Kerem Erginoğlu, Hasan Çalışlar: “Küresel ısınmanın baş sorumlusu mimarlar değil…”
30 yıla yakın süredir Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık çatısı altında yürüttükleri her tipolojiden ve ölçekten projeyi kendi bağlamı içinde ele alan ve o bağlama değer katacak yenilikçi mimari çözümlemeler üreten Kerem Erginoğlu ve Hasan Çalışlar ile uzun soluklu ve uyumlu ortaklıklarının sırrını; ticari gayrimenkul projelerinde yaşadıkları sorunları; küresel ısınma, iklim krizi ve doğal afetler karşısında mimarlara düşen sorumlulukları konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
Erginoğlu Çalışlar Mimarlık çatısı altında neredeyse 30 yıla varan bir süredir ortaklığınız, dostluğunuz devam ediyor. İş hayatında ortaklıkları uzun yıllar yürütmenin pek de kolay olmadığını biliyoruz. Sizin bu uzun soluklu birlikteliğinizin formülü nedir?
KEREM ERGİNOĞLU: Ticari temellere dayalı olmayan bir ortaklığımız olduğu için başarılı olmuş olabiliriz! Şaka bir yana nihayetinde biz de ticaret yapıyoruz, hatta şirketimizin “Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık Turizm ve Ticaret” diye bir ibaresi de var (Gülüyor). Dolayısıyla her yapılan işte bir para alışverişi de oluyor. Bizim ülkede sanki ayıpmış gibi karşılanır ama hayatta kalabilmek için hepimizin paraya ihtiyacı var. Hasan ile baştan beri -belki ikimiz de kurumsal tecrübeye sahip olmadığımız için- aramızda yazılı olmayan bir sözleşmemiz, anlaşmamız var. Mimarlığı doğru yapmak üzere yaptığımız bir kurgu ve hep daha da nasıl geliştiririz diye bakıyoruz. Para tabii ki gerekli bir şey sonuçta, faydası oluyor ama ikimizin de önceliği değil. Galiba bu yüzden yıllardır sorunsuz devam ediyoruz.
HASAN ÇALIŞLAR: Biz benzer altyapılardan gelen insanlarız. Yani ikimiz de Fransız mektebinden mezunuz, üzerine akademi falan. O yüzden zaten mimariye bakışımız kadar, hayata bakışımızda da paralellikler çok fazla. Bundan dolayı aramızda bir gerilim veya nasıl söyleyeyim farklı uçlarda olmak gibi bir tecrübemiz olmadı hiç. Mizaç olarak belki Kerem daha rasyoneldir de konulara ciddi bakar, ben belki daha hayalperest kalırım. Bazı durumlarda da değişir bu roller; Kerem hayalperest olur, ben rasyonel olurum. Ama birimiz hangi şapkayı takarsa diğerimiz hemen öbür şapkayı takar ki konuyu dengeleyelim.
KE: Birbirimizi eleştirmekten pek çekinmeyiz. Hatta bazen bizi çok iyi tanımayanlar birbirimize davranışlarımızı kırıcı bile bulabilir. Yani kendimizle de birbirimizle de dalga geçmeyi biliriz. O aslında daha iyiyi bulmak için yapılan bir egzersizdir. Öyle bir yapımız var.
Ofis içerisinde nasıl bir rol dağılımı var?
HÇ: Ofis içerisindeki sorumlulukları üstlenen ekip arkadaşlarımız var. Tüm işleri ikimize birden rapor ediyorlar. Biz de işler iyi yürüyor mu, doğru mu, aksayan bir şey var mı bakıyoruz. Ama ofisin ilk yıllarında mimari olmayan idari konularda aramızda görev paylaşımlarımız olmuştu ama artık öyle değil. Hukuki ve mali işlere, ofis idaresi gibi konulara o işlerin uzmanı arkadaşlarımız bakıyor.
KE: Genellikle ciddi konularda ikimizin de onayının alınması gerekir. Yani cevabı yüzde yüz bilsem de Hasan’dan da mutlaka “tamamdır”ı duymak veya göz işareti ile bile olsa bir onay almak insanı rahatlatıyor. Ama yani Hasan veya ben tatildeysem, o kararı birimizden birimiz tek başımıza da verebiliyoruz. Hata yaparsak da hata yapıyoruz, o kadar da büyütmemek lazım.
Peki bu 28 yıla baktığınızda Erginoğlu & Çalışlar Mimarlık’ı yıllar önce hayal ettiğiniz yerde görüyor musunuz?
HÇ: Ben hayal ettiğimden daha iyi noktada görüyorum. Bu işe başladığımızda 20 sene sonra kocaman bir büro olalım, havalı havalı işler yapalım gibi bir hedefimiz yoktu. Günü nasıl kurtarırız, mahcup olmadan mutfak tadilatını yapabiliyor muyuz diye başladık. Sonra iyi gitti işler çok şükür.
KE: İleriye yönelik büyük hayaller kurmaya izin veren bir coğrafyada yaşamıyoruz. Hasan’ın dediği gibi ara ara kendimize koyduğumuz ufak hedefler oluyor, çok büyük hedefler değil ama işte 2-3 yıllık, 5 yıllık falan. Genellikle de bu hedefleri aşağı yukarı tutturuyoruz. Her zaman ekip arkadaşlarımıza da kendilerine birtakım hedefler koymalarını tavsiye ederiz. Kendi kendimize 2025’te şu aşamada olalım, 2030’da bu aşamada olalım, arada bu adımları da atmak lazım, yılbaşında veya yıl ortasında şu kadar zamanda şurayı yapmalıyız gibi birtakım planlar yapıyoruz. 7 yıllık periyotlarda ister istemez birtakım değişimler oluyor. Mekansal da oluyor, yapısal da oluyor. Dördüncü 7 yılımızdayız şu anda, belki yeni bir şeyler yapmak için vakit gelmiş olabilir.
Erginoğlu Çalışlar Mimarlık’a dışardan baktığımızda geçen yıllar boyunca hep yukarı doğru ivmelenen bir istikrar görüyoruz. Örneğin çok eleştirilen, spekülatif bir projenin altında hiçbir zaman imzanızı görmedik. Bu istikrarlı başarınız sırrı nedir, belki bunu konuşabiliriz.
KE: Elimizden geldiğince proje seçmeye çalışıyoruz ama ülkenin de gerçekleri var. Bazen her şey sizin seçiminizle yürümüyor. Sonuçta biz hizmet veren bir sektörde çalışıyoruz, bu bir takım oyunu. Karşınızdakinin de benzer isteklerde olması lazım. Bu işin bir sürü kuralı var; bu işe giren insanların birtakım beklentileri, hedefleri var. Bu parametreler çerçevesinde kendimizce doğruyu, iyi olanı yapmaya çalışıyoruz. Bazen başarılı oluyoruz, bazen de başarısız oluyoruz. Her yaptığımızı belki göstermiyor olabiliriz.
Proje portföyünüz oldukça geniş bir yelpazeye yayılıyor. Farklı ölçeklerde ve tipolojilerde birçok proje tasarlıyorsunuz. Bu çeşitlilik kendiliğinden gelişen bir durum muydu? Örneğin bazı mimarlar konut yapılarından kaçınır, gayrimenkul sektörüne pek bulaşmak istemeyen uzak duran mimarlar vardır…
HÇ: En akıllısı onlar, ticari gayrimenkul sektörüne hakikaten elinizi verip kolunuzu alamıyorsunuz. Ticari gayrimenkul iyi mimarlık yapma ya da mimarlık üretme peşinde değil, satılabilir ürün yapma peşinde. Dolayısıyla satılabilir ürünün ne olduğuna karar verecek insanın kim olduğu çok mühim. Yalnızca iş geliştiriciler mi, yoksa onların satış ekipleri mi, satış ekiplerinde ağzı laf yapan, ikna kabiliyeti yüksek birkaç kişinin verdiği briefler mi? Hakikaten ben çok katı ve kısıtlı görüyorum. Türkiye’de bu kadar konut yapılıp bu konunun bu kadar az gelişmiş olması incelenmeye değer. Biz de çok yaptık, iyi repütasyona sahip farklı işverenlerle ticari gayrimenkul yaptık ama her seferinde bir daha yapmayalım diyoruz.
Peki gayrimenkul sektörünün gelişmemesinin sebepleri sizce ne olabilir?
HÇ: Sebebinin satışçılar olduğunu düşünüyorum ben. Çünkü satışçılar çok klişe düşünceli insanlar. Hiçbir şekilde risk alan, aldırtan insanlar değil. Kendi kısıtlı yaşam tecrübeleri, çok sınırlı ebat bilgileri ve mimari vizyonlarıyla daha önce yapılmamış hiçbir şeyin yapılıp satılabileceğine dair inançları yok. Dolayısıyla konut, ancak başka biri yaptıysa “aa tamam biz de öyle yapalım” üzerinden ilerliyor. Ancak biri riske girip onu yapıp satacak ki ondan sonra evet bunlar çok satılıyor şimdi böyle istiyoruz diyecekler. Hep örnek üzerinden ilerleyen, hiçbir şekilde soyut düşünemeyen bir sektör, kusura bakmasınlar. Ya da baksınlar, bir aynaya baksınlar ondan sonra. Kaç tane mimari dergiyi okumuşlar? Mimari ürün pazarlıyorlarsa mimari konusunda çalışıp öğrenmeliler; mekan nedir, ara mekan nedir öğrenmeliler. Tek bildikleri “Bizim halkımız böyle sevmez!”, sanki antropolog hepsi.
KE: Evet, gayrimenkul sektörünün vasat bir yapılanması var. Vasat çünkü risk almıyor. Daha uç bir örneği desteklemiş olsalar ve bir şekilde satış anlamında başarısız olsa onların hayatları bitiyor. Halbuki daha ortadan gitmek daha risksiz. Bir şekilde birilerini oraya yöneltme ihtimaliniz daha yüksek. O yüzden de satışçılar riske girmek istemeyen bir grup.
HÇ: Bir de mimarlar da artık karşılarında satışçılar varsa yapacağını yapmıyorlar. Daha en baştan bunlar bunu kabul etmez diye çizmeye başlıyor projeyi. Kendi kendilerini baltalayarak proje tasarlamaya başlıyor mimarlar. Çünkü nasılsa satış tarafı projeyi vasatlaştıracağı için baştan vasat çizeyim kurtulayım düşüncesine giriyor mimarlar.
Gayrimenkul yatırımcısı kurumsallaşırken nitelikli mimarlıktan uzaklaşıldı diyebilir miyiz? Mimarın doğrudan işverenle, sermaye sahibiyle muhatap olduğu durumda onu daha doğru yönlendirme şansı varken, arada o kurumsal yapıların içinde oluşmuş satış-pazarlama departmanları ya da danışman firmalar vesilesiyle iş biraz daha ticari bir boyut kazanmış gibi görünüyor.
HÇ: Ben gayrimenkul sektörünün gelişip kurumsallaştığını düşünmüyorum. Yalnızca büyüdüğünü düşünüyorum. Bu büyümeden dolayı farklı alt disiplinlerden yardım aldığını veya danışmanlık aldığını söyleyebiliriz. Ama bunları ne derece kurumsal veya bilimsel derecede yapıyorlar, o tartışılır. Bu kadar gayrimenkul firması var, bir araya gelip bu memleketin şehir planları böyle mi yapılır diye baskı yapamıyorlar. Tek dertleri daha çok yapmak, kesinlikle daha iyi yapmak değil. O yüzden gayrimenkul sektörünün çok içinde olduğumuz halde, ticari gayrimenkul projelerine hiç bulaşmayan mimarları tebrik ediyorum. Biz de uzun yıllar bulaşmadık, son 10 yılda bulaştık ve iyi mi yaptık diye düşünüyoruz.
Ekip yapınızdan, çalışma tarzınızdan ve projeleri ele alış biçiminizden bahsedebilir miyiz?
KE: Aşağı yukarı 40 kişi civarındayız şu anda, bunların büyük çoğunluğu herhalde 33-34 kişi mimardır. Tecrübeli proje yöneticisi arkadaşlarımız var, onlar daha uzun yıllardır bizimle veya daha uzun yıllardır mimarlık mesleği içindeler. Biraz daha az tecrübeli bir grup var, bir de yeni mezun olup ekibimize katılmış olanlar var. Yeni mezunlar genellikle bir staj dönemi sonrasında eğer ihtiyacımız varsa aramıza katılıyorlar. Çok da talep oluyor, her meraklı mezun bize bir cv ile başvuruyor. Hepsinin de bazı beklentileri, umutları oluyor tabii. Fakat bizim de belirli bir kapasitemiz var zaten. yönetebileceğimiz veya işi yürütmek istediğimiz. Biz de onlar arasından seçerek ekibimizi ara ara zenginleştiriyoruz. Bazen çok sevmediğimiz bir durum olsa da ekipte ara ara değişimler oluyor. Herkes bizde uzun soluklu çalışsın istiyoruz tabii ama onların kendi hayatlarını farklı şekilde biçimlendirme hakları var. Kimisi yurt dışından burslar buluyor, çalışma teklifleri alabiliyor. Genellikle zaten bizden ayrılıyorsa öyle bir yere gidiyordur, ülkeden sıkılmıştır ya da farklı bazı beklentileri vardır. Dolayısıyla zaman zaman değişiklikler olsa da iyi bir kadromuz var. Sağlam işler yapıyorsak onların sayesindedir. Sonuçta biz Kerem ve Hasan olarak bir yere kadar yetebiliriz, ekip çok önemli.
Pandemiden ofisiniz nasıl etkilendi? Bu sürecin üstesinden nasıl geldiniz?
KE: 1 Temmuz 2020’den beri tam kadro ofisteyiz. Geçtiğimiz haftaya kadar ofisten hiç kimse Covid’e yakalanmamıştı, Cuma günü bir arkadaşımız yakalandı. Aşı olmuş, çok dikkat eden titiz bir arkadaşımız. Demek ki yani kimin başına geleceği pek belli olmuyor. Ekipteki herkes test oldu, başka kimsede bir şey yok. Ofis içinde hem yemek saatlerini düzenleyerek, hem bütün özel araçları yeniden organize ederek, mümkün olduğu kadar kimsenin toplu taşımaya binmemesini sağlamaya çalışarak bir seneyi geçkin süredir ofiste çalışıyoruz. Biz bu işin online şekilde yürütülmesinin pek mümkün olduğunu düşünmüyoruz, bu temas gerektiren, nöronların da haberleştiği bir iş yapma biçimi. Daha klasik düşünüyor olabiliriz ama aynı verimde olmuyor. Pandeminin başında bir ara evlerden çalıştık ama istediğimiz verimde olmadı. Çok daha yorucu ve daha zor anlaşılır hale gelmeye başlıyor. O yüzden bazı meslek dallarının bu hibrit sisteme geçmesinin çok kolay olmayacağını düşünüyoruz. Bence bir çok kurum da eninde sonunda ofis hayatına dönecek. Online iletişim sayesinde toplantılar daha verimli hale geldi belki, ama bu toplantıların sayısı çok olduğu zaman daha da yıpratıcı hale gelebiliyor. Pandeminin başında online toplantılardan neredeyse su içmeye vaktimiz olmuyordu, çünkü biri bitiyor biri başlıyordu Normal bir iş hayatından çok daha bitkin halde eve döndüğümü hatırlıyorum.
Pandeminin etkisiyle işverenlerinizin projelerden beklentilerinde değişiklik oldu mu? Örneğin ofis ve konut projeleriyle ilgili değişen talepler var mı?
HÇ: Ofislerde oldu daha çok. Herkes Covid sonrası dünyada çalışma düzeninin nasıl olacağıyla ilgili kendince bazı varsayımlar yapıyor. Bununla birlikte de birçok şirket hibrit çalışma düzeni, esnek saatler gibi önlemler veya çalışma değişiklikleri yaptı ve ofislerini de buna göre düzenleme ihtiyacı duydu. Daha önce yapılmış bitmiş ofislerde bazı düzenlemeler olduğu kadar, yeni ofis projelerinde de Covid sonrası dünyaya uygun briefler, en önemli temayı oluşturuyor. Daha bugün sanayi kuruluşlarından biri Covid sonrası çalışma hayatı ile ilgili konferans ve bilgilendirme sunumu talep etti bizden. Çevik ofislerin, birlikte çalışma ve esnek saatlerde çalışmaya uygun ofislerin düzeninin nasıl olacağıyla ilgili bir bilgilendirme toplantısı talep ettiler. Dolayısıyla çalışma dünyasında bir değişiklik olacak ama ofisler her zaman var olacak. Belki “hub” haline gelecekler ve daha az kullanılacaklar. Fakat ofis ortamlarından tamamen kopma olmayacak. İnsanlar ofisleri özlüyor, evde kaldıkça nevrotik olarak zorlanmaya başladılar.
Bununla birlikte konut dünyası da çok değişti, bahçeli ev satışları patladı. Eskiden daha zor satılan, şehir dışındaki tek veya iki katlı bahçeli evlere talep arttı. Çok fazla sipariş aldık bu dönemde gayrimenkul sektöründen ve yetiştirmeye çalıştık. İnsanların şehirden kaçma ve “Haftanın tamamını şehirde geçirmesem oluyormuş” psikolojisiyle kendine doğaya daha yakın bir yaşam yaratma isteği anlaşılabilir. Bu beklentinin sonucunda da yeni bir konut furyası oluştu.
KE: Konutlarda bence biraz daha evde çalışmaya uygun mekansal kurgular gündeme gelebilir. Henüz böyle net bir talep olmamakla birlikte evlerin gerektiğinde iş yapılan veya ders çalışılan yerler haline gelmesi gerekecek gibi gözüküyor. Ayrıca, pandemi öncesinde hayatımıza girmiş olan ortak çalışma alanları yani paylaşımlı ofislerin biraz daha mahalle ölçeğine ineceğini düşünüyorum. Pandemi sürecinde işverenler de çalışanlar da ofis hayatına farklı bir şekilde bakmayı öğrendi. Eskiden “Ben personele güvenmiyorum; evde çalışırlar mı, çalışmazlar mı?” diye düşünen işverenler şimdi uzaktan da çalışılabildiğini gördü. Öte yandan da “Beni bıraksalar hep evde olurum” diyen çalışanlar da aslında hep evde olmak istemediklerini tecrübe edindiler. Çocuklar da okulu özledi, o da en önemli gereksinimlerden biri. Dünyada çocukları bu kadar uzun süre okuldan alıkoyan tek ülkeyiz. Müthiş bir beceriksizlik gerçekten!
İklim krizinin çok yıkıcı etkilerini yaşamaya başladık ülkemizde de, orman yangınları, sel felaketleri, kuraklık karşı karşıya olduğumuz sorunun hakikaten boyutlarını bir kere daha yüzümüze vurdu. Sizce mimarlık küresel ısınmanın, betonlaşmanın doğaya yapılan tahribatı faturası olan o karanlık tablonun neresinde yer alıyor?
KE: Tetikçisi bence, mimarlar.
HÇ: En baş sorumlusu mimarlardır diyemem açıkçası. Küresel ısınmanın engellenmesinde et yemeyi bırakmanın bina yapmayı bırakmaktan daha çok etkisi oluyor. Vergileri indirsek, ÖTV’yi, benzinli araçları sıfıra indirsek, mimarlığa kıyasla yarattığımız karbon emisyonunu çok daha hızlı çözebiliriz. Şehirleri mahvediyoruz, hava akımını mahvediyoruz, denizi kirletiyoruz ama bunlar mimarlıkla ilgili değil de altyapıyla, kent politikalarıyla ilgili şeyler. Yani bütün binaları yeşil bina olarak inşa edelim gibi bir işe bugün başlasak zaten 200 yılda falan ancak kendi enerjisiyle çalışan pasif binalara dönebiliriz. Her yerde, her iklimde, her malzemeyle yapılamıyor ki; her binanın ekonomisi bunu kaldırmıyor. O yüzden yapılabildiği kadar yapılması, bütün binalarda dönüşüm malzemeleri kullanılması, binaların kendi enerjisini sağlaması, karbon emisyonunu azaltması konusunda önlemleri sıklaştırmak faydalı olacaktır. Fakat bütün mimarlık sektörünün yaratacağı etkinin totalde az olduğunu düşünüyorum, yani birinci sıradaki suçlu bizler değiliz.
KE: Bence esas konu dünyadaki gelir eşitsizliğinden ve yaşam stillerimizin yanlışlığından kaynaklanıyor, yani mesleki değil. Örneğin Türkiye’de çok iyi bir çevre ve şehircilik bakanı var, çok iyi bir hükümet var, herkese çok iyi bir eğitim verdik, ama yan komşun var, onun yanı var, bunların hepsinde hayat stili değişmediği sürece bir şeyleri değiştirmek çok zor. Her şey ne kadar birbirine bağlı görüyoruz. İstediğiniz kadar arabaları elektrikli hale getirin, elektrik üretmek için hala HES yapmak zorundayız değil mi? İşte o hidroelektrik santrallerini yapıyorsan başka bir yerden doğaya zarar veriyorsun. Elektrikli araba yerine bisiklet kullanılırsa o zaman bir etki yaratılabilir belki. Hepsi yaşam stilleriyle alakalı. Dolayısıyla hiçbirimiz masum değiliz ama hayat stillerimiz de bir şekilde bize bu durumu dikte ediyor.
Afetler, göçler, salgınlar çağında yaşıyoruz. Aslında bu çağda mimarlığa en çok ihtiyacı olan kesim, ona erişemeyecek ekonomik gücü olmayan kesim; afetzedeler, mülteciler, evsizler, savaş mağdurları. Sizce mimarların nitelikli barınma, eğitim alma, sosyalleşme alanlarına sahip olmayan bu tür topluluklar için yerine getirebilecekleri sorumluluklar var mı?
HÇ: Ben bu kadar romantik olamıyorum. Mimarlık mesleğinin hiçbir zaman ihtiyaç sahiplerine hizmet veren bir meslek olduğunu düşünmedim. Çok nadir şeylerdir; işte bir Alman gider de kerpiçten okul yapar, ödül alır; hepimiz alkışlarız, ne güzel iş yapmış deriz. Öyle birtakım pozitiflikler, Don Kişot’lar var ama mimarlık her zaman ihtiyacı olmayanlara hizmet vermeyi tercih eden bir meslek olmuştur. Çünkü mimarlık hizmetini talep edenler bunun ne olduğunun farkında olanlardır. Buna muhtaç olanlar mimarlık mesleğinin tanımını talep edemezler, onlar ancak yardım isterler. Ona yardım götürecek olanlar da devletlerdir. Bu işi iyi bir mimarlıkla yaparsam daha iyi olur, hem daha az para harcarım, hem daha konforlu mekan üretirim, hem de bu insanlara daha iyi bir yaşam sunarım dedirten şey kent politikasıdır, devlettir. Ne o insanların talep etmesini beklemeliyiz, ne de talep etmeyen insanların bir araya gelip size harika bir mimari yaratacağız ve size harika bir hayat yaşatacağız demesini beklemeliyiz. İkisi de hayalperestlik olur, kimse inanmaz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı oraya gidecek, aklı başında mimarları çağıracak, burayı bana planlayın, diyecek. Bu insanlara acil şekilde kaliteli konut üret diyecek. O zaman bununla ilgilenen mimarlar kafasını kaşıyıp ne yapsak diyecekler ve tasarlamaya başlayacaklar. Bu şekilde olur. Bazı sivil toplum örgütleri vasıtasıyla bu ihtiyaç ortaya konuyor da o ihtiyaca cevap verecek gönüllüler bir araya geliyor, o gönüllülerin vizyonunda hayranlık verici bir sonuç ortaya çıkıyor.
KE: Bahsettiğiniz deprem, sel, zorunlu göçler gibi felaketleri yaşayan insanların birincil ihtiyaçları barınma. Bu ihtiyaca devlet ve sivil toplum örgütleri orada çadırlar, çadır kentler kurarak, biraz daha gücü varsa prefabrik konutlar inşa ederek cevap üretmeye çalışıyor. Hızlıca çözüm üretebilen bazı hedefler ortaya konuyor. Mimarlıkta da bu tür şeyler var ama bunun bir de bütçesi var. Bu hızlı çözümler, insanlar üşümesin, ıslanmasın kaygısıyla, temel yaşamsal ihtiyaçları düşünülerek yapılan yerleşkeler. Olabilir, bunun üzerine de düşünülebilir, aynı bütçelerle nasıl daha iyi hale getirebiliriz çabasına girilebilir. Fakat bunu felaketlerin çok öncesinde düşünüp planlamış olmak lazım. O anda düşünüyorsanız çok geç kalmışsınız demektir. Erken planlamayla, buraya geçici deprem konutları yapacağız ama bu konutlar bir yandan da 3 yıl burada yaşayacak ailelerin ihtiyaçlarına yönelik olsun diye yapmak lazım. Aslında tamamen önceden hayal etmekle alakalı. Öyle bir organizasyon olursa, biz de mimarlar olarak destek vermek isteriz ama oturup bunu organize etmek çok zor bir şey.
HÇ: Ben pek üstlenmek taraftarı değilim. Bunun adresi ben değilim. Her şeyi de mimarlardan beklememek lazım. Çok abartıyoruz, mimar dediğiniz de taş üstüne taş koyan, yapı çizen bir insan.
Genç mimar adayları için de geçerli olan bir işsizlik problemi var. Mevcut koşullarda yeni mezun mimarlara kendilerini geliştirmeleri ve kariyerlerini biçimlendirmeleri için tavsiye edeceğiniz şeyler var mı?
KE: Geçen bir arkadaşla oturduk yemek yiyorduk, o da restoran işi yapıyor, çalıştıracak personel bulamadığından dert yandı. Ne yapıyorlar diye sorduk, motorlu kuryelik yapıyorlar dedi. Şimdi bir sürü kurye firması var ya hepsi ona giriyor, daha çok para kazanıyorlar diyor. Bir arkadaşım anlattı Macaristan’da bir restoranın girişinde “garsonlara iyi davranın, onlardan az var” yazıyormuş. Müşteri çok varmış, ama garson bulunamıyormuş.
Mimarlık eğitimine ve öğrencilerin ilgisizliğine dem vururken zaman zaman hatırlıyorum, mimarlık eğitimi alırken bizden büyüklerin bilgisizliğimiz yüzünden bizleri esefle kınarlardı. Bilgisizlik tamam ama ilgisiz olduğum konusunda herhangi bir eleştiri aldığımı hiç hatırlamıyorum kendi adıma. Biz de onların yaşına ve tecrübesine geldik galiba; daha yapısalcı düşünerek ara ara paniğe kapılıp yeni mezun mimarlara detay, inşaat bilgisi, yapı bilgisi gibi konularda sert eleştirilerde bulunuyoruz. Şimdiki genç jenerasyonda çizim, anlatım teknikleri, kullandıkları program becerileri, kolay adapte olmaları, yeni programları hızlıca öğrenmeleri gibi avantajlar var. Bu nedenle enseyi karartmamak gerekiyor diye düşünüyorum.
Şu anda güncel hangi projelerle uğraşıyorsunuz, masa üstündeki işleriniz neler?
HÇ: Azerbaycan’da Mingeçevir’de bir üniversite projesi yapıyoruz. Bodrum Yalıkavak’ta bir ticari gayrimenkul projemiz, Urla’da benzer bir ticari gayrimenkul projemiz var devam edenler arasında. Türkiye’de de bir teknoloji firmasının iç mekanlarını ve bir çelik firmasının iç mekanlarını yapıyoruz.
Önümüzdeki zaman diliminde nasıl bir yapılanmayı ve ne tür hedefleri öngörüyorsunuz?
HÇ: Daha uluslararası bir firma olalım, yurtdışında daha çok proje yapalım istiyoruz. Birtakım yabancı firmalarla ortak işler yapmak yollarına açılalım diyoruz. Zaten bizim epey yurt dışı tecrübemiz var, o konuda çok mütevazı olmaya gerek yok, epeyce iş yaptık. O coğrafyalarda daha etkin, daha aktif olalım; bunun için gerekli teknik donanım ve altyapıyı hazır tutalım; ekiplerimizi ona göre hazırlayalım gibi şeyler konuşuyoruz. Burası da bir kurum olarak sürdürebilir bir yer olsun, kendi kendini yönetebilir hale gelsin istiyoruz ama bunun nasıl yapılacağını bilmiyoruz; onu da öğrenmemiz gerekiyor. Belki bu konulara kafa yormamız gerekecek önümüzdeki yıllarda.