Geleceğin Evleri Bireysel mi, Müşterek mi?

Mimar Yasemin Şener

Çalışma hayatında ülkemizde son birkaç yılda popüler hale gelen paylaşımlı ofis kavramının geçmişi aslında dünyada da çok eski değil. Ülkemizde de genç girişimcilerin öncelikle tercih ettiği paylaşımlı ofisler kısa zaman içinde sundukları sosyallik, iletişim ve iş geliştirme potansiyelleri nedeniyle özellikle yaratıcı sektörlerde iş yapan daha olgun firmalar tarafından da kullanılır hale geldi. 

Ancak bir süredir paylaşımlı mekan kavramı dünyada çalışma ortamlarını da aşarak yaşam alanlarına da sıçramış durumda. Özellikle Londra gibi büyük metropollerde başlayan ve “co-living” adı verilen yeni yaşam trendi, ev kültürünü kişiye özel olmaktan çıkarıp müşterek bir yaşam alanına dönüştürüyor. 

“Co-living”, ilk anda sanıldığının aksine birkaç ev arkadaşı ile birlikte şehrin lüks semtlerinden birinde ortak ev kiralayarak birlikte yaşamak anlamına gelmiyor. Herhangi bir geliştirici ya da girişimci tarafından oluşturulmuş, paylaşımlı kullanıma uygun konaklama alanlarında birbirlerini önceden tanımayan kişilerin ortak alanları paylaşarak, kentin profesyonel ve ekonomik koşullarında iş birliği içinde yaşaması hedefleniyor. 

“Co-living” mekanları standart konut ve yaşam alışkanlıklarından farklı olarak özellikle genç nüfusun ihtiyacı olan uygun bütçeli ev ve “topluluk hissi” ile yaşam arayışlarına çözüm getiriyor. Kullanıcılar kolektif evlerde kendilerine sunulan yoga sınıfları, yemek dersleri, kahve barları gibi ortak ilgi ve etkinlik alanlarında sosyalleşirken internet, elektrik, doğalgaz gibi giderlerle ayrı ayrı ilgilenmek yerine tek bir kira ödemesi içinde sunulan tüm olanaklardan yararlanma imkanı bulabiliyor. 

Öncelikle öğrenci kullanımıyla yaygınlaşan, daha sonra büyük kentlerde hızlı çalışma temposu içinde yalnız yaşayan bireylerin de tercih etmeye başladığı co-living  konsepti yeni bir yapı tipolojisi olarak mimarideki evrimine devam ederken bir yandan da konut piyasasını etkileyerek ekonomik dengeleri dönüştürüyor. Bu yeni yaklaşımın belki de en önemli kısmı daha az tüketime olanak sağlayan çözümler sunması. Evlerdeki onlarca gereksiz eşya yerine bina yönetiminden kiralayarak ortak kullanma opsiyonu kolektif yaşam alanlarının tüketim kültürüne karşı temel prensibini oluşturuyor. Böylece satın almak yerine kiralamak teşvik edilerek tüketim ekonomisi yerine paylaşım ekonomisi yaygınlaştırılmış oluyor. 

2018 yılında IKEA’nın inovasyon laboratuvarı olan Space 10 tarafından yürütülen bir araştırma, insanların co-living mekanlarında birlikte yaşarken aslında neler deneyimlemek istediklerini ve neyi paylaşmak isteyip istemediklerini anlamaya odaklanıyordu. 147 farklı ülkeden 14.000 kişi tarafından yanıtlanan araştırmanın sonucunda co-living mekanlarında yaşayan insanların çoğunun amacının para biriktirmek değil, başkalarıyla sosyalleşmek olduğunu gösteriyordu. Aynı zamanda katılımcıların çoğu co-living firmalarının planladığının aksine dört ila on kişilik küçük topluluklarda yaşamayı tercih ettiğini ortaya koydu. Batı Londra’daki Old Oak gibi 550 yataklı co-living alanı bunun örneklerinden biri. Araştırma sırasında yapılan bir diğer ilginç gözlem, katılımcıların çoğunun farklı etnik kökenlerden ve yaşlardan insanlarla yaşamayı tercih ettiğini belirtmesiydi. Buna ek olarak, neredeyse tüm katılımcılar çocuksuz çiftlerle ve bekar kadınlarla yaşamayı tercih ettiklerini söylerken, en az popüler olan ev arkadaşlarının küçük çocuklar ve gençler olduğu ortaya çıktı.

Dünyanın bir çok yerinde konut fiyatları ve kira bedelleri ile bireylerin kazançları aynı oranda artmıyor; bu da öğrencilerin, yeni mezun ve genç profesyonellerin merkezi konumlarda tek başlarına yaşamalarını zorlaştırıyor. İstatistiki verilere göre sadece New York’ta evini paylaşarak yaşayanların oranı 2005 ve 2015 arasında %20 oranda artmış durumda. Dolayısıyla konut stoğunun sınırlı ve pahalı olduğu metropollerde gelecekte co-living alanlarının daha da yaygınlaşması ve çok önemli bir boşluğu doldurması bekleniyor.

Vindmøllebakken Housing, Helen & Hard, © Jiri Havran