Mimarlık ve Eleştiri: Kriz ve Yazı

Serhan Ada, Doç. Dr.
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Kültür Politikası ve Kültürel Diplomasi UNESCO Kürsüsü Başkanı

Mimari Eleştiri’23 (bundan sonra “ME”), “Yüzleşme” başlığı altında, 9 Haziran’da, biri “Giriş” olmak üzere, toplam dört oturum halinde yapıldı (1). Konferansa katılan 16 konuşmacının 16’sı da mimarlardan oluşuyordu. Oturumlarda mimarlığın bugünü ve geçmişine dair kimi gözlem ve değerlendirmeler dile getirildi. Mimar konuşmacılar, mimarlığın bir mesleki pratik ve bir öğretim/öğrenim disiplini olarak bugünkü zorlukları ve mimari eleştirinin gerekliliği gibi konulara değindiler.

Bir dizi haline gelerek önümüzdeki yıllarda devam etmesi umulan toplantının oturumları arasında bir tür “tartışmacı” olarak bazı yorumlar yapmam ve toplantıdan sonra da konunun etrafından dolaşan bir yazı yazmam istendi. “ME” yi tasarlayan ve gerçekleştiren yürütme kuruluna “disiplin dışı” olduğumu söylesem de yazının tam da bu nedenle bana ısmarlandığı özellikle belirtildi. Bu zorlu görevi, belki de zor olduğundan, kabul ettim.

Yazıya konu ile ilgili olduğunu sandığım kişisel bir anekdotla başlamak istiyorum. Yarım yüzyıl kadar önce, adları uluslararası mimarlık piyasasında iyi bilinen mimarların (Eisenman, Isozaki, Koolhaas gibi) yanı sıra, bir editör ve yazar olan Cynthia Davidson’un kurucuları arasında yer aldığı kar amacı gütmeyen Anyone Corporation tarafından Ankara’da düzenlenen “Anytime” başlıklı toplantıya katılmak üzere bir davet aldım. Aynı davetin bir mimar arkadaşıma da geldiğini duyunca, “Neden ortak bir iş yapmıyoruz?” dedim. Sonunda onun hem çizgi ve kavram dünyasında hem de gerçekleştirdiği projelerde yer alan bir form üzerine bir yazı kaleme aldım (2). Onun çizim ve fotoğrafları, düzenlenen sergide yer aldı. Ben de kısa metnimi konferansta okudum. Konferansa katılan bir başka tanınmış mimarın, Arata Isozaki’nin Akira Asada ile birlikte yaptıkları sunum-konuşmayı kastederek “Japonlara özenen bizim mimarlar da yanlarında felsefecileri ile dolaşıyor.” diye bizi eleştirdiğini unutmuyorum (3). Isozaki-Asada ikilisinin birlikte iş yapacağından habersiz giriştiğimiz bu ortak çalışmadan sonra, mimarlık camiasının kendi dışından bolca beslenen, kendi içinde etkileşimi yoğun ama aynı zamanda kendi içine oldukça kapalı bir topluluk olduğu izlenimini edinmiştim.

Bu ilk izlenime rağmen, mimari eleştiri üst başlığını taşıyan bir toplantı hakkında yazmayı kabul ettim. Belki eleştiri kavramını ve olgusunu bir süredir sorguladığım ve yazı ile ilişkisini araştırmanın bazı açılımlara fırsat yaratabileceğini umduğum için.

Dillerde Eleştiri ve Yüzleşme

Yazmaya hazırlanırken mimarlık eleştirisi hakkında ve etrafında bir şeyler okudum. Önemli bir kısmında eleştiri kavramı ve mimarlık eleştirisinin vazgeçilmezliği öne çıkıyordu. Belki de tam burada eleştiri ile 9 Haziran toplantılarının teması olan “yüzleşme” üzerinde biraz durmak yararlı olacak.

Dillerle başlayalım. Ayırmak, ayırt etmek, karar vermek anlamındaki “krinein” kökünden türeyen “kritikos” eski Yunanca’da yargılayan, değer biçen, kestiren gibi anlamlar taşıyor. Latincedeki “criticus” haline geldiğinde daha ziyade yazılar, konuşmalar türünden zihin mahsulü “eserleri” yargılayan kişi oluyor. Olumsuz (değer) yargıları ileri sürmek biçimindeki genelgeçer anlamı kazanması ise çok daha sonra, galiba Rönesans’ı izleyen yüzyıllarda. Arapçadaki tenkid, ifşa etmek, mahkum etmek, hesap görmek (nakid’le de ilgili olabilir) gibi daha keskin yerlere götürüyor. Birinin ya da bir şeyin “hesabını görmek” derken sıkı eleştirip hakkında yargıda bulunmayı da kastediyoruz. Belki de bu nedenle, Londra Goldsmiths Üniversitesi bünyesinde kurulan ve dünya ölçeğinde devlet şiddeti, insan hakları ihlalleri konularında, mekanın artık ortada olmayan parçalarını olayların geçtiği zamandaki haliyle baştan “kur/gulay/arak” gerçeği araştıran Forensic Architecture (4) (Adli Mimarlık) tam da “kritikos”un ilk anlamına yakın bir şeyler yapıyor. Adli tıbbın ceset üzerinde yaptığını, zaman içinde olup dağılmış parçaları mekanda bir araya getirerek resmi söylemdeki yanlışın/yalanın doğrusunu bulmaya çalışıyor. Adli mimarlık için mimari eleştirinin bir tür pratiği de denebilir. 

Krinein aslında “kriz”in de çıkış noktası. Krisis’de türlere göre, iyi ile kötü’yü ya da doğru ile yanlış’ı, bir ayırma, sınıflandırma ve ona göre bir karar verme anlamı var. “Kritik bir durum”, tam da bu ayırma, yeniden ve temelden kurmaya geçmeden önce ortaya çıkana bakma durumuna işaret ediyor. 

Henüz sözlüklerin açtığı yoldan giderken bile, kritik (ki Türkçe “eleştiri”de de eleyip durmak türünden bir gönderme var) ile kriz arasında kan bağı olduğunu görebiliyoruz. O zaman bu yolun götürdüğü yere doğru biraz daha ilerleyince kritiğin krizden beslendiğini, kriz durumunu ele almayan kritiğin sahici bir kritik olmadığına kadar gidebiliriz. Gidebilir miyiz? Bu yazıda biraz bu soruyu didiklemek yararlı olabilir. 

Kritik-kriz ikilisine geri dönmek üzere, bu ilk konferansın teması olan “yüzleşme”ye de dillerde kısaca bakmakta yarar var. Yüzleşme, Türkçe’de bir yüz yüze gelme, karşılaşma anını akla getiriyor. Yüzleşme, İngilizcedeki “con-front(ation)”, alınların birbirine bakması biçiminde olmak zorunda değil. İçe bakmak, ama hesaplaşmak, doğru ile yanlışı ayırt etmek üzere içe bakmak anlamını da taşıyor. Bu anlamıyla da kritik ile yakınlık gösteriyor. Yüzleşme için iki insanın yüz yüze olması şart değil. Bir durum ya da bir sorunla örneğin mimarlık eleştirisi ile de yüzleşilebilir. Hatta zor da olsa, insan kendi kendiyle, kendi doğrusu ve yanlışıyla yüzleşebilir. Yüzleşmenin anlam açılımlarının gösterdiği şey, iki tarafın, ben ile öteki, ben ile sorun, ben ile öteki ben, ikililerin karşı karşıya gelmesi. Hiçbir kimseyi, şeyi, kendimizi tam karşımıza almadan onunla yüzleşemiyoruz.

Neden Mimari Eleştiri? Neden Şimdi?

Yazmaya hazırlanırken okuduğum pek çok kaynakta mimarlık eleştirisinin “öldüğü” yazılı (5). Bu yazılara bakıldığında daha ziyade, kendini “küresel altyapıya sahip” bir grup olarak tanıtan Condé Nast medya devinin The New Yorker’ının ünlü mimarlık eleştirmeni Paul Goldberger’in dergideki sütununun kaldırılmasına değinildiği anlaşılıyor. 2000’lerin ilk on yılında başka mecralardaki mimarlık eleştiri köşeleri de birer birer yok olmuş. Hemen sorulması zorunlu soru şu: Eleştiri medyadan dışlanınca tamamen “öldüğü” söylenebilir mi?

Konuya “ME” konferansında da değinildi. Eleştiriye, eleştirinin getireceği açılmaya ve “düşünmeye” ihtiyaç duyuluyordu. Sonra da düşüncenin getireceği “fikri şiddet”in mimarlık için de vazgeçilmez olduğu vurgulandı. Heindl, Klein ve Linortner, de “Mimarlık ve Hoşnutsuzlukları” alt başlığını taşıyan derleme kitaplarına (6) yazdıkları giriş yazısında “eleştirinin sonu” dedikten hemen sonra “eleştiri krizde…” diyerek devam ediyorlar. Ölüm-kalım tartışmasının ötesinde, tüm bu yazılan ve söylenenler, mimarlık eleştirisinin bugün bir acil durum arz ettiğini apaçık ortaya koyuyor. 

Doğru ile yanlışı baştan kurmak üzere, acil durumu bir kriz raporu ile saptama zamanının geldiğini söyleyebiliriz. Ama bu ölümden sonra çıkarılan bir “epikriz raporu” değil. Mimarlık ile eleştirisine ayrı ayrı ve bir arada bakarak krizin hangi koşullarda ortaya çıktığını anlamaya çalışmak daha doğru. O koşullar biraz olsun aydınlatılabilirse krizden “yeni”ye çıkışın kökenine ulaşmak da mümkün olabilir.

Şimdi yukarıda sorduğum soruya geri dönebiliriz. Aslında cevabını içinde taşıyan türden bir soru. Mimarlık eleştirisi, medya ile var olmadığına göre, medyadan dışlanınca yok olmayacağı açık. Üstelik, verdiğim örnekler daha çok ABD’deki medyadan olduğuna göre, eleştirinin başka ülkelerdeki başka mecralarda uç vermesi pekala mümkün olabilir. O zaman krizin kaynağında medyadaki köşelerin kaldırılmış olması yok demektir. Eleştiri, çok çeşitli biçimlerde, bildiğimiz basılı biçimde ya da dijital ortamda varlığını sürdürebilir. Üstelik mimari eleştiri için geçerli olan tartışmanın eleştirinin diğer alanlarında, örneğin edebiyat ya da sanat alanında da sürdüğü göz önüne alınırsa, krizin çok daha başka bir yerde olduğu akla gelebilir.

Günümüzde mimarlığı yapılı nesnelerden ibaret bir pratik olarak mı anlamalıyız? Mimarlık sadece ortaya koyduğu eser/ürünlerden mi ibarettir? Bu sorulara kestirmeden olumlu cevap vermek mümkün olmadığına göre, belki de krizin çıktığı yerde mimarlığın bugün öğrenildiği, pazarlandığı, tasarlandığı, uygulandığı ve kullanıldığı koşullara bakmak daha doğru olabilir. Krizin ucunun mimarlığın bugünkü haline kadar gidebileceğini öne sürmek belki mimari eleştirinin sıkıştığı yerden sıyrılmasına da yardım edebilir. 

Böyle bakıldığında, mimari eleştiriyi konuşmak, bir sistem olarak mimarlığı tartışmak ve onunla “yüzleşmek” ise, ME toplantısının çıkış noktasının doğru olduğu apaçık anlaşılır. Bugünkü krizin varlığı, onu doğuran koşulları yaratan ortamın işleyişine, yaygın deyimle ekosistemdeki süreçlere, işleyen ya da tekleyen halleriyle yakından bakmayı zorunluluk haline getiriyor. Kısaca, mimari eleştirinin krizi, mimarlığın krizinden ayrı konuşulamaz.

Mimarlık: Kiminle, Kimin için?

Mimarlık öteden beri bilimle sanatın, heykelle fiziğin, yapı bilgisi ile perspektifin bir arada olduğu bir alan olarak bilinir. Her ne kadar en sonunda bir ya da az sayıda kişinin imzasını taşısa da, mimarlık herkesi, hepimizi ilgilendiriyor. Daha doğrudan söylersek mimari eser (ya da ürün) üç boyutlu olarak ortaya çıktıktan sonra kullanıcısından çok “kamunun malı” oluyor. Mimarlık eleştirisinin de bu bakımdan işi kolay değil. Diğer sanat dallarında, görsel sanatta, müzikte ya da edebiyatta sadece eseri ya da eser sahibini, ilgili alanın çerçevesi içinde eleştirebilmek mümkünken, bu mimarlık için yapıldığında hep bir eksik kalabiliyor.

Denebilir ki, sonuç olarak ortada bir özne (imzası olan, mimar, auteur) ile bir nesne (bir ev, bir tapınak ya da bir köprü) var. Kamusal olandan sıyrıldığında pekala böyle denebilir. Gel gelelim, asıl bu ikisinin ötesinde ve berisinde olanlar mimarlığın kaderini belirliyor ve değiştiriyor. Basitleştirerek söylersek, iş sahibi, tasarım ve uygulama aşamasında olabileceklere beklentileri ve çıkarları doğrultusunda müdahale ediyor; kullanıcı da hazır nesneyi ihtiyaçları doğrultusunda sürekli değiştiriyor. İşte bu bakışla, tekil bir yapıyı ya da mimarlık nesnesini tasarım öncesi müzakere-pazarlık sürecinden başlayıp hayatı boyunca izlemek, anlık fotoğrafını çekerek onun üzerine konuşmaktan çok daha anlamlı.

Özne ile nesne, yaratan ile yaratılan, yapan ile olan ilişkisine geri dönersek, o da aslında diyalektik bir ilişki. Yakın zamanda kent, mekan, mimarlık gibi konular üzerinde de teoriler geliştiren düşünürlerin çözümlemelerini yeniden yorumlayan Douglas Spencer, mimarlık eleştirisini ekonomi politik doğrultusunda değerlendirdiği kitabında, Marx’ın Grundrisse’sinden aktararak şunları söylüyor: “…Kapitalizmin meta halindeki nesneleri, özneleri üzerinde bir güce sahiptir. (Marx’ın) Grundrisse’de yazdığı gibi, ‘böylece üretim, özne için bir nesne yaratmakla kalmaz, ama aynı zamanda nesne için de bir özne yaratır (7).”

Bu açıdan bakıldığında, mimari üretim biçiminin inşaatın baskın sektör olduğu günümüz (geç!) kapitalist dünyasının üretim biçiminden ne kadar ayrılabileceğini tartışmak kolay iş değil. Kanonun koyduğu kurallardan uzaklaşamayan eleştirinin de bu koşullarda kendini özgürleştirebilme imkanlarının kısıtlı olduğu bir gerçek.

Mimarlık pratiğinin, pazarın sınır tanımayan işleyişine tabi tüm akışlar gibi, küreselleştiği bir gerçek. Bugünün Türkiye mimarlık sahnesinden iki farklı, gibi görünen, örnek yeterli. Bir modern/çağdaş sanat müzesinin (İstanbul Modern) bir liman bölgesinin yıkılarak tümüyle özel kullanıma ve emlak spekülasyonuna açık hale getirilmesiyle eski yerine yeniden inşası projesini Renzo Piano üstlendi. Son on yılların en yıkıcı sarsıntılarıyla yerle bir olan kadim Hatay–Antakya kent merkezinin yeniden yapımı projesinin başını Sir Norman Foster’ın çektiği bir ekibin yürüteceği söyleniyor. 

Müzeler mimarı Piano’nun yapı atölyesinin (şirketin adı, “Renzo Piano Building Workshop”) yeni müzesi üzerine yazılanlarda binanın bulunduğu yere gönderme yapılarak gemi biçiminde tasarlandığı, alüminyum paneller kullanıldığı ve terasa Boğaziçi’ni yansıtacak bir havuz yerleştirildiği söyleniyor (8). Tüm anılanlar, tanıtım başlığı altına konabilecek bilgi verici türden ve Piano markasının müzenin yeni imajına katkısına gönderme yapar cinsten. Bu arada, şehrin antrepolar bölgesinin tümüyle yıkılarak yeniden yapılmasıyla oluşturulan alışveriş, rezidans ve kruvaziyer limanı işlevleri görmesi beklenen antrepolar alanında yer alan müzenin hemen rıhtıma demirleyen kruvaziyer gemilerinin ardında kalan gemi biçiminin ziyaretçiler tarafından nasıl seçilebileceğine dair bir ipucu yok. Buna karşılık, Boğaziçi’ni yansıtan teras havuzunun önemli bir ilgi odağı olacağı anlaşılıyor. 

Foster ve Ortakları’nın Hatay’ın yeni baştan yapılmasını öngören projesine dair ise daha az bilgi var (9). Foster’ın şirketinin Kopenhag ve New York’ta ofisleri bulunan BIG (Bjarke Ingels Group) ile birlikte çalışacağı ve “işverenin” bir sivil toplum örgütü olan Türkiye Tasarım Vakfı olduğu belirtiliyor. Öte yandan, İstanbul’dan mimarlık ofisi DB ile KEYM’in (Kentsel Yenileme Merkezi) yeni Hatay’ın master planını hazırlamakla Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından görevlendirildiğine dair bilgi var. Bu kapsamlı proje için çalışacak ekiple Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği (GYODER (10)) ve başka bazı mimarlık ofislerinin iş birliği yapacakları anlaşılıyor. Bu iki grubun nasıl bir konsorsiyum çerçevesinde çalışacağına dair bir ipucu henüz yok. Ancak Hatay’daki hayat tarzının korunacağı ve kentin kadim tarihinin izlerinin görünür kılınacağına dair kimi açıklamalar mevcut. Bir de katılımlı workshop yapıldığı belirtilmiş. 

Yukarıdaki birbirinden farklı iki örneği, bu kapsamdaki bir yazıda ayrıntılı sayılabilecek biçimde neden aktardım? Sıraladığım maddi bilgi ve tanıtıcı açıklamalar ötesinde bir tartışma, sorgulama, yapılanı ve yapılacak olanı değerlendirmeye dair bir şey ya da bir eleştiriye rastlanmadığını göstermek için. Başta da belirttiğim gibi, mimarlığın konusu kamusal alan. Kamusal alan, çoğu kez fiziki bir mekan olarak anlaşılsa da, özel (bireylere ait anlamında) alan ile kamuya ait olanın açıkça tartışılabildiği bir “düşünceler agorası” biçiminde de tanımlanabilir. Mimarlık pratiğinin küreselleştiği günümüzde böylesi bir tartışmanın varlığı öne sürülemez. O halde, mimari eleştiri tümüyle ortadan kalkmış olmasa da şimdiye kadar bildiğimiz haliyle ortada pek görünmüyor, diyebiliriz.

Tarihe, Teoriye ve Akademiye Dair

Eleştiri ile tarihi birbirinden ayırmak mümkün değil. Ancak tarihi eski zamanlardan bugüne gelen ve olduğu gibi kalan mermer kalıntılar olarak görünce bugüne tuttuğu ışıktan yararlanmak mümkün olamıyor. Tarihi kendi devinimi ve çelişkileri içinde kavramadıkça onu bir araç olarak kullanmanın gereği de ortadan kalkmış oluyor. 

Tarihçi olduğu kadar akademisyen, eleştirmen ve mimar olan Manfredo Tafuri tarihi, dönemin kısıtları, çelişkileri çatışmaları bağlamında bitmeyen ve birbiri içinden çıkan mücadeleler halinde değerlendiriyordu. Sadece derinlikli araştırması Kızıl Viyana (Vienna Rossa, 1980) ile değil, Rönesans’ın mitlerini birer birer ayıkladığı sayısız çalışmasıyla tarihin eleştiride nasıl bir misyonu olabileceğini adeta kanıtlamış oldu (11). Yazarları arasında bulunduğu, kısa ömürlü de olsa etkili dergi Contropiano’da arkadaşlarıyla oluşturdukları tartışma ortamının da eleştirinin yeşermesi için gerekli zemini sağladığını hemen eklemek doğru ve yerinde olur. Tafuri, “Eleştiri yoktur, tarih vardır.” demiş olsa da, aslında eleştirinin ortaya çıkabilmesi için derinlemesine araştırmanın ve tarihin sürekli devinen akışı içinde yapılanlara ve özellikle yapılamayanlara yakından bakmanın eleştirinin “kurulmasındaki” etkisini göstermiş oldu.

Teoriye gelince: Her teorinin olgulara kavramlar üzerinden bir bakış, bir perspektif önerdiği göz önüne alındığında ister istemez bir paralaks, bir göz yanılgısı içerdiği unutulmamalı. Teorileri model alarak ya da onları açıklamaya çabalayarak yapılabilecek olansa bir “popülerleştirme” sayılmalı, o da en iyi durumda. Teorilerin açığını yakalamak da yeni düşüncelere ışık tutmak bakımından verimsiz bir çaba.  

Neoliberal mimarinin “kitabını yazmış” olan Douglas Spencer (The Architecture of Neoliberalism, 2016) yukarıda da sözünü ettiğim kitabında, Deleuze’e, Foucault’ya, Latour’a başvurarak onların yazdıklarını didiklerken aslında kendi sözünü söylemekte ne kadar zorlandığını bize gösterir. Oysa Tafuri, hicivci bilinen ama soylu bir denemeci Avusturyalı Karl Krauss’un Birinci Dünya Savaşı öncesindeki o ünlü iki tek cümlesine (12) başvurarak kendi dönemine dair teorik kurgusunu bizimle paylaşır. Teori; olduğu gibi tekrarlandıkça değil, her defasında bakanı da ikna eden yeni perspektifler sağlayabildikçe yararlı olabiliyor. 

Eleştirinin mimarlık eğitiminde vazgeçilmez yere sahip olduğu su götürmez bir gerçek. Ama nasıl? Öncelikle, mimarlık eğitimi denen şeyin, yüz yüze, birebir alışveriş olmaktan ziyade bir tür “sayılarla iletişim kurma ve etkileşim içine girme” haline geldiği hatırlatılmalı. Mimarlık öğrencisi sayısının Türkiye’de on binler, dünya ölçeğinde ise milyonlar mertebesinde olduğunu söylemek sanırım abartı olmaz. Bu koşullarda eleştiri gibi bir alanın “öğretilebilme ve öğrenilebilme” dinamiklerini sorgulamak zorunlu hale geliyor. Öte yandan, ME’de yapılan konuşmalarda, eleştirinin mayalanacağı yer olarak akademinin gösterildiğine de tanık olduk. Gerçekten de eleştiriye giderken oluşturulacak soruların doğum yeri olarak akademiyi görmekte bir yanlış yok. Siyaseten doğruluğun kural olduğu günümüzde soruları apaçık ortaya koymanın güçlükleri bir yana, akademyanın içinde bulunduğu otarşik ortamda eleştiriye nasıl yer açılabileceği ise bir başka bilinmez. Bir yanda, öğrencinin “hedef kitle”, öğretenlerin de onlara “arzda bulunan” hizmet sağlayıcılar olarak algılandığı dönemi yaşıyoruz. Öte yanda, “bilim” olma iddiasını her fırsatta kanıtlamaya çalışan toplumsal ve beşeri bilimler dünyasının kendi içine kapalı bir çevrede, sadece kendi anladığı bir dili konuşarak geçinip gittiğini, böylece insandan ve onun içinde yaşadığı çevreden hızla gökyüzüne yükselmekte olduğunu görmezden gelemeyiz. Sosyal bilimlerin laboratuvarı, yapay olarak kurgulanmış, izole edilmiş ve dondurularak kurutulmuş bir dünya değil; tüm pürüzleri, çıkmazları ve beklentileri ile sokağın, şehrin, yeryüzünün kendisi.

Eleştirinin tarihle, teoriyle ve akademiyle ilişkide olması nasıl kaçınılmazsa, onların hangi dozlarda ve nasıl eleştirinin içinde yer alacağı daha ziyade simyanın ve belki de yazının alanına giriyor.

Ayırarak Düşünme, Seçerek Yazma 

Mimari eleştirinin krizde olduğunu kabul etmeyen galiba yok. Krizden çıkılıp çıkılamayacağını, çıkılabilecekse bunun (ne zaman olcağını geçtim) nasıl olabileceğini bilene ise pek rastlanmıyor. Yine de eleştiri, uluslararası mimarlık konferanslarının baş köşesinde (13). Bir arayışın olduğu, sürdüğü çok açık. Krizlerle tekleyen yeryüzünde buna şaşmamalı.

“Kriz tam olarak eski olanın ölmesi, yeninin ise doğamamasından ibaret: Bu fetret döneminde çeşit çeşit marazi olgular ortaya çıkar (14).” Gramsci, krizi, 1930’da “Büyük” Dünya Buhranı sırasında böyle tanımlamıştı. Kriz, aradan 10 yıl geçmeden büyük ve dünyanın o zamana dek görmediği yıkıcılıkta patlamayla başka bir evreye dönüşmüştü. Çeyreğini tamamlamak üzere olduğumuz 21. yüzyılı, en azından şu bitirmeye yakın olduğumuz ilk çeyreğe bakınca, fetretle istibdadın birbirinin içine geçtiği, “eskinin uzun ölümü” dönemi olarak tanımlayabiliriz. Tam da aynı nedenle, adeta gelmesinden çekinilen bir geleceğin sorgulanıp durduğuna tanık olmaktayız. 

Hiç mi çıkış yok? Büyük aydınlık (ön)görülemese de kimi ferahlama geçitleri pekala yaratılabilir. Kendi kendimizle ve öteki ile yüzleşme şartıyla. ME’de “çoban ateşleri”nden dem vuruldu. Önemli olan, çoban ateşlerinin birbirinden haberdar olması. Mimarların kendilerinden “bekleneni” güzel olan doğrultusunda kökten sorgulayarak yorumlama ya da basit biçimde ve hep birlikte davranarak yapmama hakları var. Öte yandan, adı sıkça anılan kimi mimarlık ofislerinin elde ettikleri kazançlarla kendi bünyelerinde kurdukları ve bir tür STK gibi çalışan araştırma/yorumlama birimleriyle çoban ateşlerine katkıları olabileceği biliniyor (15). Eleştirel mimarlık üzerine daha çok konuşmak muhakkak yararlı olacak. Konuşmak kadar yazıya da hakkını vermek gerek. En başlarda olduğu gibi, yazılı olan (metin) söylem karşısında, krizin varlığını içselleştirerek kendini gösteren entelektüel bir duruşu temsil ediyor (16). Bağlamı akılda ama gerilerde bir yerlerde tutarak kavramı, ama etrafını iyice temizleyerek, adeta kocaman bir zihin boşluğu yaratarak ve dilin imkanlarını da zorlayarak en çıplak haliyle ortaya çıkarabilmek. Fikrin mebzul, düşünceninse nadir olduğu bir ortamda, kavramı yalın halinde gösteren yazı, şeyler arasındakinden daha sağlam bir alışverişi zihinler arasında başlatabilir.

Notlar

  1. “Mimari Eleştiri ’23, Yüzleşme”, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu, 9 Haziran 2023, İstanbul. DAC tarafından organize edilen etkinlikle ilgili detaylı bilgi için web sitesi: criticism.dacistanbul.com.
  2. “How to Make A Shuttle with Dust and Wind, Anytime, (ed. Cynthia C. Davidson, The MIT Press, Cambridge, Massachusetts, 1999, s. 34-38.
  3. Bu anekdotta niyetim polemik olmadığından kimi kişi adlarını belirtmedim. 
  4. Bazı örnek çalışmaları Türkiye’deki sanat etkinliklerinde de sergilenen Forensic Architecture ile ayrıntılı bilgi için: https://forensic-architecture.org/.
  5. Kimi örnekler: Vanessa Quirk, “The Architect Critic Is Dead (just nor for the reason you think” https://www.archdaily.com/223714/the-architect-critic-is-dead-just-not-for-the-reason-you-think, Blair Kamin, “Architecture Criticism: Dead or Alive?”, Nieman Reports, July 16, 2015 https://nieman.harvard.edu/articles/architecture-criticism-dead-or-alive/, Michael Pawley, Collective Writings, The Strange Death of Architecture Criticism, Black Dog Architecture, London, 2007.
  6. Gabu Heindl, Michael Klein ve Christina Linortner (der.),  “A Critique of Practice or a Practice of Critique”, Building Critique – Architecture and Its Discontents, Leipzig, Spector Books, 2019, s. 9.
  7. Douglas Spencer, Critique of Architecture: Essays on Theory, Autonomy, and Political Economy, Bauwelt Fundamente, Berlin, 2020, s. 158.
  8. https://www.dezeen.com/2023/05/03/renzo-piano-istanbul-waterfront-museum/.
  9. https://realestatemarket.com.mx/noticias/arquitectura/43451-foster-y-big-colaboraran-para-reconstruccion-de-hatay-turquia.
  10. Derneğin Yönetim Kurulu’nda Hatay Depremi sırasında çöken Rönesans Rezidans’ı (Yapımı: 2012) yapan şirketin bir temsilcisinin yer alması ise bir ayrıntı.
  11. Tafuri ile ilgili ayrıntılı bilgi için: Marco Biraghi, Project of Crisis. Manfredo Tafuri and Contemporary Architecture (Writing Architecture), Cambridge, MIT Press, 2013.
  12. “Söz (sırası) olgularda olduğundan, söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlar, konuşup duruyor. Söyleyecek bir şeyi olanlar, öne çıksın ve sessiz dursun!”[Those who now have nothing to say because it is the turn of deeds to speak, talk on. Let him who has something to- say step forward and be silent!”], Karl Krauss, Die Fackel’den (Meşale) aktaran, Walter Benjamin, Reflections: Essays, Aphorisms, Autobiographical Writings, (ed. Peter Demetz), Schocken Books, New York, 1986, s. 243.
  13. Önümüzdeki yıl (2024) düzenlenecek konferansların bazılarının başlıkları şöyle: Uluslararası Eleştirel Mimarlık, Kültür ve Tasarım Konferansı (International Conference on Critical Architecture, Culture and Design Boston, ABD), Uluslararası Mimari Eleştiri, Eleştirel Teori ve Eleştirel Mimarlık Konferansı (CACCTCA 2024: 18. International Conference on Architectural Criticism, Critical Theory and Madrid Teknik Üniversitesi, Mimari Proje bölümü “Mimari Tasarım ve Eleştiri (Critic|all International Conference on Architectural Design and Criticism) konferansını 2014’den beri düzenliyor.
  14. Antonio Gramsci, Quaderni del Carcere C:1, Torino, Editori Riuniti, 1975, s.175.
  15. Kimi örnekler için. Heindl, Klein, …a.g.e., s. 23’e bakılabilir.
  16. Jane Rendell kavramı biraz daha ucuna çekerek “mimarlık- yazı” ikilisini tek başına bir kategori olarak öne sürüyor. [Jane Rendell, ”Architecture-Writing”, Journal of Architecture (Eleştirel Mimarlık Özel Sayısı), Haziran 2005, C:10, Sayı:3, s. 255-264.]