Kentsel Hafızaya Saldırı: Kentkırım

Kentkırım kavramı neleri çağrıştırıyor, nasıl yorumlanıyor? Yıkılan kentlerin rehabilitasyonu, yeniden inşası nasıl ve neler dikkate alınarak gerçekleştirilmeli? Günümüzde sermayenin birikim aracına dönüşen kentler için yıkım sonrasında ne gibi tehlikeler söz konusu? Yakın gelecekte savaşın kirli ekonomisinin bir parçası olarak Ukrayna’nın yeni bir inşai pazar yerine dönüşecek ve mimarlığın da ister istemez bu kirli döngünün bir tarafı olacak olması nasıl değerlendiriliyor? Mimar ve akademisyenlere sorduk.

M. Baran Gülsün, Mimar

İlk olarak Bosna Savaşı’nın ardından literatüre giren “kentkırım” (urbicide); fiziki yapının yıkımı aracılığı ile hafızanın yok edilmesi, insanların kendileri ve çevreleri ile olan medeni ilişkilerin ortadan kaldırılması olarak açıklanıyor ve kente ilişkin değerleri yok etmek üzere gerçekleştirilen, yapılı çevreye yönelik saldırıların problematiğini temsil ediyor. Kentkırım kapsamındaki yıkımlarda kentsel altyapının yanı sıra kent deneyimi de hedef oluyor ve kenti oluşturan bütün değerler fiziksel yapı üzerinden ortadan kaldırılmak isteniyor (Yılmaz, Şahin; 2018). Aynı zamanda kentkırım, yıkım sonrası kentin fiziksel, kültürel ve ekonomik bağlamda yeniden inşasını da kapsıyor.

Rusya-Ukrayna arasındaki politik gerilim, 24 Şubat 2022 tarihinden itibaren İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki en büyük konvansiyonel sıcak savaşa dönüştü. Çatışmalar 1000’den fazla can kaybına sebep oldu. Başta Mariupol olmak üzere birçok kent ağır hasar alırken kent belleğinde önemli yer edinmiş birçok bina yıkıldı.

Peki; kentkırım kavramı neleri çağrıştırıyor, nasıl yorumlanıyor? Yıkılan kentlerin rehabilitasyonu, yeniden inşası nasıl ve neler dikkate alınarak gerçekleştirilmeli? Günümüzde sermayenin birikim aracına dönüşen kentler için yıkım sonrasında ne gibi tehlikeler söz konusu? Yakın gelecekte savaşın kirli ekonomisinin bir parçası olarak Ukrayna’nın yeni bir inşai pazar yerine dönüşecek ve mimarlığın da ister istemez bu kirli döngünün bir tarafı olacak olması nasıl değerlendiriliyor? Mimar ve akademisyenlere sorduk.

“Şehir bizzat yıkımıyla bir gösteri oluyor. Acı bir gösteri. Bu denli etkili olmasının ardında yıkılanın maddi değerinden öte bir şeyler var: İçindeki insanın o anlık durumunu hayal ediyoruz. En yakıcı olan bu.”

Halil İbrahim Düzenli, Doç. Dr.
Samsun Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi

1993 Kasım ayında, dünyanın gözleri önünden kısa film gibi bir görüntü geçmişti. Mostar şehrinin sembolik bir yapısı, 427 yıllık Mostar Köprüsü topçu ateşine maruz kalıyor, köprü Neretva Nehri’nin sularına gömülüyordu. Yıkımı engelleyebilmek için üzerine lastik tekerlekler asılmıştı. Bu bir kısa film kurgusu değildi. Apaçık bir gerçeğin hareketli görüntüsüydü. Bakan her gözü etkilemişti. Etkisi yüzyıllarca sürecek yeni bir video sembol doğmuştu. Bu bir kırımdı (cide).

“Kentkırım/Urbicide” denildiğinde bu hareketli görüntü dolaşıyor hafızamda.

Almanya, Filistin, Yemen, Suriye (1), Irak, Doğu Türkistan şehirlerini ve mimari yapılarını görmüştük. Manzaralar benzeşiyordu, içerikler bazen yakınlaşıyor, bazen uzaklaşıyordu. Kimi zaman bir şehrin toplu yıkımı, kimi zaman da tek yapısı giriyordu kadrajımıza. Şimdi ise günbegün Ukrayna şehirlerinin yıkımına tanık oluyoruz. Zamanla daha çok şey görünür olacak. Şu an, görebildiklerimize, gösterilenlere tanıklık edebiliyoruz. Öylece izliyoruz, çoğu zaman dilimiz lal oluyor ve konuşamıyoruz. Fakat gözümüz sürekli izlemede. Şehir bizzat yıkımıyla bir gösteri oluyor. Acı bir gösteri. Bu denli etkili olmasının ardında yıkılanın maddi değerinden öte bir şeyler var: İçindeki insanın o anlık durumunu hayal ediyoruz. En yakıcı olan bu. Şehrin maddesi kaç para ederdi, o bir remz, bir işaret, bir semboldü. Bir taraftan vahşetiyle, diğer taraftan mazlumluğuyla “insanın” ne dereceye kadar alçalacağını ve yükseleceğini anlatıyordu bu görüntüler. İşte tam da bu sebepten şehrin yıkımı, insanlığın yıkımının sembolüne dönüşüyor ve bu yüzden çok daha etkili. Öte taraftan, insan bedeninin maruz kaldığı vahşeti izleyemiyoruz, dayanamıyoruz. Şehrin yıkımını daha kolay izleyebiliyoruz. Doğrusu hem etkili hem de kolay izlenebilir bir gösteri ile karşı karşıyayız. Bu iki nitelik, aynı zamanda, tahammül edilebilir usulle insanlık durumumuzu anlatmanın bir yolu. O görüntülerde insanlığımıza ve şehrimize bakarken buluyoruz kendimizi.

Mimar Turgut Cansever de öyle yapmıştı. 1992-95 yılları arasında yaşanan, son derece acı sonuçları olan Bosna Savaşı’nı hafızalarda diri tutmak adına Ankara’da bir anıt dikilmesi gündeme gelmişti. Cansever, açılışa davet edildiğinde şu ifadeleri kullanmıştı: “Bosnalılar, inançlarının yansıması olan dünyalarını, inşa ettikleri dünyayı, bu inançlarının tam ifadesi olan biçimler alemini korumak için ölüyorlar. 300.000 kişi bunun için can verdi. Biz ise bu dünyayı kendi ellerimizle yıktık. Bundan pişman olduğumuzu, utandığımızı ortaya koymadan, pişmanlığımızın ifadesi olarak da yanlışımızdan vazgeçtiğimizi, bundan sonra doğruyu yapacağımızı ifade etmeden Ankara’da anıt dikmek hem kendimizi, hem Bosnalıları, hem gelecek nesilleri aldatmak demektir. Eğer bunu vaat ediyorsanız, yani Ankara’da eski Ankara evlerinden oluşan bir mahalleyi inşa etmeyi ve onları yok eden yanlışın ürünlerine engel olmayı vaat ediyorsanız o zaman Ankara’da bir Bosna anıtı yapmaya hakkınız vardır” (2).

Peki şimdi, kırıma uğrayan şehirlerde ve diğerlerinde ağıtlar düzülüp, anıtlar mı dikilecek? Bu şehirlerde daha önce neler olmuştu, şimdi neler olacak? Rehabilitasyon, yeniden inşa, ayağa kaldırma, ihya; adına her ne dersek diyelim, o şehirde yaşananlar, yapılarda olup bitenler nasıl bir hafıza oluşturacak, o hafıza bize ne yapacak, biz o hafızayla neler yapacağız? Asırlar ve kuşaklar ilerledikçe zaten unutulacak mı? Bilmiyorum. Kutsal metinler şehirlerin helak hikayeleriyle dolu. Alman şehirlerinin dünya savaşı sonrası yeniden ayağa kaldırılması herkesçe malum…

Daha önce olmuş olan ile şimdiden sonra olacak olan basittir. Madde planında şehirler çağın hakim ideolojisi doğrultusunda yeniden kurulacak, inşa edilecek. Menkul değerin (para, güç, iktidar, vb.) varlığı ve yokluğu, azlığı ve çokluğu ile akış güzergahları gayr-i menkul olanın (şehirlerin) kaderini belirleyecek. Bazı şehirlerin “inşai bir pazar yerine” dönüşmesi kaçınılmazken, bazıları uzun zaman boyunca yıkım stresini yaşamaya devam edecek.

Umudum ise şudur. Tüm insanlık adına bir fikir çıkacak, bunun seslendiricileri sahne alacak ve dünyaya şöyle seslenecekler: İnsan kalabilme şarkıları besteleyelim. Kalplerimizi her türlü şiddetten ve puttan arındıralım. Kendi ellerimizle, hür irademizle yıktığımız şehirlerimize tekrar bakalım. Yıkım yoluyla insanlığa mezar olan yaşam çevrelerimizi sorgulayalım. Şehrimize, evimize, şarkımıza ve kalbimize dönelim.

Fakat görünen o ki, şehirlerde lastik tekerleklerden bariyerler kurulmaya devam edilecek. İnsanlık, kendini ve şehirlerini yıkıp yapmaya doymayacak.

Notlar
1. Suriye şehirlerinin savaş öncesi ve sonrası durumunu çarpıcı fotoğraflar eşliğinde Alidost Ertuğrul resmetmişti: Alidost Ertuğrul, “Bellek Kaybı: Suriye”, Arredamento Mimarlık, sy. s. 75-81.

2. Cansever, T., “Tarihi Çevre Nasıl Korunmalı”, Osmanlı Şehri, Timaş Yay., İstanbul, 2010, s. 212.

“Yaşadıklarımızdan gördüğümüz üzere sorun üreten ve sürekli sorunun yerini değiştiren, bizi de buna gebe bırakan bir sistemi iyileştirme hedefli çözümler üretmek zorunda neden olalım? Neden savaş veya kentkırım – ekokırım suçunun bir parçası olmaya devam edelim?”

Gül Köksal, Doç. Dr., Mimar-Koruma Uzmanı, Araştırmacı
École Nationale Supérieure d’Architecture de Grenoble

“Dünyada sadece tek bir şey kötü yürekli bir insana karşı durabilir. O da başka bir insandır”,

Ursula K. Le Guin, En Uzak Sahil (1)

Halihazırda Rusya’nın Ukrayna’ya karşı sürdürdüğü bölüşüm savaşı bizlere kentkırım kavramını yeniden hatırlatmış ve bu tartışmayı vesile kılmış olsa da bölüşüm savaşları 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyanın birçok yerinde de Türkiye’de de süregidiyor; örneğin körfez ülkelerindeki (1) ya da ülke sınırları içinde Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Cizre vd. yerleri tahrip eden (2) savaşlar gibi. Dolayısı ile Fikret Başkaya’nın da ifade ettiği gibi; “savaşlar sürekli tekrarlanıyor, zira kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız, hegemonya düşmansız” yapamıyor. İçinde yaşadığımız politik-ekonomik sistem olan kapitalizm de “rekabete dayalı, sınırsız büyüme-genişleme-yayılma dinamiğine ve eğilimine sahip; biri yatay, diğeri dikey, ikili bir yayılma-genişleme seyri” izliyor (3). Tam da bu nedenle mevcut sistem içindeki kentleşme de kaçınılmaz olarak bu dinamik ve eğilime hizmet ediyor.

Savaşlar sadece kentleri yıkmıyor, binlerce insanın yerinden edilmesine, zorunlu göçe, güvencesizlik nedeniyle sürgüne ve de kültürel sürekliliğinin kopmasına neden oluyor. Olan sadece insanlara da olmuyor, bu süreçten tüm canlı sistem etkileniyor. Savaşa bağlı yangınlar, silah-bomba gibi zor aygıtları ya da nükleer saldırılar yapılı çevre gibi doğal çevrenin de dönüşüme uğramasını zorunlu kılıyor. Bu nedenle kentkırım ile birlikte ekokırımı da eş zamanlı anmak gerekiyor. Yıkımın ardından yapılan mimari müdahaleler ise, politik çatışmaların sürdüğü, hegemonyanın baskın olduğu yerlerde, kadim kültürel izlerin yok edildiği, fetih arzusu ile yeni bir imar faaliyetinin gerçekleştiği örneklere dönüşüyor (4). Kültürel birikimler ise, rekonstrüksiyonlarla -bilgi ve belgeye dayalı bile olsa- kopyalarının yeniden inşa edilmeye çalışıldığı veya yeterli bütçeler ayrılmadığı için bir türlü onarılamadığı ve dolayısıyla kullanım değeri kalmayan harabelere dönüşüyor.

Oysa ki savaşların peşi sıra mimari mekan üretiminin ilk hedefinin, yanmış, yıkılmış kentleri onarmak, tüm canlıların ihtiyacını görecek yaşam alanları inşa etmek olması gerektiği sanırım adil, eşitlikçi bir kentleşmeden yana herkesin kabul edeceği bir şey. Ancak geçmiş savaşlar gösteriyor ki, biz meslek insanları başta olmak üzere kimseye böyle bir fırsat verilmiyor. Zira yine sisteme dönüp bakarsak, -kimi zaman söylem iyi bir mimarlık/kent olsa bile eylemde- sistemin amacı sermaye birikimini hedef alan ve kar elde etmeyi önceleyen bir inşai faaliyeti gerçekleştirmek (5). Zira “kapitalizm bir meta uygarlığı; her şeyi nesneleştiren, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştüren; bu yüzden üretim etkinliği ihtiyaçlara yabancılaşmış, milyonlarca zararlı şey üreten, ama insan onurunu yerlerde süründüren bir sistem” (6).

Mimarlığın bu sistem içerisinde illa bu sisteme hizmet eder, sistemi onarır bir şekilde icra edilmemesi ve buna karşı kolektif bir direncin, bir karşı-üretimin oluşturulması gerektiğine inanıyorum. Bu mesleki sorumluluğumuz kadar insan olmanın temel bir gerekliliği de. Toplumsal üretimlerimiz ile birey olarak kendimizi gerçekleştirme, hayal ettiğimiz ortamlarda yaşama arzumuz arasında doğrudan bir ilişkisellik var. Öte yandan sistemsel olanın dünya çapında köklü bir şekilde hızla dönüşmeyeceğini, bunun için gerekli olan varsayalım bir devrimin hemen olmayacağını bilsek bile, yarını bugünden kurmanın önemine inanıyorum. Yaşadıklarımızdan gördüğümüz üzere sorun üreten ve sürekli sorunun yerini değiştiren, bizi de buna gebe bırakan bir sistemi iyileştirme hedefli çözümler üretmek zorunda neden olalım? Neden savaş veya kentkırım – ekokırım suçunun bir parçası olmaya devam edelim? İnsan olma sorumluluğumuzu, mesleki imkan ve becerilerimizi neden daha farklı yollarla icra etmeyelim, bunun yollarını birlikte aramayalım?

“Eğer şarkı söylersem, düşüncelerinizi rahatsız etmiş olur muyum?” dedi.

Çevik Atmaca şakalaşmak için çaba harcayarak cevapladı; “Bu, şarkının nasıl söylendiğine bağlı”…

Ursula K. Le Guin, En Uzak Sahil (6).

Dünya üzerinde çok sayıda başka mimarlık pratikleri, dayanışma örnekleri var (7). Arzu ettiğimiz eşit-adil bir kentleşme, doğrudan ihtiyaçları karşılık gelen, canlı sisteme iyi gelecek bir mekansallık çabası içindeki bu oluşumlar mimarlık disiplininin de ülkelerin sınırlarını da aşıyor. Söz ettiğim örnekler karşı çıktıkları şey ölçeğinde kendi içlerinde çokça çatışma ve zorluk da içerebiliyor. Ancak sistemsel olanla karşı cepheden bir karşılaşma, aynı zamanda sistemin biz bireylere nüfuz etmiş arızaları ile de karşılaşmayı gerekli kılıyor. O nedenle bu çaba, kimi zaman konfor alanlarından taşmayı, eleştiriye açık, şeffaf olmayı ve her daim bir devinim, dönüşüm içinde olmayı gerektiriyor. Fakat sonuçta bu bize insanlık suçlarının bir parçası olmama özgürlüğünü sunuyor. Bu da mimarlığı başka bir şekilde icra etmeyi denemek için gayet yeterli bir sebep kanımca…

Notlar
1. “Dünden Bugüne Körfez Savaşı’nın Trilyonluk Faturası”, Independet Türkçe, 5 Ağustos 2019, https://www.indyturk.com/node/58891/dünya/dünden-bugüne-körfez-savaşı’nın-trilyonluk-faturası
2. TMMOB’nin 2019 tarihli “Yıkılan Kentler Raporu”nda tahribat görülebilir; http://www.tmmob.org.tr/yayin/tmmob-yikilan-kentler-raporu
3. Fikret Başkaya, “Kapitalizm- Ulus Devlet – Savaş”, Özgür Üniversite, 19 Nisan 2022, https://ozguruniversite.org/2022/04/19/kapitalizm-ulus-devlet-savas-fikret-baskaya/
4. T. Gül Köksal, “Hegemonyadan Direnişe: Kolektif Belleğin Taşıyıcısı Kentsel Mekâna Müdahale”, Haz: Pınar Ceylan, “Büyük Kapatma” 2015-2016 Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Sokağa Çıkma Yasakları ve Çatışmalarda Hak İhlalleri, Ankara: Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TIHV) Yayını, 2021, s. 115-130.
5. T. Gül Köksal, “Yerdeniz’den Yeryüzüne Başka Bir Dünyanın Tahayyülü”, Ed. Ali Yalçın Göymen, En Uzak Sahilin Kıyısında: Yeni Bir Yaşam Kurabilir miyiz? İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2021, s. 247-277.
6. Fikret Başkaya, “Sosyal Felaket, Ekolojik Felaket, Etik Yozlaşma”, Özgür Üniversite, 6 Nisan 2022, https://ozguruniversite.org/2022/04/06/sosyal-sefalet-ekolojik-felaket-etik-yozlasma-fikret-baskaya/
7. Ursula K. Le Guin, En Uzak Sahil, çeviren: Çiğdem Erkal Yeşilbademli, İstanbul: Metis, 2020, s. 83
8. Bu konuda çok sayıda yayın, araştırma, makale, lisansüstü tez, web sitesi vb. olmakla birlikte burada yer sınırı nedeniyle sadece birkaç örneğe yer verebileceğim. Yerelden ulusal ve uluslararası ölçeğe sırasıyla; benim de parçası olduğum, Başka Bir Atölye, https://www.baskabiratolye.com/; Türkiye ölçeğinde bir girişim olarak kitabı da olan, Dayanışma Mimarlığı, https://www.dayanismamimarligi.org; dünya ölçeğinde bir derleme olarak; N. Awan, N., T. Schneider T. ve J. Till, Spatial Agency: Other Ways of Doing Architecture, London: Routledge, 2011 ve https://www.spatialagency.net/

“Savaşın ne kadar yıkıcı olduğunu tekrarlamaya gerek yok. Ancak kentlerin kimliklendirilmesinde zaman mefhumunu (“savaştan önce”, “savaştan sonra” diye keskin bir tarih bilgisi verilir hep) kemikleştiren bir etkisi olduğu kesin. “

Ahmet Turan Köksal, Dr. Mimar
Aparat Design

Bosna’daki savaşın getirdiği yıkım sonrası Dünya Bankası desteğiyle Mostar Köprüsü’nün yeniden yapılması için gerekli 3 boyutlu çizimleri ben yaptım. Bana bombalamadan önce alınmış rölövenin ölçekli çıktıları verilmişti. Köprüyü yeniden yapma işi iki Türk firmasına verilmeden önce Dünya Bankası yetkilisi benden rölövedeki taşları tek tek numaralandırıp, nehirden çıkanların yeni köprüde kullanabilme imkanı olup olmadığını çalışmamı istemişti. Macar ordusu dalgıçları, bombalanan köprüden düşen taşları sudan çıkartıyorlardı. Bana neredeyse günlük bilgi ve fotoğraflar geliyordu. Ben de çıkan taşların yaptığım 3 boyutlu modeldeki yerlerini buluyor, bu taş şuradaki taş olabilir diye bilgi geçiyordum.

O kadar zor bir işti ki, taşlar bazen parçalanmış olduğundan oradaki ekip artık fotoğrafla belgelemeyi dahi bırakmıştı. Çıkan 3 boyutlu modelde kullanılması gereken yeni taş oranı hiçbir kabulde %85 altına inmedi. 456 taşın ancak 40-45 tanesinden emin olabiliyorduk. Sonra orijinal köprünün yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı kapalı taş ocağı bulundu, yeniden faal hale getirildi, taş temin edildi de yapıldı. Prens Charles açtı köprüyü.

Buraya kadar güzel bir anı, zamanına göre teknoloji kullanımı açısından yenilikçi bir iş gibi gelebilir. Ama tüm bu ilginç hikaye, savaşın verdiği zararın bizde bıraktığı hüznün yanında solda sıfır kalıyor. Gerçek taşlar kullanılsın diye çok hassas ve bir o kadar da nahif bir yaklaşım var elde, o kadar.

Köprü Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin’in işi. Ne incelikler ne ustalıklar barındırıyor. Biz bunu yeniden yaparken fark edebildik anca. Müslüman ve Hristiyanların ikame ettiği bölgeleri yani Boşnak ve Hırvat mahallelerini ayıran Neretva nehrinin üstünden geçen ve barışı temsil eden bir köprüydü Mostar Köprüsü. Yıkılınca ne oldu, kim ne kazandı.

O anda kendini stratejik karar veriyorum ayaklarındaki kahraman(!) komutan gibi gören önce Sırp ve sonra Hırvat askeri köprüyü bombalıyor. Bir bilgisayar oyunundaymışçasına…

Kırık cam teorisi Amerikalı suç psikoloğu Philip Zimbardo’nun 1969’daki yaratıcı bir deneyinden sonra fark edilen bir şey. Bu teori kentsel bozukluk üzerine anti-sosyal davranışlar ve diğer suçlardaki vandalizm davranışları/belirtileri ve normları işaret eden kriminolojik bir teoridir.

Eğer camları kırık ve tamir edilmediği belli bir bina varsa diğer camları da kırıyorlar. Hem de yoldan geçen suça meyilli olmayan biri, sırf zevk için alıyor taşı, yandaki camı da o kırıyor. Kırılmamış cam kalmıyor ama sonra daha yaratıcı zarar verme halleri ortaya çıkıyor. Kolonu parçalamak, çatıyı indirmek ve hatta binayı yakmak gibi.

İlk Napoli ziyaretimizde çöp işçileri grevi vardı. Bunu bahane eden herkes, çöplük olarak o anda birinin kaldırıma bir poşet bırakmasını bahane edip orayı hemen çöp yığını haline getiriyordu.

Mimari açıdan kentyıkım da stratejik olarak sadece savaşın bir zararı sayılmaz. Askerlerin (Ukrayna-Rusya savaşında paralı asker kullanmak revaçta) “madem kelle koltukta gidiyoruz, kırım cam teorisi her bina için, her kent öğesi için geçerlidir” ön kabulü ile vandalizme meyletmeleri yüzünden gözler önüne çıkıyor.

Savaşın ne kadar yıkıcı olduğunu tekrarlamaya gerek yok. Ancak kentlerin kimliklendirilmesinde zaman mefhumunu (“savaştan önce”, “savaştan sonra” diye keskin bir tarih bilgisi verilir hep) kemikleştiren bir etkisi olduğu kesin. Tamamen uydurma bir yerleşim olan Las Vegas bile, kumar işinin yasallaştırılıp devamlı kazanan kasaya vergilerle devletin ortak edilmesini milat olarak kabul eder. Las Vegas’ta hala her şey mafya ile devletin kirli anlaşmasına göre kimliklendirilir. Şunlar legazilasyondan önce, diğerleri sonra yapıldı gibi. Mostar’ın 450 yıllık köprüsü konu edilir, 1905’te bir tabela konularak ortaya çıkan Las Vegas ancak yapay bir yasayı milat beller. Her kentin hikayesi kendi değerince tabii.

Doğu’nun Parisi Beyrut, Kapalı Maraş ve belki de neden hususi olarak toprağın altına gömülüp gizlendiği bilinmeyen Göbeklitepe… Haçlı Seferi bahanesiyle Latin istilasına uğrayan İstanbul, o zamandan bu yana kırık cam teorisine kurban verir değerlerini. Görevden alındığını herkesle beraber öğrenen Kadir Topbaş’ın sırf kendi mimari fantezisi için o direkli köprüyü dikmesi gibi vandallıklara alışık yani İstanbul. Şimdiki başkan da Üsküdar belediye başkanı ile bir olup Mimar Sinan’ın Boğaz’ın biblo camisinin önüne beton yol yapıyor. Onun da cam kırması böyle, siyasi parti farkı yok işte.

Yani her kentyıkım örneği savaş kaynaklı değil. Menderes’in İstanbul’a yaptığı çok mükemmeldi değil mi? Peki Mimar Hayrettin’in köprüsünü aynı taş ocağından aslı gibi yeniden yapan bizler övünmeli miyiz? Girit’ten muzaffer dönen Theseus’un gemisinin Atina’da hatıra olarak uzun süre muhafaza edildiği ama zamanla geminin parçaları çürüdükçe yenileriyle değiştirildiği bilinir. Öyle ki, bir gün geminin değiştirilmedik hiçbir parçası kalmaz. Bu durumda gemi hala Theseus’un gemisi sayılır mı, yoksa başka bir gemi haline mi gelmiştir?

Kentyıkım, (ya da kentkıyım) “Akan derede aynı suda yıkanamazsın” sözünü doğrular gibi. Linç yeme pahasına diyebilirim ki galiba olmaması gereken ama olmazsa da milat yaratılamayan bir kimlik öğesi kentyıkım. Savaş bunun iğrenç bir bahanesi. Aman ha karıştırmayın, Picasso’nun bahsettiği yaratıcı bir yıkımdan da bahsetmiyoruz.

Savaş, kanserin bencilce bulaştırılabilen hali çünkü.

“20 ve 21. yüzyıllarda yaşanan kütüphane katliamlarının yanında İskenderiye Serapeumu’nda yaşananlar hiç bir şeydir. Çünkü oradaki temel amaç kütüphanenin belge varlığını-kitaplarını, yazıtlarını yok etmek değil Roma İmparatorluğu’na taşımaktır.”

Şengül Öymen Gür, Prof. Dr.
Beykent Üniversitesi

Savaşların tarihi dinlerin tarihinden eskidir.  Tek tanrılı dinler, insanlığın çıkar çatışmalarına sadece bir başka boyut olarak eklemlenmiştir, o kadar… İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğduğum için bizim topraklarda savaşların açtığı yaraları bunları bizzat yaşayan nesilden dinledim. “Muhacirlik” öykülerini, bataklık öykülerini, tüberküloz salgınını, babasız kalan savaş çocuklarının akıbetini neredeyse yaşamış gibi dinledim. O çocuklar büyüdüler, evlendiler, çocukları oldu, torunları oldu… Canlı kendini yeniden üretti. Savaş fotoğrafçıları en çok savaşta ölen, yaralanan, yetim kalan çocukların resmini çeker, ödül alır. Biz ağlarız… Oysa organik yaşam sürer gider, ta ki Stephen Hawking’in genleşme, daralma veya bağımsızlaşma konusundaki kehanetlerinden biri gerçekleşene kadar. Asıl geri gelmeyen uygarlık tarihidir.

Bugün Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları Kiev’deki Ayasofya Katedrali de dahil olmak üzere birçok kültürel varlığı tehdit ediyor. Anıt Koruma ve Bakım Uzmanı Doç. Dr. Gamze Kaymak Heinz, silahlı çatışma halinde kültürel varlığın korunması sözleşmesi Lahey’i hatırlatarak “Kültürel varlıkları yok etmek savaş suçudur” uyarısında bulunuyor (1). Öyledir, savaş suçudur.

Zaman içinde savaşlarda veya doğal afetlerde kaybedileni yerine koymaya çalışırız. Efes’i sanırım yedinci kez yerine koymak için çabalıyoruz. Ama bir yandan da uygarlık yıkımları sürüyor. Uluslararası tepkiye rağmen, Taliban Haberleşme ve Kültür Bakanı Kudretullah Cemal Herat, Gazni, Kabil ve Nangarhar kentlerindeki onlarca taş ve tahta heykelin yok edildiğini açıklamıştı. Cemal, Taliban’ın Bamiyan’daki 36 ve 53 m yüksekliğinde iki dev Buda heykelini nasıl patlayıcı kullanarak parçaladığını gururla bildirmişti (2). Yetkililer araya girdi ama heykeller kayaya oyulmuş kovuklarıyla birlikte aramızdan ayrıldılar. Böylece sanki hiç var olmadılar…

Yeniden var etme girişimlerimiz ise Vlora Han örneğinde olduğu gibi, yerine gökdelen dikmeyi düşlediğimiz için ya çok geç kalıyor (3) ya da büyük mimarların bile büyük başarısızlıklarına örnek oluyor (4). Pritzker Ödülü’nün (1996) ve Uluslararası Mimarlar Birliği’nin Altın Madalyası dahil birçok uluslararası ödülün sahibi Rafael Moneo’nun Dresden’deki Frauenkirche restorasyon çalışması ciddi eleştirilere konu olmuştur ve bu eleştirilerin hepsi yerindedir. Moneo savaşta zarar gören bu mütevazı  kiliseyi gerçekte hiç olmadığı kadar yüksek Barok motiflerle bezemiş (Harrmann, 2006) (5), harikulade korunmuş altarını da rengarenk restore ederek binanın geçmişinden kalan tek anıyı yok etmiştir (Bartetzky, 2003) (6).

Şimdi savaşların en can alıcı yıkımına geliyoruz: Kütüphaneler! 20 ve 21. yüzyıllarda yaşanan kütüphane katliamlarının yanında İskenderiye Serapeumu’nda yaşananlar hiç bir şeydir. Çünkü oradaki temel amaç kütüphanenin belge varlığını-kitaplarını, yazıtlarını yok etmek değil Roma İmparatorluğu’na taşımaktır. Ama yine de İskenderiye Serapeumu, Hıristiyan güruhların ve Roma askerlerinin yaklaşık İ.S. 391 yılında başlayan saldırıları sonucunda yerle bir olmuştur. Yerine bir manastır ve Evangelist St. John Kilisesi inşa edilmiştir. İ.S. 600 yıllarında o da çok hasar görünce, İskenderiyeli Papa Isaac tarafından restore edilmiş, ama 10. yüzyılda tamamen yok olmuştur. 20. yüzyılda yerine bir Müslüman mezarlığı, Bāb Sidra yapılmıştır (El-Abbadi, 2020) (7). Bilginin ve bilimin sonunda bir mezarlıkla örtülmüş olması garip bir ironidir.

Ne yazık ki savaşlar bu kıyıma acımasızca devam ediyor. András Riedlmayer Sırp Milliyetçilerinin Balkanlarda yıllarca süren kültürel imha hareketini katalogladı ve BM önünde tanıklık etti (8).

Ağustos 1992’de Bosna’nın Saraybosna kentinde yaklaşık 2 milyon kitap alevler içinde kaldı. Kırılgan, 500 yüz yıllık broşürler ve canlı Osmanlı dönemi el yazmaları, Bosna-Hersek Milli Kütüphanesinin bombalanıp yakılmasıyla küle dönüştü. Bu, Sırp güçlerinin Balkanlar’daki diğer etnik gruplara karşı gerçekleştirdiği ilk kültürel yıkım eylemi değildi ve kesinlikle son da değildi. İzleyen yedi yıl boyunca, diktatör Slobodan Miloseviç liderliğindeki Sırp milliyetçileri Balkan bölgesinde yıkımı sürdürdü. Bir kütüphanenin ve içindekilerin yakılması Harvard Üniversitesi Kütüphanesi arşiv müdürü András Riedlmayer’i Balkan çatışmasının içine çekti. O, dokuz farklı uluslararası davada failler aleyhine tanıklık etti ve bu tür bir yıkımın bir savaş suçu olarak kovuşturulması için bir emsal oluşturulmasına yardımcı oldu.

Savaşların en büyük ve onarılamaz yıkımı yazılı belgelerin yok edilmesidir. İnsan ürer, nesil sürer, bina onarılır, olmadı yeniden yapılır ama belge yeniden üretilemez ki! 2007 yılında Saraybosna’da gördüğüm bu restore edilmiş Gotik Revival kütüphane hiç bir şey olmamış gibi tüm görkemiyle müthiş bir köşeyi tutuyordu. Neye yarar?

Hiç kimseye özenmedim hayatta Riedlmayer’a özendiğim kadar!

Notlar
1. https://infialhaber.com/ukraynanin-ayasofyasi-tehlike-altinda/
2. http://arsiv.ntv.com.tr/news/67884.asp#
3. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/vlora-hana-restorasyon-izni-cikti-40927643
4. Gür, Şengül Öymen, Mekan Örgütlenmesinin Evrimi, YEM yayından çıkmak üzere olan kitabından.
5. Harrmann, André (2006), Architectural Reconstructions: The Current Develpoment in Germany (Master’s thesis, The University of Georgia, 2006), 56. Source available online: getd.libs.uga.edu/pdfs/harrmann_andre_200608_mhp.pdf
6. Bartetzky, Arnold (2003), “Changes in the Political Iconography of East Central European Capitals after 1989 (Berlin, Warsaw, Prague, Bratislava)”, Revue Internationale de Sociologie, 2006, 16/2: doi.org/10.1080/03906700600709434
7. El-Abbadi, Mostafa (2020) Library of Alexandria, Encyclopaedia Britannica, 17 July 2020 URL: https://www.britannica.com/topic/Library-of-Alexandria. Erişim: Ağustos 19, 2022.
8. Burgess, Anna, András Riedlmayer catalogued years of cultural heritage destruction by Serbian nationalists in the Balkans, testified before the U.N. https://news.harvard.edu/gazette/story/2020/02/harvard-librarian-puts-this-war-crime-on-the-map/ Erişim Nisan 14, 2022.

“Fiziki yapının ortadan kaldırılması ile insanların çevreleriyle olan ilişkileri ortadan kalkar. Kentkırım dediğimiz bir diğer taraftan “hafızakırım”dır. Akabinde ortaya bu hafızayı diriltmeyi amaçlayan çaresiz ve yapay bir ortam doğar.”

Cem Sorguç, Mimar
CM Mimarlık

Açık alan savaşlarının yerini 20. yüzyıldan itibaren kentsel savaş modeli alıyor. Silah teknolojisinin ve savaş araçlarının gelişmesinin yanı sıra  ulus devlet oluşumlarının, sınırlar ve ideolojilerin yüzyılı olmasının da bunda etkisi var. Bundan sonrası kenti çatışmanın merkezine koyan kasıtlı bir yıkım.

Savaşlarda yapısal bir yıkım olması bir yana elbette daha acı olan, insan ve diğer canlıların kaybı, geçmiş ile geleceği aynı anda tahrip eden kıyım.

İki ülke, iki cenah arasındaki savaşlar epeydir görünen iki taraf arasında çıkmıyor ve sürmüyor. Görünür, görünmez taraflar ve bilinir, bilinmez nedenlerle peydahlanıyor. Savaşın bir ekonomisi olduğunu ve bunun küresel ekonominin bir parçası olduğunu artık çocuklar bile biliyor.

Savaşlar da yıkımlar, mutenalaştırmalar, centrifikasyonlar gibi kent dokusunun ve kültürünün heterojen yapısını homojenize kılar. Fiziki yapının ortadan kaldırılması ile insanların çevreleriyle olan ilişkileri ortadan kalkar. Kentkırım dediğimiz bir diğer taraftan “hafızakırım”dır. Akabinde ortaya bu hafızayı diriltmeyi amaçlayan çaresiz ve yapay bir ortam doğar. Hiç bir şey eskisi gibi olamaz. Diğer bir seçenek olarak ortaya çıkan “boş sayfa” (tabula rasa) efekti ise bir “yeni-şehir” olarak yeni hafızasını oluşturmaya başlar.

Modernizm hiç oluşmamış ya da silinip süpürülmüş bir dünyaya şiddetle gereksinim duyar. Savaşları ve modernizmi birbirinden ayırmak maalesef mümkün değil. Arkitektonik çevrenin sürekli yenilenmesi gerekir.

Modernist metodoloji olarak “yabancılaştırma”, “kopukluk” savaş sonrası kentlerin rehabilitasyonu için hala bulunmaz bir memba. Uluslararası ekonomik güç yaraları tez sarmak gayesi ile alana giriş yapacak. Bunu söylemek için kahin olmaya gerek yok. Silah ile çimento ve demir aynı güzergahtan ilerliyor. Ne yapmak lazım? diye soracak olursak buna tek doğrulu bir cevap vermek mümkün değil. Mağdur bir halk var. Savaş göçmenlerinin bir çoğunun geriye döneceğini de düşünürsek ortaya bir barınma ve altyapı sorunu çıkacak. Bu inşai taraf. Diğer taraftan bir de kentsel ve yapısal tasarım süreci var. Büyük inşai sistemler tasarımcıları ile beraber sahaya gireceklerdir. Büyük ekonominin bir parçası da bu ve her savaş arkasından çalıştırılan bir mekanizma. Önemli olan kimin, kimlerin bu sürece dahil olduğundan çok hırpalanan kentsel ve sosyal belleğin, kültürel yapının, heterojen yapının kendini onarmasına müsaade edecek bir yapısallaşma -ya da yapısallaşmama- ortaya koyması olmalı.

Kaybedilenleri savaş öncesi durumuna geri getiren fikir, savaşı normalin devam eden akışının bir kesintisi olarak görebilir. “Yeni”, daha önce var olandan kökten farklı bir şey de olabilir ve bu durum savaş öncesi normalin yalnızca güncellenmiş bir versiyonudur.

Yıkım sonrası, varlığını yok oluşa borçlu bir bellek inşası, A. Riegl’ın ifadesiyle “amaçlanmış anımsatma değeri” de muhtemel.

Diğer bir taraftan trajik insanlık durumunu istismar eden şiddetin estetikleşmesi de mümkün. Bu durum travmalarla baş etmeyi sağlamaz. Olsa olsa savaşın yarattığı bellek yıkımının ekmeğine yağ sürer.

“Şehirlerin yıkımı, nesiller boyu verdiği derin ve çok boyutlu hasarla acımasız bir savaş biçimi. Berman’ın inandığı “kendinizi bir topluluğa adama özgürlüğüne, refahınızı onun refahı içinde bulma özgürlüğüne” sahip olma temel hakkını insanların elinden alan bir savaş biçimi.”

Filiz Cingi Yurdakul, Mimar
Aura Design Studio

Kentkırım her şeyden önce bir insanlık suçu, kent halkının tarihiyle kültürel bağlarını kesmeye, kolektif bilincini yok etmeye çalışan bir barbarlık çeşidi. İkinci Dünya Savaşı’nın tüm Avrupa kıtasında yaşanan ağır sonuçları, Bosna Hersek’te Osmanlı İmparatorluğu’nun geçmişine ait tüm mimari eserlerin tahrip edilişi, Neretva nehri üzerindeki tarihi Mostar Köprüsü’nün havaya uçurulması, tarihi Palmira kentinin yok edilmeye çalışılması gibi insanlığın unutamayacağı suçlar tarih boyunca hatırlanacaklar.

Şehirler doğal olarak merkezileşir; kaynakları ve yetenekleri kendilerine çekerler. Yaşamın, fikirlerin ve güzelliğin yeniliklerini ve zenginleşmesini beslerler. Bu bir araya getirme ile birlikte, bu bilgiyi, bu refahı ve bu zenginliği daha büyük bir iyilik için koruma sorumluluğunu getirir. Sadece ulus için değil, insanlık için, gezegen için. Kentkırımda hedef de tam olarak bu zenginliktir.

Kent içinde yaşayan insanın yaşadığı yer ile bağlantısı; kent parçalarındaki anıları ve toplumu birbirine bağlayan, orada yaşayan insanların toplumsal hafızasını oluşturan kamusal alanlardan, mekansal imgelerden oluşur. Bu mekanlar insan hafızasındaki tarihin seyrini değiştiren anları ve hatta devirlerin anılarını da üzerinde barındırdığı zaman yok edilmeleri sistematik bir toplumsal hafıza saldırısına dönüşür.

Savaşlarda kent tahribatları yıkıcılığı çok boyutlu olarak artırmak amacıyla iki boyutlu olarak yapılıyor. Birinci olarak altyapı sistemlerinin yok edilerek yaşamsal (b)ağların koparılması ve ikinci olarak yapıların yok edilerek kent hafızasının tahrip edilmesi amaçlanıyor.

Şehirlerin yıkımı, nesiller boyu verdiği derin ve çok boyutlu hasarla acımasız bir savaş biçimi. Berman’ın inandığı “kendinizi bir topluluğa adama özgürlüğüne, refahınızı onun refahı içinde bulma özgürlüğüne” sahip olma temel hakkını insanların elinden alan bir savaş biçimi.

Berlin’in İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılanması projesi gibi planlı ve başarılı bir süreci inceleme fırsatı buldum. Yeniden planlanacak bölgeler için açılan uluslararası yarışmalar, başarılı uygulamalar ile kentin sahiplerine modern, kültür ve sanat yapıları ile dolu yeni bir yaşam önermesi başarılıydı. Ayrıca kentin müzelerle birlikte tarihi belleğini tüm nesillere aktarma yeteneği bulması da önemliydi.

Yıkılan kentlerde kolektif bilinci kaybetmemek adına ana arterlerin ve imar planlarının -yeniden yapılanması gerekli olanlar haricinde – altyapı olarak güçlendirilerek korunması, ana cadde ve sokak adlarının değiştirilmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Savaş sonrasında yıkıma uğrayan toplumların; Almanya, Polonya gibi ülkelerde olduğu gibi toplumun bütünleşmesi, birlikte olmaları, birlikten güç almaları gibi bir sonucu da oluyor. Çünkü insan hem yıkıcı hem de umut dolu bir varlık. Yeni kentsel düzenlemelerde bu gücü canlandıracak, buna imkan verecek kentsel mekanların ve yapıların tasarlanması; kent rehabilitasyon ve kültür merkezlerinin kurulması gerektiğini düşünüyorum. Toplumda umudu yaymak ve yeniliklere açık olmak ilhamı ile çağdaş yapıların yapılması gerekiyor. Tarihi yapıların korunarak restore edilmesi ve mümkünse aynı işlevde kullanılması gerektiğini düşünüyorum.

Kentlerin yeniden yapılanma süreçlerinde bir “pazar” olarak görülmesi en büyük tehlike. Yıkıma uğramış bölgeler, ancak kent konseylerinin, yerel yönetimlerin içinde bulunacağı planlama süreçlerinden sonra imara açılmalıdır. Burada en büyük handikap savaş sonrası hızlı yapı üretim ihtiyacının karşılanması gerekliliği ile birlikte çoğulcu toplumsal planlama süreçlerinin arka plana itilmesi. Burada belki de yapılması gereken ilk ihtiyaç; öncelikli yapılacak olan yapıların mevcut kent parçalarına değil yeni bölgelere yapılması, yeni uydu kentler kurulması olabilir. Böylelikle çoklu katılım süreçleri ile planlı olarak eski kent merkezi yenilenebilir.

Tarihi yapılar korunurken de büyük tehlikeler söz konusu. Aslına uygun ve incelikli restorasyon çalışmaları için zemin oluşturulması büyük önem kazanıyor.

Doğru yönetildiğinde, yöneticiler halklarıyla birlikte sağduyu ile hareket ettiklerinde bu süreç kirli bir döngüye dönüşmez. En azından böyle olmasını umut ediyorum. Ukrayna halkı savaş sürecinde birçok konuda çok sağduyulu davrandı. Duyarlı, bilinçli, halkın ve kentlerinin ihtiyaçlarını öncü olarak ele alan yöneticileri olduğunu ümit ediyorum. Bu süreç kirli bir süreç olmayabilir. Bazen yıkımlar daha güçlü oluşumlara sebep olurlar. Mimarlık her zaman umutludur ve umut verir. Yaşam alanları oluşturur, hatırlatır, yaşatır, hayatlarımıza ilham ve estetik katar.

Bu noktada yine Berman’dan bir alıntı yapacağım: “Yeniden inşa etmeliyiz. En iyi ihtimalle, şehirler insan uygarlığının zirvesidir. Karmaşıklıkları ve kolektiflikleri, herhangi bir bireysel yaşamın süresinden daha büyüktür ve herkesin kendi başına başarabileceğinden daha fazlasını başarır”. “Bir şehir, bir tür kolektif ölümsüzlük girişimidir” der Berman, “Ölebiliriz ama şehrimizin biçimleri ve yapıları yaşamaya devam eder”.