, bir yandan kuşların sesini bir yandan yaprakların hışırtısını dinlemek, gün batımında oluşan gölge oyunlarıyla oyalanmak… Bütün bunlar hepimiz için çok temel ihtiyaçlar. Kamusal alan, insanın özellikle kent yaşantısı içinde kaybettiği, doğayla arasındaki bağı tekrar tazelemesine imkan veren eşsiz bir deneyim zemini. Evde kaldığımız bu kısa süre içinde geçmişte sahip olduğumuz birçok şey gibi bu temel özgürlüklerimizin (ve ihtiyaçlarımızın) de ne kadar hayati öneme sahip olduklarını anlamış olmalıyız. Ben salgın sonrasında kamusal alanın hem tasarım hem de kullanım anlamında yeniden keşfedileceğini düşünüyorum.

İkinci değinmek istediğim konu, servis sektöründeki olası dönüşümler. Lojistik firmaları altın çağlarını yaşarken, özellikle gıda alanında çalışan işletmeler için önümüzdeki dönemin biraz zorlu geçeceğini hissediyorum. Bunun sebebi ise karantina koşullarında insanların kendi evlerindeki mutfakları yeniden keşfetmiş olmaları. Özellikle salgın sonrasında bizi bekleyen ekonomik daralma ve toplumdaki yeni hijyen hassasiyetleri ile birlikte düşünüldüğünde mutfakta yepyeni becerilere sahip insanların gastronomik tüketim alışkanlıklarının bir miktar değişeceğini öngörmek yanlış olmaz. Bu da zaten çok zor ayakta duran birçok işletmenin piyasadan silineceği, sadece köklü ve işinin ehli işletmelerin sağ kalabileceği anlamına geliyor. Her durumda, bildiğimiz anlamda “yemeğe çıkma” deneyiminin mekansal olarak dönüşeceğini öngörebiliriz. Buna karşılık evin ve özellikle de mutfağın yeniden keşfi, hem mekansal tasarım hem de mutfak odaklı üretim sektörleri açısından hareketli ve yaratıcı bir döneme işaret ediyor.

Son değineceğim konu, çalışma mekanları. Esnek çalışma modelleri, salgın öncesinde de dünyada tartışılan, hatta bazı yenilikçi firmalar tarafından halihazırda uygulanan modellerdi. Belirli bir fiziksel mekan gerektirmeyen ya da daha esnek mekanlarda yürütülen çalışmanın çoğu durumda verimi artırıcı etkisi olduğunu ortaya koyan araştırmalar mevcut. Salgın, bu dönüşümü çok hızlandıracak. Hatta risk azaldığında ve hayat normale dönmeye başladığında bir beyaz yaka çalışan krizinin kapıda olduğunu düşünüyorum. Firmaların bunca ay uzaktan aynı verimle işleri yürüten çalışanlarını ofis mekanlarına ve eski lojistik organizasyonlarına geri dönmek için nasıl ikna edeceklerini merak ediyorum. Her durumda orta vadede ofis mekanlarının cazibesinin artırılması gerekecek. Bu da ofis tasarımında köklü bir değişikliğe işaret ediyor. Her metrekarenin satılabilir alan olarak değerlendirildiği mevcut mekansal verim modeli, yerini çalışan verimi odaklı bir modele bırakacak.

Bu fazlaca spekülatif ve hayli noktasal öngörülerden sonra yazıyı bitirmeden, biraz geriye çekilip toplumsal yaşamın ve bununla birlikte mimarlık faaliyetlerinin orta ve uzun vadede geçireceği olası dönüşümlere de uzaktan bakmakta fayda olabilir. Bir süredir kent çeperine ve kırsala yoğun bir ilgi olduğu görülüyor. Üretimi, tarımı, ekolojik hassasiyetleri ve sürdürülebilir bir yaşam biçimini teşvik eden bir anlayış gelişiyor. Bunun ilk etaptaki etkisi de doğal olarak kentten kıra doğru bir karşı göç dalgası olarak ortaya çıkıyor. Bu trend yalnızca kent yaşamından bunalan beyaz yakalıların sefil hayatlarını anlamlandırma hevesiyle açıklanamaz. Tüketerek dibini gördüğümüz doğal kaynaklara dair farkındalığın artması, küresel ölçekte yaşanan makro ekonomik daralmanın etkilerinin hissedilmesi, kentlerin ve endüstrinin ekosistem üzerindeki yıkıcı etkilerinin ayyuka çıkması ve insanın doğayla arasındaki bağı yeniden tesis etme arzusu gibi ciddiye almamız gereken daha somut gerçeklik emareleri var bu hareketin ardında. Bütün bunların doğrudan küresel salgınla ilgili olmadığını akılda tutarak mimarlık pratikleri üzerindeki etkileri ile ilgili spekülasyon yapabiliriz. Doğa ile, tarımsal üretim ile her düzeyde (malzeme, strüktür, finansman, kullanım) daha sürdürülebilir ve dengeli ilişkiler kurmayı öncelik haline getiren yeni bir mimarlık pratiği gelişiyor. Bazı durumlarda bu pratiğin bildiğimiz anlamda tüm mesleki ilişki biçimlerini (işverenin tanımı, tasarımcının tanımı, katılım süreçleri, finansman modeli, vs.) de ters yüz ettiğine şahit oluyoruz. Örneğin, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından geçtiğimiz aylarda açılan “Olivelo / İzmir Kent Çeperinde Ekolojik Ortak Yaşam Alanı Fikir Projesi Yarışması”, konusu itibarıyla bu dönüşümün ilk kez kurumsal düzeyde bir talebe dönüşmüş halini yansıtıyordu. Bu anlamda yalnızca kamu nezdinde değil, özel sektörde de yakın zamanda yatırım alışkanlıklarının değişeceği görülüyor. Zaten gerçekleşmekte olan bu dönüşümün, salgın sonrasında malum sebeplerle daha da hızlanacağını öngörmek mümkün.

Ama her şey tahmin ettiğimizin tam tersi biçimde de gelişebilir… Belki de kısa süre içinde bir aşı ya da kesin tedavi yöntemi geliştirilerek COVID-19 tehlikesi bir daha karşımıza çıkmamak üzere bertaraf edilecek. Bu “talihsiz” senaryoda insanoğlu elbette kendisinden beklenen olağan tepkiyi verecek ve sanki bütün bunlar hiç yaşanmamışcasına bir çırpıda eski hayatına geri dönecek. Halbuki bu tip musibetler bize her zaman geriye bakıp, ters giden veya aksayan şeyleri düzeltmek ya da kıymetini bilmediklerimizi yeniden değerlendirmek için fırsatlar sunar. Hayatın her alanında üstelik… Kamusal alanları bir daha düşünmek, mutfak tasarımını tekrar ele almak, ofis mekanlarına yeniden bakmak ve başka birçok potansiyel tartışma ekseni (Örneğin, çevrimiçi stüdyo deneyimini yaşadığımız şu günler, mimarlık eğitiminin yeniden ele alınması için müthiş bir fırsat sunmuyor mu bize?) sadece mimarlık alanında bir çırpıda sayabildiklerim. Bunları gündeme almak ve hayatlarımızı daha iyisine doğru dönüştürmek için COVID-19 gibi tehlikelere ihtiyacımız yok aslında.

Battlestar Galactica’nın şanslı (ya da şanssız) mültecileri için yaşadıkları kayıp çok büyüktü. Geri dönecek bir evleri bile kalmamıştı. Halbuki biz şimdilik ucuz atlattık gibi. Önemli olan ise bu şansı nasıl değerlendireceğimiz.

(*)Türkçe’ye “Yaşıyor musun?” veya “Sen canlı mısın?” şeklinde çevrilebilir.

“Mimarlar olarak zaten bir süredir Sharon Davis, Toshiko Mori, Francis Kere, Alejandro Aravena ve Takaharu Tezuka gibi neo-liberal ekonomik model dışında işler yapmaya çalışan mimarlara daha çok kulak vermekteydik; o yüzden COVID-19’un mimarlık için radikal değişiklikler getireceğini değil, zaten olmakta olanın hızlanmasına neden olacağını görüyorum.”

Can Boyacıoğlu, Dr. Öğr. Üyesi
Gebze Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü

COVID-19 nedeniyle bir panik havası içerisinde, bir yandan bilişim teknolojileri sayesinde an ve an izleyebildiğimiz hasta insan ve vefat sayıları ile göz gözeyiz; öte yandan pandemi nedeniyle kapanan iş yerlerinin ve aksayan üretimin kaygısı içerisinde ekonomik verileri takip ediyoruz. Evlerine kapanmış beyaz yakalılar hayatlarında hiç olmadıkları kadar kıyametle burun buruna hissediyorlar kendilerini. Pandeminin önemini yadsımamakla birlikte, içinde yaşadığımız krizin halihazırda bedenlerimizin bir uzantısı haline gelen bilişim teknolojisi odaklı, artırılmış benliklerimizin krizi olduğunu belirtmek istiyorum. Aslında hiç olmamış bir bilgi bombardımanı dönemi içerisindeyiz. Sadece anı yaşamanın garip post-insani tutkusunu, ilk kez deneyimlediğimiz varlıksal bir tehdit yüzünden baskılamak zorunda kalıyoruz. Bu yeni deneyim sanki dünya başımıza yıkılıyormuş gibi bir his uyandırıyor içimizde; oysa yaşadığımız süreç o kadar normal ki, tek yapmamız gereken evlerimizde beklemek ve evlerinde bekleyebilecek ekonomileri olmayan insanların sorunlarına çare bulacak politikaların önünü açmak. Öncelikle bu ne ilk, ne de son pandemi. Karşımızdaki virüs binlerce yıldır bu gezegende gezinen insan bedeninin çok yakından tanıdığı bir virüs. Bu noktada bir parantez açmak gerekirse, iklim bilimciler yüz binlerce yıldır permafrostun altında bekleyen ve insan bedeninin hiç karşılaşmadığı virüs çeşitlerinin küresel iklim değişikliğinin etkisi ile gün yüzüne çıkmasından korkuyorlar. Böyle bir durumun yanında şu anda yaşadıklarımız sıfır kalırdı. Öte yandan COVID-19 için bu geçerli değil ve her ne kadar tekil bireyler olarak bizim için çok tehlikeli olsa da, insanlık için gerçek bir tehlike içermiyor. Tabii bu “insanlık” kelimesinden ne anladığımıza göre değişir. Mesela Harari’nin “hiç değişmeyecek sandığımız köklü sistemlerin saatler içerisinde değiştiği” söylemi ne kadar insanlığı yansıtıyor? Belirttiği köklü sistemler gerçekten köklüler mi ve bu sistemlerin yok olması insanlığı yok eder mi Yoksa bu köklü sistemler aslında kocaman bir bağlamsızlık ve geçicilik üzerine kurulu hedonizm fantazileri mi? Bir de bu yazının konusu olarak mimarlık bunun neresinde?

Bu yazıyı yazmadan önce COVID-19’un mimarlığı nasıl değiştireceği hakkında öğrencilerimle de konuşma fırsatım oldu. Aslında bu dosyada da pek çok kez tekrarlanacağını öngördüğüm belli konular, öğrencilerimin önerilerinin ve beklentilerinin de ana hatlarını oluşturmaktaydı: Bilişim sistemleri, sesli komutlar, artırılmış gerçeklik, kamusal alanda otoriterlik, konut tasarımında dönüşümler, altyapı çözümleri… Burada hatalı bir bakış açısından kaçınmak gerektiği aşikar. Mimarlık burada hep etkin olduğu bir pozisyondan bakmaya çalışıyor. Ya etkin bir kahraman ya da özgürlüğü kısıtlanacak bir tasarımcı rolünde mimar; çünkü pratisyen kimliğinin hep ön planda olması ona daha lisans birinci sınıftan beri öğretilen şey. Oysa ki, bu noktada mimarlığın dönüşümünü anlamak için dünyanın nasıl dönüşeceğine bakmak gerekiyor. Dünya dönüşecek, evet ama benim tahminim pek çok insanın beklediğinin tam tersi yönde dönüşeceği.

Pandeminin bize öğrettiği belki de en önemli şey, sistemi ayakta tutanın hala kimler ve hangi iş kolları olduğu. Hem o çok reklamı yapılan post-endüstriyel dönemin çok uzağındayız, hem de normalde iklimlendirilmiş plazalardaki işlerine gitmek için saatler süren otomobil yolculukları yapan beyaz yakalılar evlerinde de aynı işlere devam etmelerine rağmen ekonomiyi kurtaramıyorlar. Yani gerçekten sistemde o kadar da önemli bir rolde değiller ve ürettikleri o kocaman karbon emisyonu da çok anlamsız. İçinde yaşadığımız bu bolca kusurlu refah toplumları aslında daha önceden de bildiğimiz gibi işçilerin alın terleri ile ve sağlık, tarım gibi temel üretimlerin sayesinde ayakta kalıyor. Bu yeni(den) öğrendiğimiz bilgi, belki kısa vadede değil ama orta vadede değer mekanizmalarımızı kökünden değiştirecektir. Bu noktada dünyanın petrol odaklı neoliberalleşmenin tersine doğru yol alacağı öngörülebilir. Bu nedenle zaten olması gerektiği gibi orta sınıfın üstü ve altı arasındaki yarılmanın azalması gerektiğini görüyoruz. Bu da mimarlık da dahil olmak üzere bütün üretim biçimlerinden beklentilerimizi değiştirecek. Daha sağlıklı, daha ortaklaşa ve daha tutumlu olmamız gerekecek; çünkü, Almanya ve Güney Kore gibi COVID-19’a karşı başarılı olmuş ülke örneklerinden dolayı artık biliyoruz ki, bizi bir sonraki salgından koruyacak şeyler teknoloji ve tüketim odaklı noktasal çözümler değil, düzgün işleyen bir sağlık sistemi ve kırılgan olmayan dayanıklı bir ekonomi. Yani kısacası sosyal adalet. Bir de bunlara sıkış tıkış olmayan kentsel mekanları ve bilinçlenmiş insanları da ekleyebiliriz. Bu noktada bir parantez daha açmak gerekirse bunun dışındaki her teknobaskıcı çözüm önerisi, sadece var olan kıyameti daha da yaklaştırmak olacaktır.

COVID-19’un mimarlığı nasıl değiştireceği (ya da en azından değiştirmesi gerektiği) sorusuna geri dönersek, aklıma bir zamanların (noktasal çözümler bulma veya postmodern imgeler üretme üzerine değil) kentsel refahı bütünsel olarak iyileştirme iddiasındaki mimarlığı geliyor. Mimarlar olarak zaten bir süredir Sharon Davis, Toshiko Mori, Francis Kere, Alejandro Aravena ve Takaharu Tezuka gibi neoliberal ekonomik model dışında işler yapmaya çalışan mimarlara daha çok kulak vermekteydik; o yüzden COVID-19’un mimarlık için radikal değişiklikler getireceğini değil, zaten olmakta olanın hızlanmasına neden olacağını görüyorum. Olası sağlık harcamaları için para biriktiren insanlar, lüks tüketimden ve bu lüks tüketimin mimari mekanları kocaman stadyumlardan, devasa alışveriş merkezlerinden ve artık gereksizlikleri tamamen kanıtlanmış gökdelen ofis binalarından kaçacaklar. Halihazırda yaşadıkları mega kentlerde, sağı solu hastalık içerisinde evlerinde bekleyenler, salgın sonrasında çekingence de olsa o kamusal alanları yeniden dolduracak ve sonrasında insanlar yeniden korkusuzca birbirlerine dokunacaklar ama bu sefer o mega kentlerin ürettiği post-insani koşulların anlamsızlığını görmüş bir biçimde, mimari mekanın bir tüketim nesnesine dönüşmesinin sistemin kaldıramayacağı bir yük olduğunu bilerek, teknolojik araçlarla donatılmış bir yalnızlıktan tiksindirici şekilde bıkmış olarak ve sosyal adaletsizliklerin bir sonraki pandemide o an için “şanslı” durumda olanların da başını derde sokabileceğini görmüş halde.

“Güncel sosyal izolasyon dönemi kalıcı olmayacaktır. Bu dönemin ne kadar süreceğini şu anda tam olarak söyleyemiyoruz; ancak şehir kurgusunda ve yeni mimari yaklaşımlarda değişim yaratacak kadar uzun süreceğini düşünmüyorum.”

Mehmet Emin Çakırkaya, Mimar
Tekeli-Sisa Mimarlık

COVID-19 öncesi modern yaşam, hareketlilik ve sosyalleşme ile biçimleniyordu. Tatil yapmak için binlerce kilometrelik yol kat etmek, konserlere, maçlara gitmek yaşamın olağan bir parçasıydı. Günümüzün büyük kısmı kalabalık ofislerde, ortak vakit geçirilen kafelerde ve restoranlarda geçiyordu.

Bu yaşam biçimi ironik olarak gözle görülemeyecek kadar küçük, ama ölümcül COVID-19 virüsü ile yerle bir oldu. Dünya tarihinde daha ölümcül birçok salgın yaşandı, ama ilk defa modern çağda, uzun kuluçka süresi ve yüksek bulaşıcılık etkisi ile bir virüs hem sağlığımızı hem de modern yaşam biçimimizi tehdit eder hale geldi.

Şu anda COVID-19 salgınının belki de zirvede olduğu bir dönemdeyiz. Salgınla en etkili mücadele yöntemimiz ise sosyal izolasyon. Salgının ve sosyal izolasyonun ne kadar süreceği konusu belirsiz. İnsanlık hazırlıksız yakalanmış gözüküyor. Ekonomik yaşamsa alt üst olmuş durumda.

Şimdilik sadece sosyal izolasyonun yaşamımızdaki ve ekonomideki etkilerini yaşıyoruz. Evlerimiz aynı zamanda çalışma mekanlarımız oldu. Sporu ev ortamına taşıdık. Evdeki yeni düzenlemeler hepimizin mini tasarım problemi haline geldi. Hobilerimiz evde yapabileceğimiz aktivitelerle yeniden biçimleniyor.

Her şeye rağmen, güncel sosyal izolasyon dönemi kalıcı olmayacaktır. Sosyal izolasyon şu anda uygulanan hali ile sürdürülebilir değil ve bulaşma riskine de kesin bir çözüm yaratamıyor. Amaçlanan sadece salgının yayılma hızını düşürmek. Dolayısıyla, bir süre sonra ya salgının etkisini yitirmesiyle ya da bulaşan kişilerin sayısının artarak bir doygunluğa ulaşması ile sosyal izolasyonun işlevi kalmayacaktır. Bu dönemin ne kadar süreceğini şu anda tam olarak söyleyemiyoruz; ancak, şehir kurgusunda ve yeni mimari yaklaşımlarda değişim yaratacak kadar uzun süreceğini düşünmüyorum.

Buna karşılık salgın etkinliğini yitirse bile, yaşam tarzımızda ve tüketim alışkanlıklarımızda belli bir dönem büyük değişiklikler olacak. Toplu yapılan birçok aktivite bizi tedirgin edecek. Sinema, tiyatro, konser gibi sanat aktivitelerinden kaçınacağız. Kongreler, eğitim faaliyetleri uzaktan sürdürülmeye çalışılacak. Cruise gemilerinde 5.000 kişiyle deniz ortasında bulunmak, balık istifi uçaklara binmek, toplu taşıma araçlarını kullanmak bizi tedirgin edecek. Gideceğimiz restoranları masa arası mesafelere göre, açık havada oturma olanaklarına göre seçeceğiz. Çalışma mekanlarında bir dönemin en prestijli plaza ofisleri artık kapalı devre havalandırma sistemleri ile korkutucu ortamlar olarak algılanacak. Yanımızda steril mendiller taşımak, sürekli dezenfeksiyon işlemi uygulamak doğal bir davranış olacak. Kalabalık çalışılan fabrika, atölye gibi ortamlarda yeni hijyen tedbirleri uygulanacak.

Yine de tüm bu yeni davranış kalıpları salgının etkinlik süresine bağlı olarak yavaş yavaş ortadan kalkarak eski düzenine dönecek, ancak bu dönemin ekonomik etkilerinin geçmesi daha uzun sürecek. Sosyal izolasyon sonrası farklı bir kent çevresi ile karşılaşabiliriz. Sokağımızdaki küçük kafenin bir daha açılmamak üzere kapandığını görebiliriz. Alışveriş merkezlerinde birçok markanın ortadan kalktığını, hatta bazı alışveriş merkezlerinin işlevini yitirdiğini görebiliriz. Değişen tüketim alışkanlıkları ile perakende ve turizm sektöründe bu geçiş döneminin finansal yüküne direnemeyen birçok firma faaliyetlerini durdurmak zorunda kalacak. Yeniden arz talep ilişkileri, tedarik zincirleri kuvvetlenip sektörler canlanana kadar işsizlik artacak,
ekonomik bir daralma yaşanacak.

Tabii bu dönemin daha kalıcıetkileri de olacak. Evden çalışma bazı sektörlerde daha yaygın hale gelecek ve büyük ihtimalle ofis alanlarına olan ihtiyaç azalacak. Bu dönemde e-ticaretle ilk defa tanışan ve kullanan insanların artışı ile dükkanlara olan talep azalırken e-ticaret kapasitesi artacak.

Bu dönem sonrası için arzulanan gelişmiş uluslararası iş birliği, adil kaynak paylaşımı gibi yüksek sosyal farkındalık beklentilerimizin ise karşılık bulacağını düşünmüyorum. Belki bir tek elimizi daha sık yıkayacağız.

“COVID-19’un yarattığı bu ivme sayesinde, teknolojiyi de kullanarak karbon ayak izini azaltacak yaşam ve çalışma koşullarının sağlanmasını artık sadece bir niyet olmaktan çıkarıp tam anlamıyla oturtabilirsek hem salgın, hem de küresel iklim krizine ortak çareler geliştirmiş olacağız. Bu da mimarinin esnek, adapte edilebilir ve sürdürülebilir olması ile mümkün olabilir.”

Dicle Demircioğlu, Mimar
Pınar İlki, Mimar
GMW MIMARLIK

COVID-19, küresel iklim krizinin çok acil önlem gerektiren bir provası niteliğinde, tüm dünyada zorunlu olmayan her şeyin iptal olduğu, daha az ile yetinme konusunda geçici ama çok hızlı bir deneyim yaşatıyor bizlere.

COVID-19 belki bir-iki yıl daha mutasyonlarla etkisini devam ettirecek, fakat sonrasında belki onlarca yıl tekrar böyle bir salgınla karşılaşmayacağız; bu nedenle ilk etapta alınacak en önemli önlem aslında esnek kentler, yapılar ve mekanlar yaratmak yaklaşımı olmalıdır. COVID-19 için yapılmakta olan kalıcı sağlık tesisleri belki yıllarca bomboş kalacak ya da az sayıda hasta için işlevsel olmayacak ve belki de gelecekte karşımıza çıkacak yepyeni bir salgında bambaşka ihtiyaçlara cevap veremeyecektir. Bu nedenle, özellikle tam da şu anda, yapılaşmada kaynakların doğru kullanımı, adapte edilebilirlik ve esneklik çok önemli. Çünkü küresel iklim krizi, çok daha büyük ve bu günden önlem alınmadığı takdirde geri dönüşü olmayacak bir sorun olarak önümüzdeki onlarca yıl varlığını sürdürecek.

Açık ofislerin yerini tekrar oda veya bölme sistemlerine bırakması, ortak kullanım ve sosyal toplanma alanlarının sınırlandırılması gibi önlemler, bugün olan bir problemin önümüzdeki 20-30 yıl boyunca değişmeden aynı kalacağı varsayımı ile üretilmiş, ekonomi, sürdürülebilirlik ve işlevsellik gibi yıllardır bu noktaya neden geldiğimizi düşünmeden ortaya atılmış bazı ilk ve basit fikirler olabilir. COVID- 19’un yarattığı bu ivme sayesinde, teknolojiyi de kullanarak karbon ayak izini azaltacak yaşam ve çalışma koşullarının sağlanmasını artık sadece bir niyet olmaktan çıkarıp tam anlamıyla oturtabilirsek hem salgın, hem de küresel iklim krizine ortak çareler geliştirmiş olacağız. Bu da mimarinin esnek, adapte edilebilir ve sürdürülebilir olması ile mümkün olabilir.

Öncelikle mevcut binalardan başlamak gerekiyor, yepyeni bir binaya yatırım yapmadan önce mevcut yapı stoğunu nasıl günün şartlarına uydurup, yenileyip adapte edebileceğimizi değerlendirmemiz lazım. Çok büyük yatırımlarla inşa edilmiş, mevcut ofis veya konut binalarını yıkamayacağımıza göre bu binaları nasıl adapte edebileceğimizi düşünmeliyiz. Sonrasında yeni binalar için sadece salgın değil, deprem, yangın, terör saldırıları ve en önemlisi çevre felaketi gibi olası bambaşka senaryoları da göz önüne alarak düşünmeliyiz.

Pandeminin tek başına, gelecekteki yapısal çevre üzerinde, özellikle form ve fonksiyon açısından büyük değişikliklere neden olacağını söyleyemeyiz. Ama pandemi ile mücadelede de en önemli araçlardan biri olduğunu gördüğümüz “big data ve teknolojinin etkin kullanımı”nın, hem kent hem de bina ve mekan ölçeklerinde yapısal çevre ile entegrasyonunun çok yoğun olacağını söylemek mümkün.

Diğer yandan yaşadığımız bu sağlık krizi, her krizde olduğu gibi yeni önlem, yönetmelik ve düzenlemeleri beraberinde getirebilir. Ancak bunlar yapılırken diğer tüm koşul ve gereklilikler de dikkate alınarak uygulanabilir ve sürdürülebilir olmalarına ve ayrıca kontrolünün sürekliliğinin sağlanmasına dikkat edilmelidir.

“90’lı yıllarda aktif olarak kullanmaya başladığımız bilgisayarlar ve internet, 2010’lu yıllardan itibaren hayatımıza giren tabletler ve akıllı telefonlar ile zaten izole hayata kısmen hazır değil miydik?”

Kerem Erginoğlu, Mimar
Erginoğlu & Çalışlar

Bilim dünyasının henüz tedavi ve korunma yöntemini çözemediği, yarattığı ciddi sağlık sorunları yanında ekonomik hayatımızı da ciddi anlamda etkileyen bir virüs – krizle karşı karşıyayız.

Aslında bu virüsün iki boyutu var: Biri gerçekten insanları hasta eden COVID-19, diğeri ise sosyal medya e-iletişim virüsü. Zira çoğu zaman doğrulanmamış, dedikodu mahiyetindeki bilgiler bu virüsün yayılmasını sağlıyor. Üstelik bahsettiğim bu ikinci tür virüse maske takmak, el yıkamak da çare değil.

Düşünüldüğünde daha önce tecrübe edilmemiş dünya krizine oldukça hazırlıklı girdiğimizi düşünüyorum. 90’lı yıllarda aktif olarak kullanmaya başladığımız bilgisayarlar ve internet, 2010’lu yıllardan itibaren hayatımıza giren tabletler ve akıllı telefonlarla, zaten izole hayata kısmen hazır değil miydik? Tüm bu donanımlar sayesinde evlerimize kilitlendiğimiz halde çalışmaya devam edebildik.

Bu pandemi bize uzaktan çalışma teknolojilerini mecburen kullanmayı öğretti. Bu sayede gördük ki aslında fiziki olarak yan yana olmasak da bir takım işleri halledebiliyoruz.

Pek tabii toplu ulaşım, üretim, fabrikalar ciddi anlamda etkilendi. İleride insansız yürüyebilen uçan taşıtlar hayatımıza girdikçe, üretim daha da robotik hale geldikçe, hızlı dönüştürülebilir sağlık alanları yapılarımız olunca bu tür izolasyonlara karşı daha hazırlıklı bir dünyamız olacak.

Peki, bundan sonra ne olacak? Okulları, ofisleri, marketleri, AVM’leri, ibadethaneleri kapatacak mıyız? Konserler, tiyatro, opera, bale, sportif karşılaşmalar olmayacak, dijital ortamda e-spor bağımlısı mı olacağız? Tıpkı savaş durumlarında kullanmak üzere tasarlanan bodrum katlardaki sığınaklar gibi evlerimizin bir yerinde acil durum çalışma köşeleri, kuru bakliyat stoklanmış kilerler mi yaratacağız?

Ben bu kadar radikal değişiklikler olacağını düşünmüyorum. Pek tabii bir takım önlemler alınacak; muhtemelen esnek çalışma saatleri daha fazla hayatımıza girecek.

Çalışma mekanlarımızı 2000’li yıllar sonrası sosyalleşme alanlarıyla donatıyorduk. Açık ofisler, ortak çalışma masaları, paylaşım alanları. Tek derdimiz insanların birbiriyle iletişim halinde olmasıydı. Böylelikle ruhun yakalanacağına inanıyorduk. Bunların hiç birini çöpe atmayacağız. Kıymetini daha da anlayacağız.

Ofis alanlarında da kişi başına düşen metrekare oranlarını gözden geçirebilir, toplantı odalarına istiap haddi (taşıma kapasitesi) koyabiliriz. Belirli bir sayı üzerinde girilen toplantı odası sinyal verebilir. Ya da kendimize otomobillerdeki park sensörü kıvamında 1,80 metreden fazla yaklaşınca öten cihazlar takabiliriz.

Zaten hayatımıza girmiş olan temassız su bataryaları, sabunluklar dışında da elle dokunmadan günlük hayatımızı sürdürebilmemiz için tasarımlar gelişecek. Toplu ulaşım yerine yakın mesafelerde daha fazla yürüyen insan, daha fazla scooter, elektrikli bisiklet görebilir, geri dönüşümlü eldivenler üretebiliriz.

Öte yandan kentlere o kadar bağımlı olmadan da birtakım işleri yönetebildiğimizi görüyoruz. Yakın gelecekte işini uzaktan yürüten insanlara daha fazla rastlayacağız. Tüm bu olumsuzlukların yanında virüsün getirmiş olduğu izolasyon sayesinde 16 ve 19 yaşında iki “Z kuşağı” gençle de daha fazla yakınlaşarak onların kaygılarını, yorumlarını, uzaktan eğitimin getirdiği zorlukları daha yakından takip edebiliyorum.

Geçtiğimiz yıl yurt dışında okumaya başlayan kızımın yorumuyla başlamak istiyorum: “Baba her üşütüp soğuk algınlığı geçirdiğimde kendime kızıyor, bir daha asla ince giyinmeyeceğim, daha sağlıklı yiyeceğim diye kendime söz veriyor, maalesef iki üç ay sonra unutup tekrar rahatsızlanabiliyorum, bence bu virüs geçince de aynı şey olacak.”

Mutlaka dersler çıkaracağız, önlemler alacağız. Sağlık olarak, küçük bir kısmımız çok, büyük bir kısmımız az etkilenecek ve hayat mücadelemiz kaldığımız yerden devam edecek.

“Corona pandemisini bir endişe değil, insanlığın büyük dönüşümünde bir dönüm noktası olarak yorumlamak istiyorum: Dördüncü dalga. Yüzyılda bir yerine, yüzyıllar süren kavgalara odaklanmalıyız. Harari gibileri okurken örtük mesajların neler olabileceğini iyice düşünmekte yarar var.”

Prof. Dr. Şengül Öymen Gür, Mimar
TC Beykent Üniversitesi

Bundan 30 kadar yıl önce United Nations’ta yapılan bir toplantıda gazetecilerle UN Başkanı arasında şu konuşma geçer:

Gazeteci: Neden hiç devlet başkanı katılmadı bu önemli toplantıya? (Sadece bir devlet başkanı katılmıştır.)

UN Başkanı: Devlet başkanlarının hepsi buradaydı.

Artık siyasal liderlerin birer sistem kuklası olduğu açıktır. Gerçek liderler silah üreticileri, ilaç üreticileri, büyük müteahhitler, falan filandır. “Sessiz yığınlar” ise post-Fordist üretim politikalarının sonucunda tamamen pasifize edilmiş, güçsüz ve takatsiz bırakılmıştır. Financial Times’tan alıntı yapılan yazı, ortada görünen suretleri üzerinden Corona’yı devşirme güdüsüyle yanıp tutuşuyor.

O biliyor ki, Bolşevik isyanı sokaklarda devşirilmiştir. Biliyor ki, Tunus Yasemin Devrimi (2010) meydanlarda gerçekleşmiştir. Biliyor ki Occupy, Wall Street (2011) müthiş bir kalabalıkla Wall Street’ten taşmıştır. Biliyor ki, Gezi Parkı (2013) Taksim Meydanı’nda yaşanmıştır. İnternet gözetim ve denetimine karşı protestolar dünya çapında olaylardır. “Ben Charie’yim” Cumhuriyetçi Yürüyüşü (2015) kamusal alanda ve hatta heykellerin istilasıyla yaşanmıştır. Ve biliyor ki İklim Değişikliği Konferansı sırasında Place de la Republique (Paris, 2015) göstericilerin sessiz mekanı olmuştur.

Burada yaşamım boyunca savunduğum kamusal alan gibi ciddi bir gereksinmeden söz ediyorum. Ljubljana, Atina, Guimaeres ve Bordeaux gibi kentlerde yaşanan bazı müdahaleler ve muhteşem sonuçlarından başka, sosyal sınıflar arasındaki ayrımların daha keskin olduğu Londra, New York gibi kentlerde yaşanan deneyimler de kentlerden umudumuzu kesmek yerine geleceğin insanlığına dair umutlarımızı arttırıyor. Kent, insana yer açınca yaratıcı oluyor.

İnsanlık hep kentler yapmaya devam edecek. Biz, kişisel anılarımız, arzu ve isteklerimizle şekillenmiş kentsel mekanlar içinde iş görüyor, yaşıyor olacağız. Karar vericiler ne buyurursa buyursun, biz ahali olarak içinde rahatlayıp dinlenebileceğimiz, selam verip selam alabileceğimiz, oynayacağımız ve düş kurabileceğimiz mekanları istiyoruz. Korkutularak bunlardan asla vazgeçmeyeceğiz. Çünkü biz böyle gördük, böyle ortamlarda büyüdük.

Denizine, deresine dokunamadığımız kentlerin insanına da dokunamıyoruz artık. Çünkü aslında insanı pek de göremiyoruz. Sadece iş gereği yaşıyoruz. İnsan mekanları, insanlığı yutarak yok oldu. Ve bu durum gittikçe kötüye gidiyor. Daha kapsamlı nöro-psikiyatrik pandemilere doğru…

Bu nedenle Corona pandemisini bir endişe değil, insanlığın büyük dönüşümünde bir dönüm noktası olarak yorumlamak istiyorum: Dördüncü dalga. Yüzyılda bir yerine, yüzyıllar süren kavgalara odaklanmalıyız. Harari gibileri okurken örtük mesajların neler olabileceğini iyice düşünmekte yarar var.

Dolayısıyla, ofisler konusuna gelince bundan yine yaklaşık 30-35 yıl kadar önce ofisler konusunda yapılmış mükemmel bir çalışmada ofisler üçe ayrılır ve hangi işlev için hangi tipolojinin uygun olduğu belirlenir. Bunlar açık sistem, kapalı sistem ve karma sistem ofislerdir. Her biri bir başka işlev için en uygundur. Örneğin mimari ofisler, cinayet-tecavüz vakaları konusunda çalışan güvenlik merkezleri karma sistem olmalıdır. Brifingler, görseller, gazete kupürlü yordamalar bunu gerektirirler. Ayrıca dekanlık ofisleri üzerine yaptığım bir “davranış-setting” araştırmasında dekanlık ofislerinde de karma sistemlerin kesinlikle daha üretken ve insancıl olduğunu saptadım. Fakat bu arada esnek ofis tasarımına çok özen gösterilmesi de şarttır. Aksi halde Louis Kahn’ın Richards Medical Center’ı gibi kullanıcıdan çok tepki alabilir. Esnek mekanların kapılı geçişlerle birbirine bağlanması ortamda sürekli bir hava akımı yaratmakta ve kullanıcıları çok tedirgin etmektedir. Dolayısıyla ofis tasarımlarının bu günkü pandemi dikkate alınarak değil de işlevsellik ve insan konforu bağlamında tasarlanması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda hiçbir fazladan tasarım kaygısının gerekmediğini düşünüyorum. Harari’nin önerisi yeni bir Panopticon ütopyası gibi görünmektedir ve çok tehlikelidir.

Küreselleşen dünyada yaşam biçimi zaten doğal seyrinde değişmektedir. 1991 tarihinde LUND’da Çevresel Psikoloji Kongreleri bağlamında ilk kez gündeme getirilen “home-office” kavramı gün geçtikçe metropollerde yaygın bir talebe dönüşmektedir. Zaten dönüşmeseydi şu günlerde proje derslerimi evimden mükemmel bir biçimde veriyor olamazdım.

Özetle, bu gün yaşanan pandeminin dikte ettiği tek şey pozitif bilimden şaşmamak gerektiği ve ileri teknolojiyi izlemek, öğrenmek zorunda olduğumuzdur. İletişimin yerden bağımsız hale gelmesinin şart olduğudur. Bu konudaki en başarılı mimarlarımızdan birisi* kendi ofis yönetimi konusunda şu bilgileri veriyor: “Dijital dokümanların oranı artınca ofiste sistemler tamamen dijital ortama dönüşmeye başladı. Bizim gibi meraklı müteşebbisler ilk başlayanlar oldu. Serüvenimiz kronolojik sırayla şöyle gelişti:
1. Önceleri bir dedicated bilgisayarın belleğini ekipçe ortaklaşa kullanıyorduk.
2. Sonra – bilgisayara ne olur ne olmaz diye- harici bir yedekleme ünitesi aldık.
3. Sonra taşınabilir yedekleme ünitesi alıp yedekleri ofis dışına taşımamız gerektiğini fark ettik.
4. E-mail ile web disk olayı iyice gelişti bu arada. Mailbox’lar hard drive büyüklüğüne ulaştı.
5. Hardware ve softwarelerin yazılım işleme kapasitesi arttıkça küçüleceği yerde daha büyüyen dosyalar oluşturmaya başladık.
6. Dosyalar büyüyünce bizim dedicated hard diskimiz birdi, iki oldu.
7. Çok büyük bir sorun keşfettik! Ülkemizde internet asimetrik. Download hızı yüksek, upload hızı çok düşük.
8. Dosya boyutları büyüyünce elektronik ortama dosya yüklemek zorlaşmaya başladı.
9. Bu arada müşteriler de bize WhatsApp’tan resimler, notlar falan göndermeye başladı.
10. Aynı proje hakkında farklı kişilere e-mailler geldiğinde bunu ekipteki diğer elemanlarla yeterince paylaşamadığını gördük.
11. E-mail’in çok kullanışlı bir iletişim biçimi olmadığını fark ettik (Kategorize etmek, gerektiğinde içeriğine ulaşmak veya içeriğindeki önemli bir konuyu sürekli gündemde tutmak zordu).
12. Projenin tüm muhataplarının etkileşim içinde olduğu sabit bir platform arayışına girdik.
13. Wrike, Asana, Bitrix, Teamwork gibi platformları inceledik.
14. Şu an Teamwork Online Project Management ara yüzünü kullanıyoruz.
15. Hiç kimse (müşteriler/çalışanlar) birbirine e-mail atmıyor.
16. Mesaj panomuz var. Bilgisayardan veya cep telefonundan ulaşılabiliyor.
17. Gerekirse kullanıcılar çektikleri resimleri ve resimler üzerine aldıkları notları da bu panoya ekleyebiliyorlar.
18. Müşteri bir şey istediğinde herkesin haberi oluyor.
19. Dosyalar da sabit bir yerde duruyor. Herkes erişebiliyor.
20. Sistemin yapısı kişiler, görevler, dosyalar ve notlar üzerine kurulu.
21. Kişiler tanımlanıyor (Müşteri, çalışan, tedarikçi vb.).
22. Her bir görev – sorumluları ile birlikte- tek tek tanımlanıyor.
23. Dosyalar gruplandırılıyor (Yönetmelikler, harici kaynaklar, üretilen çizimler, müşteri örnek görselleri vb.).
24. Notlar ve muhatapları ayarlanıyor (Ofis içi yazışmaları müşteri göremiyor ama müşterinin yazdıklarını tüm sorumlular görüyor).
25. Bu sistem kullanıcı sayısı ve kullanılan hard drive alanı ile doğru orantılı olarak ücretlendiriliyor. Biz aylık yaklaşık 500 TL ödüyoruz.
26. Ödeme yapmadığımız an tüm içerik erişilemez hale geliyor.
27. Bu yüzden kendi NAS (Network- Attached Storage) sistemimizi kurduk.
28. Uzaktan erişilebilen küçük bir makina.
29. Dosyaların bir kopyası daima kendi NAS’ımızda.
30. Bu sistem ile “dosyalara” herhangi bir yer ve platformdan username ve password ile erişebiliyoruz. Doğru sistemi kullanıyoruz ancak ülkemizdeki asimetrik internet servisinden dolayı
sistemi doğru kullanamıyoruz.”

Bu izlencedeki tek sorunun yine devlet eliyle çözülmesi gerekli bir sorun olduğu anlaşılıyor. Ama görüldüğü gibi yerler ve mesafelerden bağımsız hale getirilen mimarlık hizmetlerinin en mükemmel örneği ülkemizde mevcut. Corona pandemisi mimarlığı palyatif önlemlere doğru değil, “mücbir” zamanlarda “yalnızlığa” olanak veren tasarım ve yapım yöntemlerine doğru yönlendirmelidir.

Sayın Aktar bir de öngörüde bulunuyor: “Yakın gelecekte bilgisayar satışı bitecek; ucuz, standart portatif terminallerle network’e bağlanıp işlem gücünü konfigüre ettiğimiz ve bu ölçüde ödeme yaptığımız bir sisteme geçilecek.” Bu da ülkemiz mimarlık kamuoyuna buradan duyurulur.

(*)Edibali Aktar, Aktar Mimarlık, Ankara, 20.04.2020.

“Yaşama ve çalışma alanlarında daha fazla biyofilik düzenleme, havalandırma ve klimatizasyon
standartları, kolektif yaşam ortamları ile spor/rekreasyon alanlarının ve imkanlarının artırılması öncelikler haline getirilebilir.”

Arda Işık, Mimar
XL Architecture & Engineering

Toplumsal hafızamızda iz bırakan savaş deneyiminden sonra mekanlarımıza sığınağı, deprem deneyiminden sonra taşıyıcı sistem standartlarını ekledik. Salgından sonra topyekun bir değişim olacağına dair inancımız nereden geliyor?

İnsan eliyle laboratuvar ortamında üretildiğine dair spekülasyonların olduğu virüsün tekrar daha kuvvetli bir formunun üretilebileceği tahmin ediliyor. Peki, savaş ya da depremin -bir yanardağ patlaması, sel, kasırga ya da yangının- tekrar daha kuvvetli bir formuyla karşılaşmayacağımızı kim biliyor?

Dijital devrimden sonra mekansallaşmayı yapıya entegre hale gelen teknolojik unsurlarla birlikte etkileyen en önemli olguların etkileşim, mobilite ve ulaşılabilirlik olduğundan bahsedebiliriz. Bununla birlikte, bu kavramların ışığında sürdürülebilirlik ve var olan dünyanın korunması ve korunarak geliştirilmesi de mekansallaşmayla ilgili nosyonumuzu tanımlamakta sık kullandığımız kavramlar oldu. Dijital bilginin yaygınlık kazandığı son yirmi yılda artan bir şekilde paylaşım ekonomisi ve kolektif/paylaşarak değerler oluşturduk. Dünyayı ve kendisini tanımaya çalışan, kolektif ülküden biraz daha uzak ve kafası karışık ama -özellikle internet üzerindeki bilgiyle- daha fazla etkileşim halinde bir topluluklar topluluğu giderek artan bir sayıda şehirlerde yaşıyor,  kolektif ofislerde çalışıyor, tercihen “gated” konut sitelerinde oturuyor, şehir içinde toplu ulaşımı kullanmazsa Über ile ya da Martı ile seyahat ediyor. Bu durumda, 2020 yılı başında global olarak etkisini gösteren COVID-19 salgınının mekansallaşmaya veya kentsel mekana etkileri neler olabilir?

Öncelikle konunun iki boyutu olduğu düşünüyorum: İlki, bireyin bu salgına verdiği tepkiyle alakalı olacaktır. Her türden hastalığı önlemek için bireyin bağışıklık sistemiyle fiziksel ve zihinsel yapısının kuvvetlendirilmesi gerekliliği daha fazla spor ve rekreasyon alanı, daha fazla dış mekan ve doğa faaliyeti, daha dengeli bir yaşam döngüsü demek olduğu için buna uygun çalışma, yaşama, eğlence ve spor alanları düzenlemeleri anlamına gelebilir. Yaşama ve çalışma alanlarında daha fazla biyofilik düzenleme, havalandırma ve klimatizasyon standartları, kolektif yaşam ortamları ile spor/rekreasyon alanlarının ve imkanlarının arttırılması öncelikler haline getirilebilir.

İkincisi; toplumun, kurumların, devletin bu salgına verdiği tepkiyle alakalı olacaktır. Salgın durumunun önlenmesiyle alakalı hijyen, temizlik ve dezenfeksiyon standartları artırılabilir. Afet planları kapsamında şehir içinde ve dışında oluşturulabilecek toplanma alanlarıyla ilgili daha nitelikli çözümler ve uygulamalar geliştirilebilir. Afet durumunda kurulacak geçici sağlık üniteleriyle ilgili tasarım ve proje yönetimi süreçleri tamamlanır ve sürekli güncellenir.

Tabii ki, bu düzenlemeler ölümcüllük düzeyi düşük COVID-19 gibi salgınlar için söz konusu olabilir. Ölümcüllük düzeyi yüksek ve aşısı bulunmamış salgınlar için -yeni bir Dünya Savaşı ya da meteor çarpması gibi- belki global bir stratejiden söz etmek daha doğru olur.

“Artık canımıza mal olan hastalıkların “Körlük” gibi romanlarda ya da “Contagion” gibi dramatik filmlerdeki anlatıyı güçlendiren distopik motif ya da fondan ibaret olmadığını yaşayarak öğrendik. Algımızdaki söz konusu bu değişim ise kaçınılmaz olarak “pandemi” ile mücadele ve önleyici tedbirler konusunda her alanda stratejik ve taktiksel dönüşümlerin, yaklaşımlarımızın ve
bakış açılarımızın güncellenmesi ile sonuçlanacak.”

Batu Kepekçioğlu, Mimar, PhD

En baştan söylemem gerekiyor ki geleceğe dair öngörülerde bulunmak, mümkünlüğüne inancımın olmadığı bir etkinlik biçimi. Bu nottan sonra konuya girecek olursam bildiğiniz gibi COVID-19 vakalarının Wuhan ile sınırlı kalmayarak ulusal bir ölçekten çıkıp Dünya Sağlık Örgütü tarafından “pandemi” olarak nitelendirilmesi ile bundan sonraki dönemlerde hastalıklar da tehdit algımızda, marjinal bir kategori olmaktan çıkıp küresel bir felaket statüsü kazanarak öncelikli hale geldi. Artık canımıza mal olan hastalıkların “Körlük” gibi romanlarda ya da “Contagion” gibi dramatik filmlerdeki anlatıyı güçlendiren distopik motif ya da fondan ibaret olmadığını yaşayarak öğrendik. Algımızdaki söz konusu bu değişim ise kaçınılmaz olarak “pandemi” ile mücadele ve önleyici tedbirler konusunda her alanda stratejik ve taktiksel dönüşümlerin, yaklaşımlarımızın ve bakış açılarımızın güncellenmesi ile sonuçlanacak.

Tabii ki bu durumdan mimarlık ve şehircilik de nasibini alacak ama mimarların ve tasarımcıların her kriz karşısında ezberden hayalini kurduğu, iki gün sonra fiziksel çevremizde tezahür edeceğini sandığı, klişeleşmiş ütopik / distopik görsellerle estetize edilebilecek bir “tekno-“, “sosyo-“, “politik-“ ya da “eko-“ fantezideki gibi değil. Söz konusu fantezilerin tam tersine kısa ve orta vadeli bir süreçte fiziksel çevremizde ya da üretim ve tüketim biçimlerinde çeşitlenmeler artacak olsa da şimdikine rakip olacak, onların yerini alacak hiçbir radikal öneri yaygınlaşmayacak ve “yeni normal” olarak kabul görmeyecek. Hatta virüs aşısı bulunduğu an havayolu firmalarının hisseleri artacak, turizm sektörüne yönelik talep patlayacak, eğlence yerleri kapasite aşımına uğrayacak ve insanlar karantinada yapamadıkları şeyleri tekrar yaparak eski “normal hayatlarına” dönmek isteyecek.

Neden mi? Çünkü yaşamlarımızdaki “radikal / köklü” dönüşümler için her şeyden önce üretim ve tüketim alışkanlıklarımızın temelindeki küresel kapitalizmden, diğer deyişle sermayenin, metanın ve emeğin pürüzsüz şekilde dolaşım zorunluluğundan ya da en bildik görüngüsüyle sivillerin Pekin’den İstanbul’a 10 saatte ulaşabilmekten vazgeçmesi gerekir. Ancak ondan sonra metropollerin küçülmesinden, alçak katlı yatay yerleşim örüntülerinden, organik tarımdan, azalan küresel ısınmadan ve kirlilikten bahsedebiliriz. Bu noktada aklınıza hemen şu soru gelebilir: “Peki, bunca yaşanan şeyden, deneyimden sonra eskiden olduğu gibi mi yaşayacağız?” Hemen cevap vereyim: Hayır, aynı şekilde yaşamayacağız ve hayatımızda çok şey değişecek ama değişimler fotojenik olmayacak.

Söz edeceğim değişimlerden ilki gündelik hayatımızdaki güvenlik protokollerinin kontrol ve gözetleme mekanizmalarındaki güncellemeleri ekseninde olacakmış gibi görünüyor. Beni böyle bir çıkarım yapmaya iten temel sebep ise başta Trump, Macron, Johnson olmak üzere dünya liderlerinin söylemlerindeki militarist referansların öne çıkması. Bu durum çok kolayca devlet insanlarının seferberlik ilan ederek virüse karşı “savaş” açması, yani savaş metaforunu kullanması ile iktidarın dilinden okunabilir. Söz konusu bu metafor ise çoktan analojik bir model bağlamında da devreye sokuldu ve kaçınılmaz olarak virüsle mücadelenin de askeri bir boyut kazanması, alınacak tedbirlerin de “ulusal güvenlik” meselesi haline gelmesine kadar uzanıyor ki bu da “yeni normal”in militarize bir normale yakınsaması demek. Bu bağlamda hemen tahmin edilebileceği gibi “ulusal güvenlik” dendiğinde ise “9/11”den hatta “Demir Perde”nin yıkılmasından sonra Irak’taki “önleyici saldırı”dan çok öncesine uzanan “anti-terör” ekseninde hem anti-terörün stratejik ve taktiksel repertuvarını hem de fiziksel çevredeki yansımalarını incelemek, virüs bağlamında öngörülerde bulunurken neyin olup neyin olmayacağına dair ipucu verebilir. Bildiğiniz gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında filmlere konu olan uçak kaçırmalarla kurumsallaşmış modern terör eylemleri tarihi, aynı zamanda antiterörün de miladı. Nasıl 60’larda artan uçak kaçırma ve rehin alma olaylarından sonra uçak ile ulaşımın sivilleşmesinden vazgeçmeyip yeni biniş düzenlemeleri ile üst düzey güvenlik protokolleri sisteme entegre edildiyse, benzeri havaalanlarından başlayarak bütün fiziksel çevremize sirayet edecektir.

Tıpkı patlayıcıları ve silahları teşhis edebilecek dedektörler gibi, hastalık teşhisi yapabilen detektörlerin gündelik hayatımıza girmesi, hızlı test yapan kabinlerin ortak kullanılan bütün mekanların ayrılmaz bir parçası olması; pasaport kontrolleri, biyometrik fotoğraflar, parmak izlerine, sabıka kayıtlarına ek olarak genetik haritaların da resmi kimlik bilgilerimize işlenmesi ve tespit edilen sağlık riski değerine göre işleme görerek vize alamamamıza kadar gidecek kanun ve düzenlemeler sınır aşırı geçiş süreçlerinde karşılaşacağımız uygulamalar gibi görünüyor.

Bu bağlamda güvenlik dedektörünün yaygınlığını gözümüzün önüne getirerek metrodan alışveriş merkezlerine, okullara, hatta semtlerdeki butiklere bile bu tip dedektörlerin konduğunu düşünürsek hayatımızın tamamında bu hastalık teşhisi için kullanılacak yeni tip dedektörlerin mekanların girişlerinde konumlandırılacağını öngörebiliriz. Yani kontrol araçlarına ve süreçlerine yeni bir kalem daha eklenecek. Burada bir parantez açmakta fayda var; hiç şüphesiz ki tıpkı bomba sığınakları gibi her yapıda karantina odaları da zorunlu tutulacak ve imar mevzuatının yeniden düzenlenmesine sebep olacak; afet, otopark, yangın, sığınak mevzuatı gibi pandemi için yönergelere tabi kılınacağız. Peki, dedektörden geçtikten sonrası? İronik şekilde mekanların kurgusu ve fiziksel çevremiz çok değişmeyecek. Yani alışveriş merkezleri yine tıklım tıklım olacak.

Yani nasıl ki sivil hava ulaşımından ya da havaalanından vazgeçmiyorsak aynısını, hemen hemen hepsi 19. yüzyıldan kalma açık / kapalı ofisler, örgün eğitim kurumu olan okullar, toplu taşıma araçları, hastaneler ve cezaevleri için de söyleyebiliriz. Doğal olarak bunları kapsayan kapitalizmin motoru olan metropoliten yerleşkelerin kalabalığından da vazgeçilmeyecek ama yeni kontrol aygıtları ile daha da çok kontrol edilecektir. Tabii ki, dijital iletişim araçlarının bir alternatif olarak sistemde yaygınlaşacağını söylemek yanlış olmaz, hatta acil durumlar için evde eğitim, evde tedavi, evde çalışma ve ev hapsi sistemlerine yönelik altyapı düzenlemelerinin de en kısa zamanda yapılacağını söylemek gerekiyor. Ama hala yurttaşı disipline eden bu kurumların, insan var oluşu için hayati olan toplumsallık ve fiziksel birlikteliği de sağladığı unutulmamalıdır. Çünkü jestler, mimikler ile iletişim kurmak, dokunarak yakınlaşmak, sosyalleşmek kolay kolay vazgeçilecek ya da simülasyonlarla dijitalize edilebilecek etkileşimler değildir.

Söz edeceğim değişimlerden ikincisi robotik teknolojilerin optimizasyonu ve insansız üretimin yaygınlaştırılması için araştırmalara hız verilmesi olacaktır. Sadece otomotiv gibi sanayinin lokomotif sektörleriyle sınırlı kalmayan robotik süreç otomasyonları, lojistik hatta tıp alanlarında, sağlık hizmetleri için bile söz konusudur. Robotların devreye girmesi ile olası bir pandemide, insanı etkileyen şeyler robotları etkilemeyeceğinden “drone”lar ile mal dağıtmak, fabrikadaki üretime devam etmek, hastanelerde hizmet vermek sorun olmayacaktır. Ama bu virüs olsa da olmasa da gerçekleşecek bir değişimdir; virüs sadece süreci hızlandıracaktır. Robotik otomasyon süreçlerinin yapacağı değişiklikler başka bir yazının konusu olacak kadar geniş olduğundan daha fazla derinleştirmiyorum.

Söz edeceğim değişimlerden üçüncüsü ise kent içi ulaşımda toplu taşımaya alternatif olarak önerilen, otomobil dışında, bisiklet ya da scooter gibi araçlar ile yaya ölçeğine yakın bireysel taşımacılığı yaygınlaştıracak “mikro-mobilite” konseptinin daha ciddi şekilde masaya yatırılması olacaktır. “Mikro-mobilite”, fosil yakıt tüketmeyen, ucuz ve kolay elde edilebilirliği ekonomik ve ekolojik getirileri dışında pandemi için de yegane ulaşım sistemi olarak ciddiye alınacak ve kentlerin kriz durumlarındaki dayanıklılığını artırmak için vazgeçilmez hale gelecektir. Ve son olarak dönüşüme dair en fotojenik olan öngörüm ise domestik yaşantımızda yani konutun iç ve dış mekan kurgusunda gerçekleşecekmiş gibi görünüyor. İç mekanda, uzaktan çalışmaya uygun bir çalışma odasının geri gelmesi ile dış mekanda ise balkon, teras gibi nefes alabilecek alanların konut optimumu kapsamına girmesi olacaktır.

Bütün bu değişikliklerin dışında mimarlık söylemi açısından yeniden gündeme getirilecek mekansal esneklik nosyonundan da bahsetmek gerekiyor. Çok açık şekilde esneklik, acil durumlarda farklı kullanımlar için adaptasyon yeteneğini geliştirmeye hizmet edecek ve dayanıklılık bağlamında yeniden araçsallaştırılacaktır. Çünkü bu tür kriz anlarında var olan mekanların nasıl kullanılacağı, acil duruma adaptasyon becerisi hayati hale gelmektedir.

Öngörülerimi bitirirken gözlemlediğim en umut verici olanak ise virüsün küresel kuşatması sonucu aslında felaket senaryolarını yaşamaya hiç uzak olmadığımızı fark edip küresel ısınma gibi çok daha büyük tehditlerin ciddiye alınacağı ve COVID-19 pandemisini yaşamış yeni neslin duyarlı bir şekilde insanlığın geleceğini korumak adına daha cesur hamleleri göze alabileceği ihtimalinin doğması oldu.

“Karbon ayak izi az olan, kamusal mekanı bol ve verimli olan ama duruma göre hem işlev hem de kullanım şekli değişebilen, daha teknolojik mekanlara gereksinim var.”

Ahmet Turan Köksal, Dr. Mimar
A.Tk79 Tasarım

Koronavirüs neden RNA dizinini hücreye aktarır ve insan neden yaşar? Sağlam argümanlarla geriye doğru gidince, aslında ikisinin de aynı noktadan çıktığını anlayabiliriz. Gizemi daha çözülmemiş, karmaşık bir organla yönetilen ve sosyal yaşamda dip dibe yaşamayı seçmiş modern insanla, canlı mı cansız mı olduğu tartışılır bir varlığı aynı kefeye koyarak konuya girdiğim doğrudur.

Bir bilardo topunun çapı 62 milimetredir, dünyanın çapı da 12.7 kilometre. Oranlarsak, insanın dünya üzerindeki hali, bir bakterinin bilardo topu üzerindeki hali pürmelali gibidir. Zaten dünyayı bu oranda küçültürseniz ortaya çıkan küre, kutuplardan biraz basık da olsa bir bilardo topu gibi pürüzsüzdür. Evet, Everest ve Mariana Çukuru’nu tahayyülünüze dahil edebilirsiniz. Yani dünya, içinde nargile közü olan, dışı yer yer ıslanmış, aslında buzluğa konulmuş kadar soğumaya niyetliyken (buzul çağı döngüsüne girmişti) üzerinde yaşayan ve akıllı olduğu iddia edilen organizmaların devamlı ısıttığı bir küreden ibaret.

Üstelik bu devamlı çoğalan ve aynı küredeki diğerlerini yiyen, tüketen bu mikroskobik canlılar, ayrıca evrenin merkezinde olduklarını ve bu evrenin sırf onları test etmek için evren dışı bir varlık tarafından yaratıldığını zannediyorlar. Hatta çoğu inançlarını bahane edip birbirlerini de öldürüyor. “Aslında öyle değil” diyenleri, görece daha çok kitap okudukları halde, kitapsız sayıyorlar. Konu bu değil. Göbeklitepe’de gün yüzüne çıkan, tarımdan önce de organize iş birliğinin, tapınakta hem de su, kan ya da biranın (Evet, bira; Göbeklitepe’de mayalı alkollü içecekler üretildiği ve tüketildiği biliniyor) aktığı sıvı geçirmeyen yüzeylerle ayine dönüştüğü tapınakları dikkate alalım. 1-1,5 kilometre uzaktaki taş ocağından başka daha sert taşları kesici hale getirip, kocaman kayaları oyup oyup getirdiği, ağırlığı 24 tonu bulan sütunların üzerindeki heykellere bakalım. 4,5 milyar yıllık bir gezegenin son 12.000 yılında ne yapmışsak yapmışız. Yani bir yıldır konuşamayan bir bebeğin 365. gün “agu” demesi gibi bir şey. Ha bir de konuşabildiğini fark etmesi, bu sayede iletişime geçebileceğini, o yılın son gününün son dakikası kadar bir zamanda anlıyor. Bu da coğrafi değil, zaman olarak oranlama işte. Bu da cepte.

İnsanlığın şu halinde son üç ayda pandemik bir salgınla tüm medeniyetini oluşturan çalışma ekonomisi, milletler hukuku ve bireyler arasında sosyal ilişki kavramlarının temellerinden sallandığını gördük. Şimdi ilerideki şehir ve mekansal tasarımın ne olacağını tahmin etmek yerine, ne olması gerektiğini belirtmeyi uygun gördüm:

1. Mekanı oluşturmak için harcanan her türlü kaynağın “kişiye özel” olmasından öte, olabilecek en verimli şekilde kullanılması şart. Yani okul binası saat 17.00’den sonra boş durmayacak. Kültür merkezi, kütüphane, kamu binası olacak. Tabii, devasa büyüklükteki şehir hastanelerini veya binlerce odalı saray garipliğini konu bile etmiyorum. Stadyumlar sadece bir gün kullanılan, trafiği alt üst ettikleri gün dışında para yutan, garip beton kütleler olmaz da nasıl verimli olur, bir muamma. Ayrıca güvenlik, ulaşım, zaman ve iç mekan paylaşımı nasıl çözülür, binaların çok fonksiyonlu olması durumunda ortaya çıkan tasarım ve kullanım zorluğu nasıl aşılır, bunlar ilerinin akademik çalışma konularıdır.
2. Toplu olarak yaşayabilirken de hijyenik açıdan güvenli ve kişiye özel mekanlar tasarlamak gerekliliği ortadadır. Sosyal konutların ortak mekanlarının yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Asansör ve ıslak mekanların mevzuatlardaki yerleri ve yeni hesaplamalar gerekiyor.
3. Değişen sosyal mesafe ve tabii hava perdeleri ile ayrılmış ortak mekanlar önümüzdeki tasarım problemi.
4. Depreme, sele ve hatta savaşa hazırlıklı kentlerin bir de pandemiye hazırlıklı olarak tasarlanması gerekliliği gün gibi açıkta.
5. Mal ve hizmetlerin lojistiğinin yeni bir pandemi halinde otonom hale getirilmesi ama bunun yanında Evrensel Temel Gelir’i olan yapay zeka ve robotların işlerini ellerinden alan yurttaşların halini de düşünmek lazım.
6. İç mekanlarda, hastalar için ve hasta olmaması gerekenler için karantinaya uygun tasarımlar yapılsa iyi olur. Örneğin, tipik bir konutta karantinaya uygun nasıl yaşanır? Enfekte olanlarla olmayanlar nasıl yaşar?
7. Uzaktan eğitim ve uzaktan çalışma için yine iç mekanlarda özel görüşme mobilyalarının ve mekanlarının olması gerek ki #evdekal hashtag’inin bir anlamlı olsun (3+1 ev yerine 3+1 ve 5 kişilik uzaktan çalışma ve eğitime uygun konut demek gerekiyor).
8. Zengin ya da fakir, kimse pandemi yüzünden aç biilaç kalmamalı. Gelir adaletsizliği milyonluk şehirlerde açlığa, evsizliğe kadar götüren travmalar yaratacak da bunu nasıl bir sosyal patlamaya sebep olmadan çözebileceğiz? Kim evde kalacak, kimler onlar için çalışarak fedakarlık yapacak? Bu tasarımla çözülemeyecek bir husus.
9. Ulaşımın koltuk usulü ama steril yapılması zorunluluğu, uçaklarda ekonomi sınıfı koltukların dahi bölücülerle ayrılabilmesi (En azından pandemi zamanı kabinlerin, otobüslerin ve hatta metroların -ekonomik olarak batmamak için- duruma göre düzenlenebilmesi).
10. Spor, kültür, konser gibi toplu mekanlar için aynı iç mekan değişikliklerinin yapılabilmesi. UV filtreler, hava perdeleri ve daha özel yöntemlerle bulaşı engelleyen teknolojik gelişmelere duyulacak ihtiyaç.

Kısaca, karbon ayak izi az olan, kamusal mekanı bol ve verimli olan ama duruma göre hem işlev hem de kullanım şekli değişebilen, daha teknolojik mekanlara gereksinim var. İnsan, ne evrenin merkezinde, ne de doğa ona ceza filan veriyor. 100-120 yılda bir mutasyona uğramış bir virüs onu hizaya getirecek. Unutursa kendi bileceği iş. 120 yıl sonra 11,5 milyar nüfusla, hem de daha kuvvetli bir virüsün yarattığı pandemiye yakalandığında ne yapar bilinmez.

Bu virüsün ve tabii iklim felaketlerinin, insanın bitmez tükenmez, tüketici alışkanlıklarının ve kapitalist dünya sisteminin global bağlılıklarına karşı koyamadığı ortada. Bakalım bu pandemi, yönetim sistemlerinde, global ticaretin karlı havasına ve silah satmak için “Arap baharı” gibi, “demokrasi getirme, terörizmi önleme ve kimyasal silahı bertaraf etme” hareketi filan gibi şeyler uyduranlarda bir değişiklik yaratacak mı? Öyle olumlu bir gelişme olursa tasarımcılar buna ayak uyduracaklardır kolaylıkla.

“Modernizm ilkelerini saptayan Atina Belgesi ya da CIAM gibi, mimarlık ve yerleşme disiplinlerini sahiplenen bizlerin bir araya gelip tıpkı deprem ve sel afetlerinde olduğu gibi çözümler aramamız, üzerimize düşen görevi sahiplenmemiz gerekiyor. Yoksa tek çözüm doğanın zoruyla “fabrika ayarlarına” dönmek olacak.”

Prof. Dr. Suha Özkan
Hon. F AIA

Bir virüs salgını ile yaşanan kaygı ve panik tüm dünyada hemen herkesin, amatör bir virolojist kadar bilgili olmasını sağladı. Korkutucu risk, yaşam kaybıydı. Elbette hafife alınacak bir yanı yoktu. Türkiye’de toplumun 0-20 ile 65+ yaş grupları olarak ayrıştırılması özellikle büyükşehir alanlarında sorunlara neden oldu. Bir ayı aşkın zaman geçti. Evde kalma zorunluluğu ayları bulacak gibi görünüyor.

Yapay ya da doğal üremiş bir virüsün insanlığı yok olmanın eşiğine getirdiği, onlarca “bilim kurgu” romanı okuduk, filmlerini seyrettik. “Mutlu Son”da virüsün kimliği saptanır. Zayıf noktası belirlenir. Tıpkı COVID-19’un diğer virüslerden daha şişman olması, havada tutunamayıp hemen yere inmesi ve sabunla arasının iyi olmaması gibi bilgiler, virüsün kimliğinin tanımında yararlı olur. Bilimsel araştırmalarla önce antidot bulunur. Sonra da aşı geliştirilir. Virütik bulaşmanın eğer öldürmediyse, bağışıklık kazandırdığı da bilimsel bir gerçektir. O nedenle hastalanıp atlatmak, en olumlu çözüm olarak kabul edilmektedir.

Şimdilik inanılan fatalist gelecek, “Bu da geçer”, sendromu. Ama yaşamakta olduğumuz ilişkileri ve artık birbirimizi nasıl gördüğümüzü ya da göreceğimizi unutmamak gerek. Her öksürük, her
öpüşme, her tokalaşma soru yaratacak. Sevdiklerimizi nasıl göreceğimizin şimdiden bir belirtisi.

Evlerinden çıkamayan insanlar neyin yaşamsal önemi olduğunu, neyin olmadığını yaşayarak öğrendiler. Herkesin deneyimi farklı olabilir ama yiyecek, içecek ve gazetenin erişilmesi gerek, önemli şeyler olduğunu anlayıp organize olarak yaşadılar. Bu zorunlu deneyimin güzel yanı 2020 Türkiye’sinin gelişmiş bir toplum olarak hazırlıklı olmasıydı. Sinema, tiyatro, konser, lokanta vb. toplu etkinlikler ortadan kalktı. Hemen seçenek erişimler devreye girdi. Eğlence eve taşındı. Amerikalıların televizyon bağımlısı insanlara alay ederek yakıştırdığı “Koltuk Patatesi” (Couch Potato) deyimi tek seçenek ve çaresiz bir yaşam tarzı oldu. Bu krizin internet öncesi, yüzlerce televizyon kanalı ve aboneli özel gösterimlerin olmadığı zamanda, örneğin 1995’de yaşanıyor olmasını hayal bile etmek olası değil. Konser, sinema evlere taşındı, spor karşılaşmaları da “tele show” olacak gibi. Dışarı çıkılıp coşkuyla bir araya gelinmesi zor görünüyor. Anımsayalım, 1980’lerin ortasında yaygınlaşan telefonla belge geçme olanağı da bir başka öncül devrimdi.

Sonunda insanlar sadece ruhsal sorunlarını gündeme getirip şikayetçi olmaktalar. Gerçek sorun, bulunduğumuz durumun ekonomik yansımaları ve onu tetikleyen işsizlik ortamı ciddi sorunların
alarmını vermekte. Biraz mirasyedi tutumu ile boşalan hazinesiyle devletin hazırlıksız yakalanmış olması, sorunun ekonomik boyutunun çözümlenmesini iyice engellemekte. Oysa bir çırpıda bir trilyon doları devreye sokan ABD yönetimine kimse, “Trilyon doların vardı da neden sokakta yatan yüzbinlerce evsizle ilgilenmedin?” diye soramıyor; çünkü öncelikler değişti ve herkes işin içinde. Sorun artık hepimizi tehdit eden ortamda yaşamayı başarmak.

Dünyanın yeni küresel düzeninin kapitalist ortamının “ticaret – sanayi – finans” olduğu bu düzende sağlığa, kültüre, kaygıya yer olmadığını anlamak için böylesine bir kriz gerekli miydi? Wuhan’da çıkan salgını Çinlilerin yemek tercihleri ile ilgili, “Çin’in sorunu” olarak gören öteki dünya, yaklaşan felakete kendisini bağışık sandı ve olacakları öngöremedi. O kadar ki iki takım arasında yaşanan futbol maçı Avrupa’nın ortasında İtalya ve İspanya’da bir insanlık trajedisi yaşanmasına neden oldu.

Son yirmi yıl içinde genellikle Asya ya da Afrika kökenli olduğu öne sürülen, MERS, SARS, Denge Humması gibi bir çok virütik salgın yaşandı ve bir biçimde denetim altına alındı. COVID-19 ise insanlığı umursamaz ve hazırlıksız yakaladı. Siyasal erkin her şeyi oluruna bırakıp, “Belki bir şey olmaz” tutumu, sınır, coğrafya tanımadan yayılan virüsün getirdiği ölüm korkusu yepyeni toplumsal ve mesleki ilişkiler ortamı yarattı.

Fiziksel maddeye dayalı, elden ele gitmesi şart olan hizmetler iyice genişlerken, bir ortamda bulunup, denetim altında iş üretme olgusu hemen kendini yeniden yapılandırdı. Geçenlerde birileri, “Bir kamyonet domates, bir cep telefonu ediyor” deyip tarımsal üretimi hor görüyordu. Şimdi geldiğimiz nokta, “Bir cep telefonunu yüz kişi yer mi?” olacak gibi. Her ortamda besin üretimi olarak kendine yetmenin önemi iyice anlaşıldı.

İzlendiği kadarıyla bir araya gelmenin sakıncalı olduğu çalışma ortamlarına en çabuk uyum sağlayan mimarlık büroları oldu. Tüm dünyada, görüntülü iletişim ve nitelikli belge aktarımı sayesinde proje üretimi sorun olmadığı gibi, her iletişim oturumu çalışanlarla yöneticileri sık sık bir araya getirdiği için daha olumlu ve sıcak bir iş birliği ortamı yarattı. Yirminci yüzyılın, en çok benimsenmiş olan, bir arada açık ofis ortamında çalışma düzeni ciddi bir biçimde sorgulanacak. Artık “merkezden kaç” genel çalışma ortamı tercihi olacak gibi görünüyor.

Mimarlık için, proje üretimi değişen koşullara uyum sağlayıp işlevini sürdürürken, üretilen projelerin hangi ve nasıl bir gelecek için, nasıl uygulanacağı iyice belirsizlik kazandı. Bu artık ne olacağı bilinmeyen çalışma ortamı hem çalıştıranlar hem de çalışanlar için kaygı verici bir durum yarattı. İnsanların yeniden toplu etkinliklerde bir araya gelmelerindeki psikolojik engelin ortadan kalkması olası değil. Öte yandan 21. yüzyılın istenen ve moda çalışma yöntemi olan evden çalışma hemen hemen tüm kesimler için zorunlu olarak uygulandı. Ne kadar süreceği belli olmadığı gibi kalıcı olacağı çok belirgin. Bu çalışma düzeninin yaratacağı gelecekte de yeni hizmet modelleri oluşacağı kesin.

1971’de Donald Schon ve daha önce 1968’de Aurelio Peccei ve Alexander King tarafından kurulan, etkili kişi ve kurumların bir araya geldiği “Club of Rome” kendilerini insanlığın geleceği için bilgi paylaşımını hedefleyen grup, bir düşünce birikimi ve örgütlenmesi yönlerinden çok etkili oldu. Klüp ciddi bir biçimde “Büyümenin Sınırları”nı (Limits to Growth) sorgulamaya başladı.

Peşpeşe gelen ozon tabakası, yağmur ormanları, çölleşme, küresel ısınma gibi ciddi sorunlar bizim insanlık olarak konuk olduğumuz bu gezegene iyi davranmadığımızı bilimsel olarak sergiledi. Çünkü yaşadığımız ortamı tehdit eden her oluşum insanların kısa dönem çıkarları için umursamaz bir tutum sergiliyor ve ne yazık ki her konuya miyopik bakmayı yeğleyen politikacıların işine geliyor. Kapitalizmin ortamda olan her varlığın sömürülmesini verilmiş bir hak gören mantığı, komünizmin üretim uğruna türlü çevresel tahribatı göz ardı etmesi bizi bu duruma getirdi.

Olay bir virüs ve onun yok edilmesi değil. Durumu, doğanın kendisine yaptığımız saygısızlık sonucu ciddi bir biçimde kendi varlığını, kurallarını anımsatması olarak almalıyız. Küçük ve denenmiş bir diğer gerçek de koruma altında olan geyik topluluklarında nüfus çok artınca, nedeni bilinemeyen toplu ölümlerin gözlendiği. COVID-19’un bulaşma koşulları sınırlı. Biliyoruz. Ama bulaşınca neredeyse ölümcül.

COVID-19 virüsünün kaynağı konusundaki saptamalar spekülatif, bir yanda David Harvey’in doğanın diyalektiği gereği bir uyarısı ya da kısacası kendine yapılan saygısızlığa karşı öç alma olduğu inancı var. Bu sav virüsün doğal bir süreç içinde oluştuğunu öne sürmekte. Öte yanda 2018 Nobel Ödüllü Tasuku Honjo, virüsün sentetik ortamda üretildiğini savunmakta. Açıklaması ise doğal ortamda virüsü yaratan koşullar, her canlının varoluşu gibi, belirli bir coğrafyanın ısı, nem gibi çevresel etmenleridir ve tüm gezegen için geçerli olamaz. Oysa bu virüs ortam tanımıyor. Bu tartışma sürüp gidecek gibi. Umalım iş doğa ile hesaplaşmaya değil de ona hesap verme durumuna gelsin.

Gerçekte hemen her karmaşık gibi görünen sorunun çözümü genellikle basit oluyor. Çin on yıllarca afet haline gelen sel sorununun çözümünün suyu akıtmak değil tutmak olduğunu benimseyince, çözüm sel basma alanlarında suyun geliş yönünde bentlerle tutulup, sonra o suyun tarımda kullanılması sağlamak ve baskın alanının bir kesimini feda edip kalanın kurtarmak olunca, nerdeyse 25 yıldır Çin’de sel artık sorun olmaktan çıkmış durumda. Kısacası afeti beklerken hazırlıklı olmak gerekli.

Aynı sorun deprem için de geçerli. Depremde de, bilimsel falcılıkla, ne zaman ne şiddette olacağını tahmin etmenin hiç bir yararı yok. Çünkü tek çare, deprem olduğunda, depreme dayanıklı yapılarda yaşanıyor olunması. Neden Japonya’da Küba’da ya da Kaliforniya’da ciddi şiddetlerde deprem oluyor ama can kaybı olmuyor? Yanıt basit: Mimarlık, mühendislik. İnşaat ciddiye alınmış; yapılar sağlam.

Şimdilik geliştirmemiz gereken, yepyeni yerleşme ve üretim biçimlerini düşünüp, tasarlayıp, hayata geçirmek. Modernizm ilkelerini saptayan Atina Belgesi ya da CIAM gibi, mimarlık ve yerleşme disiplinlerini sahiplenen bizlerin bir araya gelip tıpkı deprem ve sel afetlerinde olduğu gibi çözümler aramamız, üzerimize düşen görevi sahiplenmemiz gerekiyor. Yoksa tek çözüm doğanın zoruyla “fabrika ayarlarına” dönmek olacak.

“Kestirmeden çıkarımlar bizi yanlış sonuçlara götürebilir ve salgının önlemleri hayatın kuralları haline getirilirse yeni bir kötülük üretilmiş olur. Soru daha geriden bir yerden sorulmalı. Büyüklük, yoğunluk, bir aradalık, özel olan, kolektif olan, kamusal olan üzerine düşünmeli.”

Nevzat Sayın, Mimar
NSMH

Yaşadıklarımızın ardından umarım her şeyi ama her şeyi gözden geçirmek gerektiğine dair bir şey öğrenmiş oluruz. “Sinema insanlığa bir şey öğretebilir mi?” diye sorulduğunda, “Öğretemez çünkü insanlık hiçbir şey öğrenmeyeceğini son dört bin yılda kanıtlamıştır” diyen Tarkovski geliyor aklıma; umarım “insanlık” Tarkovski’yi yalancı çıkarır.

Kentler suçlanıyor. Sanki kentler kendi iradeleri olan varlıklarmış gibi. Kent topraklarının mülkiyeti ve bu topraklar üzerindeki spekülatif değer artışı, varlıklarının önemli bir paydasını “yaygın suç ortaklığı”yla sürdürmeyi marifet sayan iktidarlarca pompalandığı sürece kentler daha da yaşanılmaz hale gelecek ama yine de bu, kentin suçu anlamına gelmeyecek. Sanırım asıl mesele yoğunluk. Yoğunluğun dayandığı veri de kent topraklarının spekülasyonu. Önce tarım ve hayvancılığı yok edip köylüleri şehre süreceksiniz, sonra %70’in şehirlerde yaşadığını söyleyeceksiniz ve daha sonra bu insanlara “yaşama alanları” adı altında “dünyanın en büyük yatakhaneleri”ni açacaksınız; bunda bir yanlışlık yok mu? Bence yapı ve insan yoğunluğunu yeniden düşünmek gerekiyor. “İnsan odaklı düşünmek” denilen şeyin ve bir olumlama terimi olarak “hümanizm”in -tuhaf bir ironiyle- benmerkezci düşünmenin ve insanın kendinden başka bütün varlıkları hiçe saymasının adı gibi anlaşılmış olduğu görülüyor. Belki de önünde sonunda değişmesi gereken bu olacak. Özel, kolektif ve kamusal alanları nasıl kullanacağımız meselesiyle bu konu doğrudan ilgili. Önce şu soruya cevap bulmaya çalışmalıyız; “insan odaklı düşünmek” ne demektir? Bu düşünce bizim dışımızdaki bütün varlıkları yok saymamız ya da sadece kullanışlı araçlar olarak görmemiz hakkını bize tanır mı?

Hiçbir zaman tüketemeyeceğimiz kadar çok şey üretmeye çalışmak, sonra bunları nasıl tükettireceğimizin dürtüleri üzerine reklamlar yapmak, büyük ve çok sıfatlarını bir övgü olarak kullanmak, az ve küçük sıfatlarını ise bir yoksunluk olarak görmek başa çıkılması çok güç bir “azgınlık” ivmesi sağlıyor. İki günlük sokağa çıkma yasağı ilanıyla yaşanan “izdiham” bile bunun uzantısında bir durum. Kamusal alanların olağan zamanlarda bile gösteriye izin verilmeyen, sadece sessizce oralarda “siftinmek”ten başka bir anlamı olmayan “kent içi pasifize edilmiş boşluklar” olarak anlaşılması da başka bir tuhaflık. Neredeyse birlikte olmamıza yüklenecek salgının suçu; “birbirinizden uzak durun” komutu salgın sürecinin değil de hayatın kuralı gibi vurgulanıyor. Belki bunu fırsat bilerek özel, kolektif ve kamusal olanı yeniden düşünmeliyiz. Özel olan ne kadar özeldi ve kamusal olan ne kadar kamusal? Özel kişiliklerimizi yitirdiğimiz gibi kolektif kişiliklerimizi de mi yitirdik? Yoksa bütün bunlardan hiç haberimiz bile yok muydu?

Yuval Noah Harari’nin, Financial Times’ta yayınlanan “Koronavirüs’ten Sonraki Dünya” başlıklı makalesine gelince… ”Malumu ilan eden” bu açıklamalara ne demeli? Bunu söyleyince bir şey demiş olur muyuz? Bence egemen düşüncenin daha da egemen olması için yol-yordam öğreten bu “bilgiç adamlar”la bir yere varamayız. Evet, bu adamların sayesinde bu “tanıklık” durumu uzunca bir süredir en başat insan özelliği olmuş durumda. “Birileri” bir şeyler yapıyor ve biz tanıklık ediyoruz. Ara sıra fikrimizmiş gibi görünen ama olanı tekrar etmekten başka hiçbir işe yaramayan lakırdılardan başka bir şey yok. Merkezi yönetim, sağlık kuruluşları, medya ve haber kaynaklarının çok büyük bir bölümü aynı kişi ya da grupların elinde ve kapalı bir devre içinde. “Bana gerçekleri söyle ama sadece duymak istediklerimi” mottosu çok etkin. Farklı bir ses duymaya kimsenin tahammülü yok ve daha da kötüsü ne yazık ki farklı bir ses de yok! Bu yüzden kimin neyi nasıl ve neden değiştireceğini geniş katılımlı konuşmalarda ortak akıl üretecek şekilde sormalıyız.

Kestirmeden çıkarımlar bizi yanlış sonuçlara götürebilir ve salgının önlemleri hayatın kuralları haline getirilirse yeni bir kötülük üretilmiş olur. Soru daha geriden bir yerden sorulmalı. Büyüklük, yoğunluk, bir aradalık, özel olan, kolektif olan, kamusal olan üzerine düşünmeli. Aksi halde buradaki yargı gibi kendiliğinden negatif anlam yüklemek kolaylaşır ve “bir süredir çalışma mekanlarını kasıp kavuran açık ofis sistemleri, ortak kullanım alanları ve sosyal alanlar” deyiveririz… Sanki sorun bu mekanlardaymış gibi… Kutu kutu odalar içinde çalışsaydık daha mı iyi olacaktı? Ya da evlerimizdeki yemek masası üzerinden eşofmanlarla oturarak çalışmak daha iyi bir yöntem mi, yoksa özel olanla kolektif olanın anlamsız bir biçimde birbirine karıştığı ve ikisinin de içini boşaltan daha kötü bir yöntem mi? Bunun cevabını kimin vereceğini söylemeden önce olabildiğince geniş bir çevreden bu soruya yoğunlaşabilen insanlarla -dijital ya da gerçek ama mutlaka- aynı masaya oturmalı.

Kamusal alanlarda salgını önlemek için yapılması gerekenlerle hayatın belirleyicilerini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Gelişmiş kameralar aracılığıyla herkesin her durumda izlenebildiği ve uyarılabildiği bir yöntemin salgını önlemek anlamında çok önemli bir katkısı olabilir ama bu önemli katkı hayatın tamamı için sürdürülürse dayanılmaz bir “panopticon” olur. Merkezi otoritenin ve icracı kollarının beni izleyebiliyor olmasının en önemli koşulu benim de onları izleyebiliyor olmam olurdu. Herkesin herkesi izlemesiyle kimsenin kimseyi izlememesi arasında kayda değer bir fark kalmaz mıydı? Otomasyon sistemleri de “akıllı ev”, “akıllı ofis” gibi tam olarak ne anlama geldiği belli olmayan ve dahası tam olarak nasıl kullanılacağı da bilinmeyen “over design” cinlikler gibi… İşin doğrusu günlük hayatın içinde kullandığımız bir çok şey şimdi olduğundan daha yalın, daha basit, daha sade, daha az olabilirdi; oysa bir sürü şey gereksiz çok, gereksiz fazla, gereksiz karmaşık. Bunları konuşabilirsek ancak o zaman “otomasyon sistemleri, sesle çalışan asansörler, termal kontrol istasyonları ve UV dezenfeksiyon sistemleri gibi teknolojileri“ de konuşabiliriz. Yoksa bütün konuşmalar durumu kurtarmak için yapılan alelacele yargılara dönüşecek.

Şimdilik bütün bu zor soruların cevaplarını bulmak kolay değil ama bu durum soru sormamıza engel de değil. Kestirme tanımlarla salgınla mücadeleyi bundan sonraki hayatımızın belirleyicisi haline getirmemeli, daha iyi sorular üretebilmeliyiz.

“Elbette mimarlar olarak bundan önce de olduğu gibi daha az enerji üreten yapılar tasarlamaya, temizlemesi daha kolay detay ve malzemeler kullanmaya devam edeceğiz. Kim bilir, belki bundan sonra bazı ısrar ettiğimiz kararlarda yasa koyucuları, kullanıcıları ve işverenleri ikna etmemiz daha kolay olacaktır.”

Aydan Volkan, Mimar
Kreatif Mimarlık

Bu büyük ve küresel bir kriz. Bir şekilde sona erdiğinde ve toz duman kalktıktan sonra kent planlaması ve mimarlık düzleminde mekansal düzenlemelere sıra gelecektir. Ancak her şey yoluna girdiğinde insanların eski alışkanlıklarına hızla geri dönme ihtimali var.

Bu dönemde uzaktan çalışma becerilerini kazansak bile, yüz yüze bir arada çalışmanın motivasyonunun kaybolmayacağını umuyorum. Ancak bence ofis mekanlarının yeniden
planlanmasından önce, sosyal düzenlemelere ve iyileştirmelere öncelik vermek gerekir. Sağlık, tarım ve eğitimin savunmadan önemli olduğunu anladığımıza göre, bundan sonra bu alanlardaki gelişme ve iyileştirmelere göre mekansal ihtiyaçları karşılamamız gerekecek. Sağlık yapıları konusunda uzmanlaşmış bir ofis olarak şehir hastaneleri gibi devasa ve kent dışındaki komplekslere ihtiyatlı bakıyoruz. Aynı şekilde bu tür salgınların bundan sonra da olabileceğini düşünerek eğitim yapılarının da küçülmesi ve yaygın bir alana dağılması gerekecek. Taşımalı eğitim ve sağlık yerine, kırsalda yerinde eğitim ve sağlık prensiplerine geri dönmeli, daha büyük ve kalabalık okul ve hastane yapıları yerine yaygın ve daha küçük kümelerdeki insanlara hitap edebilecek yapılaşmalara önem vermeliyiz.

Bundan sonra tarımın önemseneceğini ve bilimsel endüstriyel tarımın gündeme gelmesini umuyorum. Bu olduğunda mimarların da gündemine tarım ve endüstri yapıları girebilir belki.

En ufak metrekare kaybının bile kabahat sayıldığı büyük kentlerimizde ferah mekan üretimi mimarların çözebileceği bir sorun değil. Bugüne dek tüm mimarlar olarak nizami ölçüleri ile balkonlu ve kullanışlı konutlar tasarlamak istediğimiz halde bu mekanlar hem işveren hem kullanıcı tarafından hep kayıp olarak görüldü. Şimdi bu kayıp (!) alanların değeri ortaya çıktı. Ofislerde durum konutlardan daha iyi diye düşünüyorum, özellikle amacına göre tasarlanmış ofis yapılarında yoğunluk hesapları daha titiz yapılır. Bence açık ofisler iyi planlanırsa ve doğru iklimlendirilirse bir tehdit değil.

Elbette mimarlar olarak bundan önce de olduğu gibi daha az enerji üreten yapılar tasarlamaya, temizlemesi daha kolay detay ve malzemeler kullanmaya devam edeceğiz. Kim bilir, belki bundan sonra bazı ısrar ettiğimiz kararlarda yasa koyucuları, kullanıcıları ve işverenleri ikna etmemiz daha kolay olacaktır.