Mimarlıkta Tarih, Teori, Deneyim-3
Prof. Dr. İhsan Bilgin
“Duyduğunu unutursun. Gördüğünü hatırlarsın. Yaptığını anlarsın.” Konfiçyüs
Mimarlık yayınları dizimin son başlığı “deneyim”i Doğan Tekeli’nin “Mimarlık: Zor Sanat” (YKY/anı 484 syf, 2012) adlı özyaşamöyküsü ile konu edeceğim. Söz konusu kişi ömrünü mesleğine adamış bir mimar da olunca, yaşamı sosyal ortamı kadar kentiyle de paralel bir seyir izliyor. Ben de olabildiğince kitaptan ve onun hayatından kopmadan değişen İstanbul ve iş/yaşam koşullarımızla paralellikler kurarak, kendimce bunları yorumlamaya çalışacağım. Kitabın arkaplanındaki yaklaşık elli yılı 40/50 kuşağı olarak onunla; yeni yüzyıl mahsulü gençler arasına (70’leri üniversitede geçirip 80’lerde akademik ve mesleki profesyonel hayata başlamış) 70/80 kuşağı olarak da ben girince, geçen yüzyılın ortası üçüncü çeyreği ve sonu arasında mekik dokutan hafıza kayıtları söz konusu olacak. Onun ve kitabının yörüngesinden kopmadan kendi açımdan anlatmayı deneyeceğim.
Mimar adayı öğrencilerimiz, mezun olduklarında bir büroda çalışacaklarını ya da o büroyu kendileri kuracaklarını biliyorlar. Taşranın ücra köşelerine kadar yayılmış özel bürolar doğruluyor bu kanaati.
1. Dayanıklı müessese Tekeli&Sisa
Doğan Tekeli’nin, rakı masası imâsı aşikar epigrafıyla açılan, özyaşamöyküsünü anlattığı ve yakın devirlerarası karşılaştırma aracı olarak kullanılmaya yatkın kitabını okuduklarında anlayacaklar ki, 1940’larda okuyan biri için “o büro” hâlâ öncelikle devlet kapısı. Tereddüt etmeden çalmış, (o zaman hâlâ seçmenin oyuna emanet edilip yerel yönetim olamamış) yetiştiği kent İzmir’in belediye bürosunun kapısını.
Ama bu başlangıç onu bürokrat ya da teknokrat yapmamış. Yazar da değil. Kitabı ustalıkla yazdıran, mimarlığının da temeli sağlam mantığı. Üç dönem boyunca ayakta kalmış büronun Sami Sisa’yla iki kurucu ortağından biri. (Mezuniyet ertesi ilk başvurduğum büroydu. Uygun değildi). Deneyimi ve kapasitesiyle hâlâ ilk başvurulacaklardan. Kitap büyükçe zaman dilimlerini kapsayan kronolojik bir sıra izlerken o bölümler de tek tek işlerle alt bölümlere ayrılınca meslek omurgalı ama içine özel anıların karıştığı akıcı ve okunaklı bir anlatı çıkmış ortaya.
İkisini iyi bildiğim otuzar yıl aralı üç devir film şeridi gibi geçti gözümün önünden okurken. Bugün ve kendi öğrenciliğim 70’ler zaten malum. 40’lar ertesini de okulu, yarışması, iş dünyası, muhayyilesi, teferruatıyla öğrenmiş oldum. Şimdiye dek dinlediklerim omurga kazandı.
Her ara kuşak mutlaka okuyup kendi hikayesini yeraldığı uzun hikaye içinde kurmaya bırakmalı. Kitabın sitemkâr başlığı yanıltmamalı. Serzeniş ağırlıklı bir içeriği yok. Bürosunu her dönemde ayakta tutmuş, başarıya doymuş istikrarlı bir mimarın kendi hikayesi. Okunaklı, akıcı, davetkâr bir üslubu ve içeriği var. O nedenle mini dizi başlığımın sonuncu kavramı “deneyim”i konu etmeye vesile yaptım. Hepsi bu değil elbette.
Ancak kişisel öykü anlatırken dile gelecek; her gün tıklım-tıkış tramvaylarla okula götürülüp getirilen çizim tablası gibi şimdikilerin aklının almayacağı ama dinlemesi ilginç ve eğlenceli ayrıntıları da az değil kitabın. Gençler, ilk işi verecek modern donanımlı şirket bürosunun şimdiki gibi Zincirlikuyu-Mecidiyeköy hattı kuzeyinde değil o zaman hâlâ Sirkeci’de oluşuna (s.78 vd.) şaşırmayacak bilgiyle donanmış olmalılar. Tabii iş programının da şimdiki gibi otoyol kavşağı iş merkezleri ya da soylulaşmış eski merkezlerdeki büro dekorasyonu ve/ya renovasyonu değil, sivil sanayisini burjuvasıyla birlikte yeni oluşturan bir toplumdaki fabrika olmasına da… O fabrikanın da şimdiki gibi, Maltepe ve Çekmece ötesinde değil, hâlâ kentin merkezi Haliç’in ardalanı Rami’de olmasına da…
Daha İTÜ’de öğrenciyken kazanıp -adını yazamadığından- müellifi de olamadığı yarışmayı büro açma fırsatı diye gösterecek ortam yokmuş. Büro açamadığına değil, müellifliğine hayıflanıyor. Zaten sonra ilk fırsatta hem de artık büyüdüğü İzmir’de değil, okuduğu İstanbul’da, Tünel’de açıp Teşvikiye’ye taşıyacak(lar) büroyu.
99’da kaybettiğimiz (s.450 vd.) Sami Sisa’yla yaşam boyu sürecek mesleki kader ortaklığının başlangıcını da mesleki düstur edindiği bir sadelikle başlıyor anlatmaya.
“…Sami Sisa ile Rami’deki fabrika üzerinde çalıştıkça bundan sonra birlikte çalışmayı düşünmeye başladık. Sami’yle bir odasını büro olarak kullanacağımız, diğer odasında da benim kalacağım… Sami Şişhane’de oturduğundan ona yakın yer arıyorduk. Üstteki iki katta ailesiyle oturan İtalyan doktorun apartmanın ikinci katını sahibesiyle de birlikte beğendik. Asistan aylığı 173 lirayken 180 lira kira çok geldi. Sami sordu: 150 olsa?.. kiraladık” (s.79).
Dolayısıyla, küçüğüyle, büyüğüyle artık her yere yayılıp yeni kuşakların verili olgu diye algıladıkları “mimari büro” denen kurumsal pratiğin Türkiye’de öncülerinden olmuş bir mimar.
Böyle deyip geçiyoruz da standart mal ve/ya hizmet üretmeyen bir işyeri olarak mimarlık bürosu kurmanın yalnızca mali olarak değil, çalışanlarının hayat tatmini beklentisinden mesleki motivasyonuna kadar yayılan bir istikrar vaadi anlamına geldiğini hatırda tutmak gerekir. Standart ürün ve hizmet üretmeden bu mali ve moral istikrarı ayakta tutmanın ağır yükünü biz de sonraki kuşaklar olarak üstlenip keyfini de sürdük ama önümüzde model alınacak işleyen örnekler vardı.
İlk olmanın ağırlığı mutlaka farklıydı ki, o olanca tevazuuyla hiç oradan dem vurmasa da, yükün ağırlığını hissetmemek mümkün değil. Zaman geçip büro rayına oturdukça işlerin otomatiğe bağlanmayabileceğinin çarpıcı örneği İstanbul’un en büyük işlerinden İş Kulelerinin kuşkusuz en kapasiteli işveren kurumlarından Şişecam ve sahibi İş Bankası yönetimlerince nasıl yönetilemeyip olanca riskinin mimari büroya yıkıldığı ayrıntısıyla var kitapta (s.404. vd.).
İrili ufaklı sipariş işleri teker teker alıp yapan bir kurum olarak mimarlık bürosu, prensipte hazır mal/hizmet üreten kapitalist işletmeden ziyade, zanaat atölyesi gibi işler. Kendi ürettiği sanayileşmiş mal ve/ya hizmetle piyasaya çıkmadığı gibi hazır ham madde ya da mal satan ticari işletmeden de farklıdır.
Dolayısıyla mimar, sanayici olmadığı gibi tüccar da değildir ve mesela tüccarların yüzyıllar içinde biriktirip işlerine has bir beceri olarak taşıdıkları, hızlı ve kısa devre bir durum değerlendirmesi alışkanlığı olan pazarlık alışkanlığından da yoksun şekilde bulur kendini kapitalist piyasa ilişkilerinin ortasında. Her kuşak ve kişi bu yoksunluğu kendi kaderiyle başbaşa yaşar. Tekeli&Sisa talihsiz bir anafora kapılarak yaşamış. Toyluklarını en travmatik şekilde hatırlatıp eşitsizliği derinleştirecek derecede tecrübeli bir kesimle karşılaşmanın eşitsizliğiyle koyulmuşlar işe: Yüzyılların siyasi ve ticari başkentinin en köklü ve örgütlü ticaret erbabıyla başbaşa kalmanın talihsizliğiyle çıkmışlar arenaya. İş de büyük olup, sivil hayatta “milyoner” sözcüğüyle daha yeni telaffuz edilen bir nicelik seviyesinde olunca haliyle bocalamışlar. O kadar ki rakibin merhametli, babacan büyüğünün (başkandan azar yeme pahasına) (bana şimdi jest gibi görünen) ve toplamı hesabımca zamanın değeriyle yirmi civarı Amerikan arabası aldıracak ilk karşı teklifini bugün bile düşünmeye değer buldurmayacak derinlikte iz bırakmış üzerinde (s.164-165).
Akdeniz’in en kapasiteli ticaret merkezi Kapalıçarşı’yı, Haliç Limanını ve çarşıyı saran küçük üretim ile -İstanbul piyasasının arasında mekik dokuyarak iktisadi ve ticari çarklarını döndürüp sanayi kapitalizmine geçişin kilit sektörü- tekstilin kritik aktörü kumaş tüccarlarını, hem de 1100 üyesiyle Manifaturacılar Çarşısı girişimcisi kooperatif olarak örgütlenmiş şekilde bulmuşlar karşılarında.
İş hayatı devleti ve siviliyle hayal kırıklığından ibaret olmayacak tabii. İş ilişkisi yanısıra insani tecrübeler de edinilebilecek bir ilişkiyi -şahsi rol modeli de olabilecek tam teşekküllü muhterem insanlığı besbelli- Neyir markası lideri Neyir Bey’le tanımış. Yalnızca, yaşandıktan sonra hafızamızla karışık akademik bir ilgiyle anlattığımız şehrin ticaret merkezinin Sirkeci’den aşamalarla Levent-Maslak’a kaymasını, ancak işinsanı sezgisiyle kestirip, “Çocuklar göreceksiniz burası geleceğin Wallstreet (NY)’i olacak” kehaneti için değil. Erkenden, yeni bilgi (enformasyon) ve iletişim sektörlerinin ürünü donatıyı tekstil gibi görece eski bir sektöre taşıyıp komputerize bilgi-işlem merkezi kurduğu için de değil, iş çevrelerinde komünizm hayaletinin kol gezdiği zamanlarda Levent’teki inşaatta çalışan işçilere eski merkezi Bomonti’den düzenli sıcak yemek yollayarak da cömert ve âlicenap kişiliğini belli eden (ve ertesinde yaşamı bir dramla nihayetlenen) Neyir Bey’den iş ilişkisinden öte izler de kalmış hatırında.
Neyir gibi bir markanın onlara gelmesi; sonucu belirsiz meşakkatli yarışmalarla geçirilen on yılın ardından devirlerüstü iş kapasitesi eşiği: isimlerin işveren portföyüne girmesiyle mümkün olmuş.
Fabrika işinin yeri de artık Haliç vadi tabanı uzantılı akarsu kıyıları değil, -İstanbul’un gelişme yönünü kuzeye çeviren Barbaros bulvarının açılması ertesinde bulvarın tepe noktasının Boğaz kenarına yeni burjuva iskan bölgesi olarak gelişecek Levent’in inşasıyla; bulvarın devamı ve Levent’in ana ekseni olup, kırsal bir yol izinden bulvar olmaya terfi etmiş- Büyükdere Caddesi’ymiş. Bunda, Haliç tabanındaki fabrikaların kenarındaki formel mekanizmalarla iskânı güç yamaçları işgücü deposu olarak enformel yapılaşmaya zorlamasının da payı vardı. Yani Büyükdere Caddesi öte tarafından da Haliç yamaçlarındaki gecekondu semtlerinin yürüyüş mesafesindeydi. Dolayısıyla kent merkezine hâlâ yeterince uzak olmanın yanısıra işgücü için de yürüme mesafesindeydi. Bu konum o dar-uzun sanayi parselleri yoğunlaşmasını açıklıyor. Örneğin Gültepe; Haliç yamacının Büyükdere Bulvarı’na kavuşma noktasıydı.
Bütün bu verilerin üstüste binmesi sonucu şu istisnai kent peyzajı ortaya çıkacaktı. Metropolitan ölçekte yön tayin edici yeni Barbaros bulvarı uzantısı olarak bulvarlaşmış topoğrafik sırt çizgisi Büyükdere Caddesi’nin bir kenarı Boğaz yamacında sonra Etiler ve Ulus’la iyice şişecek burjuva iskan yerleşmesi Levent, diger kenarı Haliç işçi sınıfı iskan bölgesi Gültepe.
İşte 90’lar ertesinde Levent-Maslak’ın iş merkezine dönüşürken gayrimenkul sektörü aracılığıyla küresel sermaye döngüsünün İstanbul odağı haline getirecek süreçte başrolü oynatacak o dar-uzun sanayi parsellerinin karma kullanım “mixed-use” (büro/rezidans/ avm) stokuna dönüştürülmesinden başka şey değildi. Neyir’le ilk adımlarını attıkları bölgenin sonraki dönüşümüne de Metrocity ve İş kuleleri gibi iri lokmalarıyla katılacaklardı.
Yer, kentin modernleşme tarihinin mafsal noktalarından olunca, tecrübe de katmerleniyor. Yıllar ve devirler geçip birlikte çalıştığı bir meslektaşının (rutinleştiği şekliyle yatay bantların Neyir Binası’nda katları ayrıştırmasıyla yetinmeyip yeni bir çapraz kasetli döşeme sistemin de desteğiyle katları yatay prizmalara dönüştürmüş) bu tasarımının özgünlüğünden hiç nasiplenmemiş şekilde alt katları genişletip anlamsız hareketlerle binayı düşeyleştiren (kendince yeni işlevine uyduran) tadilatlarla yetinmeyip özel üretim beyaz cephe prekastların yerine de (AVM’lerin sonra iyice müptezelleştireceği) granitle kaplayan tadilat projesiyle karşısına dikilmesine (sadece ikinci yarısına izin verip) kitapta değinmekle yetinmiş.
Benim Masumiyet Müzesi projemin kritik yeri galeriyi yamuk merdivenle dolduran Alman; eski çalışanım olarak karşıma çıksa beter muamele görürdü. (Zaten YAPI Dergisi’nde; [S.425, s.20-23, Nisan 2017] yazdığım gibi neyse ki muhattap diye mimar değil, işin sahibi O. Pamuk çıkmıştı karşıma).
Neyir, İstanbul’un bu zaman dilimi içindeki kaderini belirleyecek bir yerde olsa da çapı büronun seyrini değiştirecek seviyede bir iş değil. Asıl dönüşüm, İstanbul tarihi merkezinin en kapsamlı projesi Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ) ile gelmiş. Daha piyasanın isim yapmamış genciyken sınırlı yarışma daveti almakla kalınmayıp; hocaların da arasından sıyrılıp kazanılmasıyla da özgüven tazeleyici bir süreç de olacak kademeli yarışma ve uygulama anaforu Tarihi Yarımada’nın başlıca bulvarının karakterini belirleyecek İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ) hikayesine dönersek:
50’lerin sosyal/siyasal fonu ve Prost planı uyarınca tabii ki Menderes tarafından yapılacak Tarihi Yarımada operasyonları (bulvar açma ve yıkımlar hep olacağı gibi) kentin kritik sosyal dengelerini tedirgin etmiş. Sultanhamam esnafı da ondan dolayı o yüzyılların sıkışıklığından kaçmak üzere kendilerine yeni yer aramaya başlamış. Zamanın valisi ve belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay da iyi bir kazan-kazan çözümü bulmuş. Yarımada trafiğini Beyoğlu yakasına akıtma aracı olarak açılmış Unkapanı bulvarının boşluğuyla -özellikle problemli- Süleymaniye arakesiti kenarınının inşasını (maliyetiyle birlikte) manifaturacılar kooperatifine devreden çözümle bulvarın Süleymaniye kenarından 1 km’lik bant kooperatife devredilmiş.
Öte yandan işin başka dikkate değer yanı da bir daha pek tekrarlanamayacak ölçüde mesleki temayüllere uygun yürümesi olmuş. Aradan 35 yıl geçtikten sonra (Alman disiplini diye ulaşılamayacak hedef sayılan) duvar ertesi Berlin’i yeniden inşa sürecinin 1990’lardaki yönetim biçimi -tabii ulusal ölçekte- daha o zamandan burada izlenip bu 1 km uzunluğunda 45.000 m2’lik bandın manifaturacıların gereksinimlerine göre imarı için önce şehircilik sonra mimarlık yarışması açılmış. Piccinato’dan Onat ve Eldem’e kadar herkes jüri ya da yarışmacı olarak işin içinde. Gözünde büyüttüğü rol modellerinin zaaflarını da ifşa edecek şekilde işliyor süreç. Hâlâ çok isabetli bir kararlar silsilesi olarak gözüken Tekeli&Sisa Manifaturacılar çarşısı çözümü bulvarın Süleymaniye dokusuna sınır hattı çekip, bulvar boyunca saçaklanırken büyüyüp küçülerek Haliç’e inen Osmanlı’ya has zanaat hanlarının avlulu tipolojisinden türeme avluları birbirine ve sokaklara geçitlerle bağlanıp, set duvarlarıyla ara kesiti kademelendiren çizgisel bir bant oluşturuyor. Yarımadanın bakımsızlık ve ilgisizlikten köhnemiş yapı stoku içinde ardındaki yıkımın enkazına rağmen bu bulvarın görece derli-toplu kalmasında bulvarı disipline eden bu isabetli bulvar mimarisi çözümünün olduğu kanısındayım.
Bulvar mimarisi de rutine bağlanmış bir monotonluk demek değil: dikkatli mimar bakışının hemen ayırdedeceği ilk bloğun cephesindeki testere dişi konturlu balkon dizisiyle o hizayı perdeleyip üstündeki heykeli rölyefleştiren beton duvarın işaret ettiği tektonik katmanlaşma, avlunun referansı olan zanaat avlularını hemen ele veren ve okunaklı strüktürü yalnızca heykelsi merdiveniyle değil uçan saçaklarıyla da tansiyonlu ilişkiye zemin oluşturan avlularda da hacim kazanarak sürdürülüyor.
Hilton’un yaklaşılmaz lüks sayıldığı, Sheraton (Ceylan) ve Continental (Marmara)’in yapılmadığı zamanlarda kibirli hocalar, taşralı arkadaşlarımızla sınıf farklarını, “ömründe otele girmemişlere, ben nesini anlatayım?” diye pekiştirirdi. Yüz yıldır sosyal hayata sinmek bilmemiş burjuva görgüsünün ölçüsüydü hâlâ otel. Ama İstanbul’da Hilton, Tarabya, Pera, Park, İzmir’de Efes’ten başka o ölçüyü tartacak kantar olmayınca boşa düşen bir muhayyile oluyordu kuşaklar boyu usanılmamış bu beklenti. Ankara bu konaklama yoksunluğunu gidermek üzere 80’lerde Sheraton’la atlayacağı yıldızlı eşiğin ilk adımını Hilton, Tarabya, Efes gibi yine bir devlet girişimi Stad oteliyle ve Tekeli&Sisa projesiyle telafi edecekti. Uluslararası yıldızlı standardın adı dahi yokken Anadolu’da otel, orta sınıfa dahil ol[a]mamış şüphelilerin, lobisinde vakit geçirdiği, bünyesi kumar ve fuhuşa dahi korumasız, kahve ayarında statülü yerlerdi.
O zaman, her mimarın er geç tadacağı, mimarla iddialaşmasını eline kalemi alacak cürete vardıran, resmi ya da sivil yönetici muhattap deneyimini o koşullarda kendini hayat bilgisi hocası sanan bürokratla otel projesi görüşmesinde yaşanması da oturuyor yerli yerine. Burjuva yaşam ölçüsü sanılmış otel, Türkiye’nin Amerikanlaşarak burjuvalaşmanın eşiğinde olduğu o yıllarda sivil hayatı da hizaya sokmaya meyyal otoriter bürokratın tam da iddialı olması beklenecek alanıymış kamusal hayatın.
En dramatik anılarından; yaşamının dominant karakterlerinden Emin Onat’ın kaybını radyodan duyma sahnesini iyice kasvetli yapan da zaten Trabzon’da, kat tuvaletine takunyayla gidilen bir otelde öğrenmiş olmasıymış anlaşılan. Sonuçta bıraktığı derin iz kabrini gönül borcu bir angajman ve empatiyle, büyükçe işlerin hevesiyle tasarlatıyor Tekeli’ye (s.216 vd.). Anıları okunaklı ve cazip kılan şeylerden biri de içtenliğini -mesleki hikayeyle sınırlamayıp eşi Zeynep Tekeli’yle izdivacına kadar- olanca cömertliğiyle paylaşması. Ne de olsa kişisel hayat da o kadar kişisel değil; sosyal bağlam içinde yaşanıyor.
Türkiye’nin sanayi devrimi, devlet himayesinde sanayi sermayesinin oluşacağı Menderes ve Demirel iktidarları ile gerçekleşirken devrin en kapasiteli olmaya aday bürosuna da ölçek büyüten kurumsal üretim merkezleri fabrika kampüslerinin tasarımı rolünün düşmesi de beklenir gelişme olacaktır.
Devir değişip Özal’la birlikte finans sermayesinin ağırlığı artınca işler de yaygın fabrika kampuslarından Halkbank, Metrocity, İş Kuleleri gibi gösterişli iş kulelerine kaymıştır. Alçak ve basık binadan yüksek olana sıçrama tecrübeleri bulunduğundan zorlanmamış olmalılar. Erkenden Beyoğlu-İstiklal’e hem de Galatasaray mafsalında Pamukbank binasıyla ölçek atlatan bina yakıştırmak gibi müşkül bir işin üstesinden gelmenin özgüveni az şey değil.
İlk bakışta yüksekliğiyle kuleleri andırsa da bambaşka bitişik sosyal ve topoğrafik bağlamların arakesit eşiğinde olmak bakımından Teşvikiye Vali Konağı Caddesi’nin sonunda Ihlamur’a inen yere yapılan konut kuleleri de Tekeli&Sisa’nın, kent dışı fabrika kampusu ve otoyol kulesi mimarlarından ziyade kent içi çetrefil sorunlara çözüm üretmiş mimarlar olduklarını gösterir. Hattâ Teşvikiye’deki apartman, yarışmanın jürisinde emlakçıların da bulunmasıyla değil, programıyla da 90 ertesi patlayacak konut piyasasında, evlerin standartları ve sunulan sosyal altyapı ile rezidans olarak adlandırılacak standardın öncüsüdür.
Bu zorlu fiziki ve sosyal coğrafya eşiğinde mimari olarak kentle bütünleşmeyi, işletme programı olarak kentten kopmayı gerektiren karşıtlıklar üzerine kurulu bu işin üstesinden hakkıyla gelmeleri; sırf “business” (piyasa-adabı) bakımından değil, kentin fiziki ve sosyal coğrafyası ile, David Harvey, Frederic Jameson, Manuel Castells gibi sosyal felsefecilerin Postmodern (Post sanayi, Post fordizm) olarak tasvir edecekleri ve Türkiye’nin 80 ve 90 ertesinde (nice eşikler atlayarak dahil olacağı) geç kapitalizmin çetrefil kozmopolitan sınıfsal ilişki yoğunlukları içinde mimari olarak da davranmaya daha 70’lerin ortasında hazır olduklarının göstergesidir. Zamanlar hızlı değişirken kurdukları büroyu, kuruluşu ertesi üç çeyrek yüzyıl ayakta tutan kapasitenin ardında bu entelektüel ve moral motivasyon ile değerler olsa gerek.
Zaten, kentlerimizin pejmürdeliğinin başlıca nedeni sahipsiz kaldığı için küçük müteahhit/kalfa/yılgın teknokrat vasatıyla belirlenmiş dikiş tutmaz planlama kararları ile mimarlık ara ölçeği (Almanların erkenden en yerinde adıyla Städtebau diyerek planlamaya dahil ettikleri) kentsel tasarımı da en başından hakkıyla tecrübe etmiş büro da onlarınkiydi. Rumelihisarı gibi kırsal zeminli bir iç kalede nasıl olup da hassasiyet isteyen konserler dinlediğimize şaşıranlar, ardında onların erken edinilmiş kentsel tasarım tecrübelerini bulacak. İstanbul dahil olmak üzere Türkiye’nin tamamı için istisna olan Konak Meydanı’nın inşai disiplininin ardında da (orayı erkenden tecrübe haznesine katmış) Tekeli&Sisa müessesesi var.
2. Bir devrimci ve devrimi Brunelleschi’nin kubbesi
Deneyim bölümüne ertelediğim, yazmayı da bilen iyi bir akademisyen olan Ross King’in elinden çıkma, -kol işinden zihin işine geçiş süreci ile- mesleğin dönüm noktası olan -Rönesans’taki yapı üretimi ilişkileri ortamı tasvirini de içeren okunaklı bir kitap da “Brunnelleschi’nin Kubbesi”. Floransa’nın katedrali Santa Maria del Fiore yapılırken öngörülen büyüklükte bir kubbenin yapımına yönelik bilginin unutulması/yitirilmesi nedeniyle kubbe tasarımı ve yapımı mimari yarışmaya açılmış, yarışmayı adı Rönesans mimarlığıyla özdeşleşecek Brunelleschi kazanmıştır. Kitapta ayrıntısıyla anlatılan inşaat tekniği Floransa’nın da en ilginç mimarlık müzesinin konusudur. Meydanın, katedralin kubbe ve apsitinin sırtında kalan dar aralığındaki dükkân sırası içinde gözden kaçabilecek mütevazı girişi ardından, gezdikçe büyüyen müzede (orijinal maketlerden inşai araç gerece kadar, sergilenen malzemeyle) inşaat tekniği sergilenmektedir.
Kitabın en ilginç bölümlerinden biri, sonraları eğitim müfredatlarından okullarda öğrenilecekleri Brunelleschi’nin çöp karıştırırcasına Roma enkazını eşeleyerek öğrenmesi…
3. Başka deneyimler
Mesleki deneyimlerini kitaplaştırmış tek mimar Doğan Tekeli değil elbette. Kişiliklerden bağımsız olmayan şekilde Tekeli’nin ölçülü üslubundan farklı olan, daha ziyade polemik üslubuyla yazılmış ve Abdi Güzer’in editörlüğünde kitaplaşmış Şevki Vanlı’nın üç ciltlik anıları, aynı zamanların -bu kez, Ankara’da büro yöneten- bir mimarın ağzından yazılmışı olması bakımından da ilginç.
Nevzat Sayın’ın yazarlı monografisini Tansel Korkmaz, Emre Arolat’ınkini ise ben yazmıştım. “Buildings&Projects” [işler] içerikli başka kitaplar da var. İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Mimar Kemalettin’in mimarlığına değil, yazdıklarına odaklanan monografisini yazmıştı. Son olarak Nevzat Sayın’ın bu başlığın küresel literatürde de özgün içerikli, projesi ve yapım süreciyle bir tek işin meydana gelişine odaklanan Umur matbaası işini anlatan “Bir Yapı Kitabı”.
4. Kitapçı
Diziyi bitirirken… Kamusal kütüphanelerin kapasite ve işletme performansı ayrı konu da, özel kitaplıklarımız için yayınevi kadar kitapçı da önemli: YEM, değindiğim, değinemediğim bütün mimarlık kitaplarını ilgili oldukları sanat vb. kitaplarla birlikte sergi düzeniyle bulundurup aylaklığa yatkın meraklısına ayaküstü ciddi vakit harcatan kitapçılığa da öncülük yaptı. Fulya merkezindeki kitapçı en azından İstanbul için merkezi bir yüzyüze alışveriş olanağı.