Mimari Eleştiri Üzerine Sondan Önceki Söz

Prof. Dr. Şengül Öymen Gür

Resim 1. Fikirtepe, İstanbul (fotoğraf: Hale Sinirlioğlu).

Eleştirinin yansız olması elzemdir ama yeterli değildir. Yetkin bir eleştiri metni argümanlarının ve kanıtlarının gücüyle ayakta durabilir ve ancak bu şekilde olursa mimarlığın gelişimini sağlar. Neo-liberal girişimcilerin cam kavanozlarda marine ettiği finansal güçleri ve hırsları eleştiri etkinliğinin de yapısını değiştirdi. Nakit dolanımına yatkın kar amaçlı şirketler mimari anlamı da değiştirerek eleştirinin kadim kavramlarını modası geçmiş paradigmalar düzeyine indirdi. Artık kimse yerin sesini dinlemiyor; bölge karakteri, doğal/kentsel çevre ilişkileri, işlevin iyi örgütlenmiş olması falan, eski bir masal oldu. En pırıltılı gençler akademik ortamda kendilerine yer açmaya çalışırken küflü peynir demek yerine “gorgonzola” demeyi yeğliyor. Görseli okumaya “ekphrasis” dediğimizde görselin ne yapısı değişir ne de anlamı… Niçin böyle yapıyorlar? Çünkü gerçek acı… Yığınların banal mimarisini iyileştiremiyor, insanımızın yaşam düzeyini yükseltemiyoruz.

Michael Benedikt’in ‘Less is Less’ konulu yazısının üstünden bir yirmi yıl geçti. Ama makalesi ne yazık ki hala güncelliğini koruyor. Yazar şüphesiz ki mimarinin insanlar için olduğunu, değişen ve hızlanan dünyayı mimarinin de takip etmesi gerektiğini, modern toplumun geçen yıllar içinde nasıl bir dönüşüm içine girdiğini ve bu süreç içindeki değişimlerin mimari üretime nasıl yansıdığını ele aldığı makalesinde tartışmayı belli başlıklar altında topluyor ve bunların başında yaratıcılık geliyor.

Yaratıcılık, tasarım sürecinde söz hakkı olması gereken mimardan beklenen, problemlere çözüm odaklı bir yaklaşımdır. Projelendirme esnasında ve sonrasında bütçenin aşıldığı durumlarda mimarın baş etmesi gereken sorunlar, mimarın yaratıcı olma sorumluluğuna dahildir. Tüm karar mercilerini ikna etme zorunluluğu olan mimar daha çok çizimle, daha çok düşünceyle mesai harcar. Mimarın, tüm söz hakkı sahibi olan otoriteleri tatmin etme çabası yaratıcı olma gerekliliğinin bir sonucudur. Çizer, tekrar çizer, yeniden çizer. II. Dünya Savaşı sonrası hızla kalkınan modern dünyada bankacılık, gayrimenkul, eğlence ve iletişim sektörlerinin temsil ettiği gayri safi milli hasıla, savaştan etkilenmemiş ülkelerde % 600’leri bulurken gayri safi milli hasıla harcamalarında yaklaşık % 25 oranında bir azalma görülür. Çünkü, büyüme, gelişme ve talepler artarken altyapı mimari kaliteye yönlendirilmemiştir. Oradan kısılır bütçe. Sıradan insanların anlayabileceği, içlerinde yaşamak ve çalışmak isteyebileceği binaların üretimi yerine, dünyanın her yerinde modern mimari standartlarla yetinilir. Reklam ve tüketim toplumuna endeksli bu modern dünya içinde verimli ve ucuz olan talep görmüş, kamuya yönelik binalar, havasız okullar, kutu gibi evler asgari güvenlikli hapishanelerden farksız hale gelmiş ve bir nevi bütçe çalışması altındaki bu yapılar bir tür şiddete maruz kalmıştır.

Bir tarafta dünyanın hemen hemen her şehrinde, beton, çelik ve cam kullanılarak gökyüzüne uzayan, ‘‘plaza’’ adında yeni bir mimari reçete ortaya çıkmış, kazanmanın ve ticaret yapmanın yeni yüzü olmuştur. Diğer tarafta arazisi pahalı ama maliyeti ve yapımı uygun olan modern binaların halkı iknası zor olmamış ve mimari minimalizmin “elit ve sanatvari formu” ile miniskül mimari, daha az para, daha az malzeme, kumaş, desen ve cilalı yüzeylerle, daha az toprak ve havayla sağlanan yeni bir iletişim dili halini almıştır. Her şeyin daha azının olduğu yaşam ve çalışma mekanları olgusu, yaptığına değer mi sorusunun sorulmasını zamanla ortaya çıkarsa da insanlar siyaset ve pazar kararlarının baskısı altında mimarinin sunabileceklerinden vazgeçmişlerdir.

Gelişen teknolojinin üretimi olan dijitalleşme ve bilgisayarlaştırmanın biçim-takip-işlev diktumunu aşma, anti-tez oluşturma çabasının daha iyi bir form üretme yolu olarak yorumlanmasının, dünyaca ünlü dekonstrüktivist mimarların çarpıcı ve karmaşık tasarımlarının çok büyüleyici olmasının, deneyimler göstermiştir ki, “şehir” yapımına bir katkısı olmamıştır. Bilgisayarların zamandan tasarruf sağladığı düşünülse de bu gelişme kağıt üzerindeki incelikli çalışma sürecinin yerini alamamış, her gün çevremizde gördüğümüz mantar gibi türeyen her biri ‘‘eşsiz’’ ancak anlamsız ve çevresiyle bütünlükten yoksun yapıların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Her bir şirket yapısının benzersiz bir alana ve programa sahip olma durumuna, mimarinin benzersiz yaratım gücü eşlik etmiş; çeşitli danışmanlarla yürütülen bilimsel ve kantitatif her şeyin temsiline, akustik, aydınlatma, hava kalitesi gibi parametreler de dahil, mimar aracı olmuştur. Diğer taraftan yaygın mimaride bu zincir oluşturulamamış, uzmanlaşmış alanların birbiriyle nasıl etkileştiği göz ardı edilmiştir. Ayrıca, bu zincirde çevre-davranış araştırmaları, sürdürülebilirlik, deprem güvenli olmak gibi tasarım kaygıları mimari yaratım sürecine neredeyse hiç dahil edilememiştir.

Mimariyi tüketen insanlar bile bir gün, bir binanın diğerinden farksızlığı karşısında uyanacaklardır.

Bu nedenle, artık mimari hem teknik hem de şiirsel olacak şekilde, insanların takdir edeceği, değer vereceği ve talep edeceği etkili üretimler yapmaya başlamalıdır. Bu bağlamda mimarlığın hedefi, biçimsel gücü ve özgünlüğü ile duygusal deneyim sağlaması, sosyal ve ekonomik açıdan imtiyazlı olmayanların yaşam kalitesini iyileştirmesi, binanın kaliteli malzeme ve işçilik ile inşa edilmesi, çevresiyle bütünlük sağlaması ve son olarak çağımızın ruhunu ve ihtiyacını kavranması şeklinde özetlenebilir.

Saunders, “From Taste to Judgement” konulu makalesinde mimari eleştirinin kültürel bir ihtiyaç olduğunu ve dolayısıyla mimariyi geliştirebileceğini belirterek, tamamına katıldığım bazı öneriler yapar.

1. Mimari sanat olmalı, ifade gücü ve özgünlüğü, biçimsel gücü ile anlatılamaz bir duygusal deneyim sağlamalı ve canlandırıcı olmalıdır.
2. Sosyal ve ekonomik açıdan imtiyazlı olmayanlara faydalı olmalı, kullanıcının yaşam kalitesini iyileştirmeli; gerektiğinde, mevcut güç suiistimallerine direnmeli ve bunlara alternatifler sunmalıdır.
3. Bina(lar) modern tasarım geleneklerini canlandırmalıdır.
4. İyi inşa edilmiş olmalı, kaliteli malzeme ve işçilik kullanmalı, tektonik bütünlüğü gerçekleştirmelidir.
5. Çağımızın ruhunu ve toplumumuzun ve kültürümüzün durumunu alegorik olarak ifade etmeli ve/veya yorumlamalıdır.
6. Sıradan insanların yerel ifade ve arzularını kucaklamalı, keşfetmeli ve ifade etmelidir.

Ada Louise Huxtable ve Herbert Muschamp önderliğinde kabul gören öznelci yaklaşımlar, Saunders’ın mimarlık “duygusal deneyim sağlamalı” önermesine denk düşer. Huxtable “güçlü bir içgüdüsel his olarak” tanımladığı mimariyi sezgisel izlenimlerle ölçer. Ama hakkını vermek lazım, binaların sadece mimarların yapıtları veya eserleri gibi düşünülmemesi gerekliliğinin de altını çizer. Pandemi süresince çok çevrimiçi eleştiri oturumu yapıldı ama Huxtable gibi bir öznelcinin bile üstünde önemle durduğu “genel okur ile iletişim” göz ardı edildi. Onlarla aramızda dil birliği kurulmadan ve katılımları sağlanmadan mimari eleştiride bir adım bile ilerlemek olanaklı değildir. Kimseyi kınamıyorum ama Pierre Bordieu’nun dediği gibi “aynı konferansı binlerce biçimde aktarmak olanaklı ve gereklidir”. Yığınların sözcükleri ve kalıpları bilinmeli ve iletişimde yeğlenmelidir.

Herbert Muschamp, “The Miracle in Bilbao” konulu manifestosunda “Bilbao Guggenheim’ın muhteşem olduğunu, bir hayaldeymişcesine sürreal bir izlenim bıraktığını ve hatta bu duygusal, büyüleyici yapının Marilyn Monroe’nun reenkarnasyonu olduğunu” yazmıştır. 3 yıl önce bir tarih dersimde Andy Warhol’dan söz ederken Marilyn Monroe’nun da adı geçti. 120 kişilik sınıftan hiç kimse onun kim olduğunu bilmiyordu. Benim öğrencilerim öğrendi ama halka hitap ederken kanımca benzetmelerimizi bile gözden geçirmeliyiz. Çoğulcu olmalıyız. Michael Sorkin’in ve benim dediğim gibi, olaya zengin ve gerekirse karşıt kavramlarla yaklaşmalıyız. Ama Sorkin’in eleştirileri korkusuzca, şiddetle yargılayıcı, öngörülemez ve kimi zaman da tutarsızdı. Ben buna cesaret edemedim. Ben işlevselliği, sanatsal yaratıcılığı ve sosyal sorumluluğu överim. Kenneth Frampton’un yolundan giderim; mimarın sorumluluğu kendisinden öte, öncelikle diğer insanlaradır. Politik bir altyapıdan ziyade ahlaki olarak tüm insanlar için yaşam kalitesine odaklanırım. Frampton, “Modern Architecture: A Critical History” konulu yazısında Centre Pompidou gibi çeşitli yapıları eleştirmiş, avangart ile ilişkilendirdiği sanatsal mimariyi, hayalperestlik, ironi, narsisizm ve popülist eğlencelerin üretimi olarak görmüştür. Mimarlık sıradan yaşamlara kentsel bağlama, çevreye ve ekolojiye saygı gösteren bir anlayıştan bahsetmelidir. Frampton “mimarların, ciddi, aklı başında, makul sosyalistler olmasını” istemektedir.

Politika ve ahlak, dışlanmış, mağdur edilmiş veya sıkı kontrol altında tutulan insanlara karşı sosyal sorumluluk taşımalıdır. Örneğin Mike Davis “City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles” konulu yazısında, güç ihlalleri ve ayrıcalıkları, açgözlülük ve ikiyüzlülüğün ve dolayısı ile umutsuzluğun demokrasi ile örtüşmediğini söyler. Davis, azınlıkların ve yoksulların dışlanması, kontrol edilmesi ve baskı altında tutulması gibi talihsiz olgulardan söz ederken, İspanya’nın Bilbao gibi yoksul bir bölgesinde Frank Gehry’nin yapmış olduğu Bilbao Guggenheim Müzesi’ni eleştirmiş ve milyonlarca doların harcandığı, bölgeyi canlandırmak veya kalkındırmak amaçlı yapılan bu girişim yerine, eğitim ve benzeri programların değerlendirilebileceğinden bahsetmiştir. İspanya’nın Bask bölgesini gezdim. Gerçekten ihtiyaçlı bir popülasyon var orada. Tabii ki muhteşem müze kentin gelirini artırmıştır ama post kapitalist dönemlerde bu gelirin ne kadarı halka dönmektedir?

Diğer yandan Diane Ghirardo, ırkçılığa, sınıf ayrımına ve cinsiyetçiliğe karşıdır. “Two Institutions for the Arts” konulu yazısında Richard Meier ve Ortakları tarafından tasarlanan Getty Centre’yi ‘‘Beyaz, Batı Avrupa kültürünün burjuvasidir’’ söylemi ile aktarmış, yapıyı bir sanat formu olduğu gerekçesiyle salt estetik açıdan değerlendirmenin yetersizliğine işaret etmiş, üretim ve kullanımı çevreleyen sosyal, politik ve ekonomik gerçekleri görmezden gelmenin vicdan eksikliği olduğunu söylemiştir.

Ben yıllarımı tarih dersleri ve tasarım hocalığında harcadım, sosyal ve estetik verilerin bir arada kullanılmasında sakınca görmüyorum ama salt formel ve estetik eleştiriyi ve kimsenin anlamadığı “jargon”u yetersiz görüyorum.

Not
Färgfabriken, Stockholm’da 13 Mart tarihine bir mimarlık ve eleştiri segisi açıldı ve 18 Nisan tarihine kadar açık kalacak. Sergi daha sonra güney batı üzerinden giderek 2021 ortalarında Kopenhag’a ulaşacak. Aralarında CICA’dan Pierre Vago ödülü kazanan Rasmus Wærn, ve Danimarka, İsveç ve Norveçli üç mimarın onun metinleri üzerine yaptıkları yorumlardan oluşuyor. Lütfen, tam bir açıklama ve büyüleyici bir etkinlik için www.javlakritiker.com’u ziyaret ediniz.