İhsan’ın Ardından

Nevzat Sayın, Mimar

İhsan’la bir zaman önce yaptığımız konuşmaya daha sonra yeniden döner, kimi zaman konuşmak için aynı konuda yeni şeyler bulur, kimi zaman da aynı şeyleri konuşurken bulurduk kendimizi. Şimdi de, aynı yolu izleyerek deneyebilirim yeniden yazmayı diye düşünüyorum.

Bırak yazmayı düşünemiyordum bile. Sonra yavaş yavaş durumu idrak edip, kabul etmeye başladıkça, hiç mesafesi olmayan bir yakınlık yüzünden yapamadığımı -O’nun yöntemiyle- tersten giderek iyice yakınlaşıp, ‘içimdekilerle’ yapabileceğimi fark ettim. Bir iç konuşma gibi yazmayı deneyebilirdim. Daha doğrusu bir sayıklama gibi daha önce yazdıklarımı okuyarak yeniden yazabilirim gibi geliyor. 

İzmir’den İstanbul’a geldiğimde katıldığım toplantılardan birindeki konuşması sırasında fark etmiştim İhsan’ı ilk kez. O güne kadar adını bile duymadığım bu görkemli adamdan çok etkilenip kim olduğunu sorduğumda “Birikim tayfasından İhsan Bilgin, İTÜ’den, mimar” demişlerdi, kısa bir tanımlamayla. Ben 26, O ise 27 yaşındaydı ama açıkça O çok daha ‘büyük’ gibiydi. Büyüklüğünü hissettiren şeyin kapatmayacağım entelektüel bir ara olduğunu konuşmasını dinlerken hissetmiştim. Daha sonra çok iyi arkadaş olacağım ve çok şey öğreneceğim bu adam için hemen o sırada oluşan hayranlık ve imrenmeyle donatılmış bir ‘kıskançlık’ hissim sonraki zamanlarda da hiç geçmedi. Sadece his değildi ve değil; gerçekten de o arayı hiçbir zaman kapatamadım ve bir zaman sonra arayı kapatmaya çalışmaktan vazgeçip, O’na sordum bilmediklerimi. Sadece bilmediklerimi öğrenmekle kalmadım, iyi bildiğim ya da bildiğimi sandığım konularda bile O’nu dinlerken ya da O’nunla tartışmalarımızda lâf yetiştirmeye çalışırken hep çok şey öğrendim. 

Sadece ben değil, hepimiz çok şey öğrendik O’ndan. Kendisi olarak bu kadar sıra dışı bir karakter olmasının yanı sıra yakın/uzak ilişkide olduğu insanları da oldukları yerden yukarı çekerek, o sırada olduklarından daha iyi bir yerde olmalarının koşullarını hatırlatır ve bunu sağlamak için elinden geleni yapardı. Bu haliyle kendini daha iyi bir hayat için adamış bir misyoner gibi görünürdü kimi zaman. Hiçbir şeyi oluruna bırakmadı. Her zaman yapılabilecek bir şeyler vardı, yapılmalıydı ve yaptı/yaptırdı. 

O da devrimin uzak ihtimal olduğunu anladıktan sonra verili koşullar içinde iyileştirilebilecek olan şeylerle daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Kendi aramızdaki tartışmalarda, “nedir derdimiz, neden kendi işimizi yapmakla yetinmeyip, ‘mimarlık misyonerleri’ gibi davranıyor ve bazen başkalarının canını sıkacak kadar ileri gidiyoruz?” sorusunun cevabı hayatın şimdi olduğundan daha iyi bir ‘şey’ olabileceği ve bunun için elimizden geleni yapmamız gerektiğiydi. 

Şimdilik elimizden gelen geniş çerçeveli bir tanımla ‘mimarlık’tı. Bir gelecek tahayyülümüz vardı ve bunu konuşarak derinleştirip, genişletebiliyorduk. Bir gelecek tasavvurumuz vardı ve bunu gerçekleştirmek için de elimizden geleni yapıyorduk. Kendimiz için de başkaları için de bir tür ‘sosyal sorumluluk projesi’ gibiydi hayatımız. Bu çalışmalar sırasında kendiliğinden öyle olan ya da kendiliğinden öyleymiş gibi görünen şeylerin analitik açınımlarını yapabilmeyi ve müdahale edilebilecek noktalarını kavramayı da İhsan’la öğrendim. Ben daha sezgiseldim O ise daha rasyonel.

Tanıdığım en iyi örgütleyicilerden biriydi. Bu ayırıcı özelliğiyle bildiğimiz akademisyenlerden ayrışıyordu.“Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin” diyen Tarkovski’nin öğüdünü tutarak okumak, yazmak, içmek, düşünmek gibi ‘tekil şeyler’i de çok iyi becerebilmesine rağmen tek başına yapmaktan daha çok birlikte yapmaya programlanmış gibiydi.

Akademisyenler, benim gibi ‘yarı akademisyenler’ ve öğrencilerle birlikte olduğu okul bu örgütleyici tutumunun sahnesiydi. Kişisel olarak yavaşlığa ve hâttâ miskinliğe yatkın olmasına rağmen oyunun iyi sahnelenmesi için elinden geleni yapmak ve yaptırmak konusunda hiç üşenmedi. Bunca zaman içinde bir çok kitabı olabilirdi ama hem bu ‘miskinlik’ hem de içinde olduğumuz hayatı iyileştirmek için yapılan ‘devrimci mücadele’ (bu kelimeyi a’yı uzatmadan söylerdi, gülerek) ve belki bir de olacaksa çok iyisi olmalı düşüncesi bu kitapları oldurmadı.

Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin altıncı dönem projelerinde, gözüne kestirdiği mimarların katılımıyla etkin bir stüdyo ekibi kurmuş ve bir süre sonra mimarlık eğitiminin kuramsal ve olgusal boyutunu birbirinin içine geçirerek şimdikinden çok daha iyisinin yapılabileceğini hepimize göstermişti. Bu evre bizim için olduğu kadar diğer mimarlık okulları için de dönüştürücü bir etki yapmış, ‘akademya’ ile mimarlık ofisleri arasında düşünmek ve yapmak üzerinden her iki uç için de yeni davranış biçimlerinin önü açılabilmişti. 

Stüdyo hocası olarak okula davet ettiğinde “tamam, ama pedagojik eğitimim yok, öğrenciyle nasıl bir ilişkim olacağını nasıl bileceğim?” sorusunun cevabı O’nun için çok açıktı; “kendi ofisinde projelerini nasıl yürütüyorsan öyle davran, zaten bunun için çağırıyorum seni” demişti. Sadece beni değil, hepimizi böyle davet etmişti. Gerçekten de hep böyle davrandık. Gerektiğinde sertçe söylemekten de sakınmadığı uyarılarıyla bu durumu kullanışlı, verimli bir yönteme dönüştürdü.

Siyasi ve mimari kuramların yanı sıra öğretme/öğrenme modellerini de çok iyi bildiği için bizim refleks olarak yapabildiğimiz şeyleri O, ‘informal rasyonel çerçeveler’ oluşturarak  sistematik bir yöntem haline getirebiliyor, daha iyi olması için uyarılarını ve değerlendirmelerini de bu çerçeveler üzerinden yapıyordu. Okulda, meyhanede, arkadaş evlerinde konu hep bu olmuş, her şeyi mimarlık eğitimi odaklı konuşur olmuştuk. Ara sıra kapıştığımız olmuyor değildi ve hatta bizi çok iyi tanımayan insanların yanında yaptığımız ve giderek sertleşen bağıra çağıra tartışmaların ardından onların “bu patırtıdan sonra bunlar bir daha görüşmezler” dediklerini de biliyorduk ama bu kapışmalardan da iyi bir şey türetmenin bir yolunu buluyor ve anlaşılır bir biçimde gösteriyordu. İkna ediciliğin ne olduğunu aynıyla vaki görüyordum. 

YTÜ’de stüdyo yürütücülüğü yaparken misafir öğrenci olarak İhsan’ın yüksek lisans derslerine giriyordum. Rahat bırakmadığı için kimi derslerde ‘Kavuklu ile Pişekar’ gibiydik, tartışmamız eksik olmuyordu ama itiraf etmeliyim ki ben en çok O’nu dinlemeyi seviyordum. Bu derslerden birinde “şehirlerarası bir yolda sola dönmemiz gerektiğinde önce sağa dönüp sonra bir üst yol ile sola döndüğümüzde ulaşım anlayışı da şehir anlayışı da tamamen değişmişti” gibi imgeleme açık, net anlatım biçimleri duymaktan memnundum. Herşeyi böyle anlatıyordu. Bildiğimiz şeyleri bile ya bilmediğimiz bir yerinden anlatıyordu ya da bildiklerimizi bilmediğimiz bir yöntemle. “Bedelsiz Modernleşme”, “Mimarın Soluğu”, “Modern Tasarımın Boş Göstereni Bauhaus” gibi başlıklar da bu anlatılarla çıkıyordu ortaya. 

Mimarlığın, mimarlık nesnelerinden çok kentsel bir bağlam içindeki biraradalıklarıyla kurdukları ilişkiler üzerinden anlaşılabilirliği çok daha önemliydi O’nun için. Bu konuda başucu kitaplarından biri Camillo Sitte’nin “Sanat İlkelerine Göre Kent İnşa Etmek” kitabıydı. 

Siyasi tercihleriyle mimari tercihleri arasındaki tutarlı bağın, önerilerinin inandırıcılığını güçlendiren önemli bir faktör olduğunu düşünürdüm ve hâlâ böyle düşünüyorum. İki uç arasında kurduğu bağ kendi düşüncelerini açıklamasının önünü açarken, yaptıklarımızı birbiriyle ilişkilendirmek konusunda bize de bir tür zihin açıklığı sağlıyordu. Üstelik, kısmen de olsa Tafuri’den derin etkilenmelerle, ‘mimarlık tutkunu mimarlar’ın içinde oldukları siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılara mimarlıklarıyla çözüm üretmeye kalkışmalarının ne kadar beyhude bir çaba olduğunun çelişkisini bilerek açıyordu zihinlerimizi… Çözüm üretmekten çok durumu anlamaya ve anlamlandırmaya dönüktü aklı. Birlikte çalıştığımız projelere anlayıp anlamlandırdığı şeyleri anlatmasıyla başlardık.

Gittiğim şehirlerde İhsan’ın verdiği ivmeyle yapmaya çalıştığımız şeyin bir şekilde yapılmış hallerini ve olabilirliklerini görmek için mimarlık okullarına giderdim. Hâlâ gidiyorum. Stüdyoların, teorik dersler tarafından desteklenerek mimarlık eğitiminin odak noktası olması üzerine yürüttüğümüz tartışmaların 1/1 çalışma maketleri gibi görünür gördüğüm okullar. Fotoğraflarımı ve izlenimlerimi sorularımla birlikte taşıyıp getirirdim masaya. Bunları tartışır ve “şimdi ve burada” olandan daha iyisinin nasıl yapılabileceği üzerine kafa yorardık. 12 Eylül darbesi sonrasında YÖK aracılığıyla okulların üzerine çöken bir karabasan gibi, aynılaştırarak tek tipleştirme politikalarına inat, kendine has bir mimarlık okulunun mümkün olduğu en iyi anlaştığımız konulardan biriydi. 

Sistematik düşünme alışkanlıkları olmasına ve anlatırken de anlarken de “pattern”lar kullanmasına rağmen tektipleştirme konusunda her zaman tepkiliydi. Okulların da, öğrencilerin de, hocaların da çelişik bile olsa kendilerine has niteliklerini koruyup geliştirerek var olmaları çok önemliydi O’nun için. “Angaje” olduğu tek konu buydu.

Okullarla arası iyi olmayan biri için okullarla bu kadar uğraşmak tuhaf bir çelişki olsa da çelişkiye aşina biri olarak gereklilikler üzerinden düşününce, çok tutarlı görünüyor; okullar gerekliydi ama bu halleriyle değil. Ben de böyle düşünüyorum. “Peki ama bu halleriyle değilse hangi halleriyle?” gibi basit akıl yürütmelerle tartışarak ilerlerken O, bunları sistematize etmeye çalışırdı. Bugün bile İhsan’ın Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans Programı için tuttuğu notlarından çok iyi bir mimarlık okulu kurulabilir ama O’nun okulunu O olmadan kurmak çok zor…Verili koşullar içinde, verili koşulları kanırtarak da olsa iyi şeyler yapmaya çalışan baskın karakterlerin açmazı O’nda da vardı. Yapılabilir gibi görünen şeyler, kendisi olmadan başkaları tarafından yapılamazdı; ve yapılamadı… Ama tabii ki o izlerden ya da başka izlerden giderek de başka şeyler, başka okullar yapılabilir ve -çok az da olsa- iyi ki yapılıyor. 

1999 yılının staj öğrencileri otuz öğrenciyi bulunca Han Tümertekin, İhsan Bilgin ve ben ortak bir yaz okulu yapmaya karar vermiş, o sırada Bilgi Üniversitesi’nde çalışmaya başlayan Serhan Ada aracılığıyla mimarlık fakültesi olmayan bir üniversitenin içinde kendimize bir staj stüdyosu kurmuştuk. Oğuz Özerden ve Yiğit Ekmekçi bize okulun yönetim kurulu salonunu açmıştı. Bu çalışma sırasında geliştirdik “başka bir mimarlık okulu” fikrini. İşin doğrusu öğrencilerin stajı bizim de stajımız olmuştu. Onların enerjisini, çalışkanlığını ve merakını görünce okul fikri üzerine konuşmalarımızı derinleştirmeye başladık. Karşılıklı öğrenme sürecinde öğrencilerin müthiş bir katkısı olmuştu bu ‘yeni okul’ düşüncesinin geliştirilmesinde. Aklımızdaki ve konuşmalarımızdaki de böyle karşılıklı etkileşimleri olan bir okuldu. Etkileşim sadece staj yapan öğrencilerle bizim aramızda kalmadı. Bilgi Üniversitesi’yle bizim aramızda da bir etkileşim oluştu. Birçok kişinin dillendirmeye cesaret edemediği konularda düzenlediği sempozyumlarıyla; ‘liberter’ duruşuyla, kendi konusunda iyi olanların yönettiği bölümlerden oluşan üniversite anlayışıyla politik bağlamda ‘netameli’ dekanları, bölüm başkanları ve yöneticileriyle gerçekten sıradışı bir okuldu ‘o zamanki Bilgi’. 

Konuşa konuşa geliştirdiğimiz mimarlık yüksek lisans programını Bilgi’ye anlatmış ve sıradışı bir kararla mimarlık fakültesi olmayan bir okulda Bilgi Üniversitesi Mimarlık Yüksek Lisans Programı’nı açabilmiştik. Tasarıma dönük, tezsiz, projeli bir programdı ve ilk kez deneniyordu. Öteden beri aklımızda olan dört yıllık lisans eğitiminin ‘mimarlık yapmak’ için yetersizliğini iki yıllık bir “graduate” ile giderebilirdik. Konuyla ilgili çok kişinin katıldığı tartışmalarla ayrıntılı bir biçimde geliştirilen, Tansel Korkmaz’ın katkılarıyla disiplinli bir biçimde ayrıntılı olarak yazılan program hepimizi heyecanlandıran bir sonuç ürüne dönüşmüştü. İhsan’ın her zaman ve ısrarla dediği gibi, tabii ki süreç çok önemliydi ama bu kez sonuç çok daha önemli bir boyuta gelmişti. Program direktörü -doğal olarak- İhsan’dı. Mimarlık lisans programı açılana kadar da her şey çok iyiydi, sonra işler sarpa sardı… Yönetici olmakla hoca olmak arasında sıkıştığı zamanlar olduğunu görüyordum ama -kendine göre- gerek duymadığı konuları konuşmaya/tartışmaya hiç yatkın olmadığı için tam olarak ne olduğunu bildiğim de söylenemez. Tartışmalardan çok sıkıldığında işaret parmağıyla masayı göstererek, şaka yollu bir buyrukla “konuşma, yap!” derdi. “Söylediklerine inanmadığımda bile sana inanıyorum” der ve ikiletmeden yapardım. 

Son zamanlarda diyalektik dediğimde irkilip tepki gösteriyordu ama buna rağmen oluruna koyduğu işlere bile tersinden bakmak gibi bir alışkanlığı vardı. Belki Adorno gibi, diyalektiği olumlayıcı özünden uzaklaştırarak “negatif diyalektik” demeli İhsan’dan söz ederken. Çünkü iki aykırı şeyin bir senteze varmadan (da)  -çelişik olsalar bile- bir arada olabileceklerine dair eleştirel inancı çok güçlüydü -kendi deyimiyle- “sol liberter” İhsan Bilgin’in. 

Hep biliyordum ama yine de varlığının ne kadar önemli olduğunu şimdi, yokluğuyla oluşan boşluğu yaşadıkça çok daha iyi anlıyorum. Devri daim olsun…

Bu yazı K24’te yer aldıktan sonra YAPI Dergisi’nin isteği üzerine gözden geçirilerek yeniden yazılmıştır.