Eleştiri; Coğrafya Kader mi? Coğrafi Bir “Mevzu, Düşünme ve Davranma Biçimi” Olarak Mimarlık

Mimar Ömer Selçuk Baz

Başlığın, Nevzat Sayın’ın kitabıyla nerdeyse aynı olması tamamen tesadüftür. Her ne kadar aramızda tesadüflere inanacak kimse olmasa da bu tesadüfe inanınız.

Bu yazılara “persona non grata” ile başlarken seri olarak yapabileceğimi hiç düşünmemiştim. Ancak, hem Nevzat hem de gazetenin editörü Yasemin Hanım beni bu sulara doğru ittiler. Dolayısıyla, burada yapılan-edilen mimarlıklara dair oldukça öznel düşüncelerimi yazmaya çalışacağım. Bu işi yapmayayım diye diye, adeta bikinimle timsah havuzuna giriyorum müsaadenizle…

Bu “coğrafya” kelamı, son dönemde yeri ve ona bağlı yapım kültürünü öncelleyenlerin dilinden düşmedi. “Coğrafya” her bir şeyi tasnif etmek için iyi bir tarif; çünkü, milliyetten, inançtan bağımsız. Ancak, onları da içinde tutan, yeryüzünde belli belirsiz kurulmuş eşikleri, sınırları ve imkanları tarif ediyor. Misal; Karadeniz Bölgesi kendi içinde eşiklere ayrılsa da sarp dağları, sert topografyası, iklimi ve coşkun denizi bir karakter tanımlıyor. İster küçük ölçeklerde, isterse yeryüzü ölçeğinde olsun, tüm bu bilgiyi biriktiren şeyin “mekan” olması fikri size tuhaf gelebilir. Gelmesin. Sevdiğim bir “büyüğümün” tarifi ile “Mekan her şeyi tutar”; siz görmek istemeseniz de olmuş bitmişler aslında bitmemiştir ve geleceği kurmaya oturdukları yerden sessizce devam etmektedirler. Üstelik bazen sana, bana rağmen… Mekanın bu tutucu gücünü, mimarlık namına yüksek kohezyon kuvveti olan bir sıvı içinde çökmeye çalışan bilyeye benzetiyorum. Çelik bilye balın içindeyken suyun ya da yağın içinde hareket ettiği gibi hareket edemiyor; neredeyse asılı kalıyor. O yüzden teknolojide, sinemada ve bir kısım sosyal bilimlerde gördüğünüz her gelişim, değişim ivmesini mimarlıkta da beklemek abes. Gelişme ve progresif gelecek tahayyüllerinin, kökü neredeyse ilk barınma içgüdüsüne kadar giden mekan kurma disiplinini bu denli az etkilemesi ondan. Ama beklenti, hep coğrafyanın ördüğü kader ağlarını hızlıca yırtıp atabilmemiz yönünde. Bu kadar tepişince ağlar da her bir yerinize dolanıyor haliyle.

Şaibeli olduğunu düşünebileceğiniz “coğrafyanın bilgisi, mekansal dizgisine kayıtlıdır” argümanı, buraya kadar size hayli iddialı ve bir o kadar da olağan gelmiş olabilir. Bu kavrayışın yüzlerce hali olabilir; bu fikri illa ki geleneksel yapım tekniklerine indirgemeyin. AKM’nin yıkılarak yapılmasını da antrepoların dümdüz edilip bir “kamusal” alana dönüşmesine razı olmak zorunda olmamızı da tam olarak bulunduğumuz coğrafyanın kendine has işleyen çarklarına borçluyuz.

Belki de mekan yapanlar için küresel yeni dünyanın en “baba” çelişkisi tam da burada, kendisinden çok uzak coğrafyalara mimarlık yapma imkan ve ihtimalidir. Çok uzaklarda yaşanan musibetlerin yakınımızda yaşanmamasına şükretmek gibi, bize alabildiğine uzak coğrafyalarda -ki bu uzak coğrafya yaşadığımız ülke, hatta mahalle dahi olabilir- tasarlayıp düşünürken zamane kısıtları, yüzeysellikleri ve kendimize dahi olan mesafemiz devreye giriyor.

Mimarlık yapma biçimlerinin çokluğunu konuşurken şu konuya odaklanmanızı isteyeceğim: Çoğu zaman tek başına yapmanız neredeyse imkansız; üstün bir organizasyon gücüne ve muhtelif derinliklerde iş birliklerine ihtiyacınız var. Tek bir müze ya da alımlı bir konut yapmak, tek başına sizi iyi mimar yapmaz. Coğrafyanızda bir değer üretmek demek, akan sürekliliğin bir parçasına tutunabilecek kümeler eklemek de demek.

Yazının sonuna yaklaşırken, siz bu biriktirme düşüncesini, coğrafyaya kendini bırakma halini ve mekanın tutan gücü kavramlarını zihninizde şöyle bir döndürün; ben bu coğrafya sorusunun cevaplarından bir tanesi, konuşulabilecek pek çok mimarlık içinde Nevzat Sayın’ın (NS) yaptıkları ve yapmakta oldukları, cevabını hazırlayayım.

Öncelikle, itiraz edin ya da etmeyin, tüm işleri birbirine bağlayan okunaklı bir dizgisi, büyük bir bağlamı var. Kendi içindeki -uzaktan bakınca anlayamayacağınız- dönemlerine rağmen ısrarla sürdürülen bir coğrafyaya doğru eğilme, onun bir parçası olma düşüncesi her şeyin belirleyicisi. Bu süreklilik ve kısacık insan ömründe cereyan edeceklerin toplamında ürettiği his, bizim gibi coğrafyalar için ender durumlar. Daha sessiz, geri çekilmiş, spektaküler büyük adımların mimarlığı değil bu. Yavaş ve birbirine sıkıca bağlanan, örülmüş bir zincir kastettiğim. NS’nin bu coğrafyaya kaçınılmaz biçimde bağlanma düşüncesi öylesine bir saplantı haline gelebiliyor ki, bazen onsuz yaşayamayacağı temel mimarlık düşüncesini dahi aşabiliyor. Yaptığı şey Ege’de bir ev, Ordu’da bir kültür merkezi ya da büyük ölçekli bir konut yerleşimi olsun; mimarın metni olmadan anlayabileceğiniz bir sadelikte yapması, en önemlisi. Bu derece indirgenmiş, kısmen azaltılmış bir mimarlık yapmak istediğinden değil; belki de coğrafyasının koşullarını yerine göre çok iyi kavradığından, kimi zaman bir pazar yerini ya da zeytinlik içindeki evin temel düşüncesini tek bir detay üzerinden kurmakta ısrar edebiliyor. Çevresine bakıyor, bazen ilgisiz görünse de davranma biçimlerini ödünç alıyor, kendini tekrarlamaktan çekinmiyor. Mimarlığı, sürekli yeniyi arayan çıkmaz bir sokağa sürüklemektense; bildiği, iyi yaptığı şeyi yapmaya mütemadiyen devam ediyor. NS projelerinin ve hatta yapılarının çokluğu, fazlalığı da bir referans ve konuşma konusu. Bu çokluğun, hatta kalabalığın kendisi, en azından bende çok iyi bir his yaratmıyor. Tüm üretimin, coğrafya koşullarına mukavemetli, detaylı ya da detaysız, kökten yaklaşımını ve bu yaklaşımın bir sonucu olarak doğan çoklu üretim düşüncesini anlaşılır bulmakla beraber; “Bu üretim hızı ve miktarı kontrol edilebilir bir şey mi?” diye kendime, kendim için de sormadan duramıyorum. Tüm yapma, düşünme biçiminin bir paket olduğunu, ayrıştırılamayacağını da bilerek, “Gereğinden çok mu yapıyor?” diye düşünüyorum.

Kanaatimce mimar, tüm iyilikleri, kötülükleri ve hatta zaafları ile eninde sonunda kendini inşa ediyor. Nihayetinde, çok pragmatik gibi görünen bazı kararlar dahi, bir karakter halinin tezahüründen başka bir şey değil. NS’nin yeniyi arama gibi bir düşkünlüğü yok derken, bunu birinci dereceden dert etmediğini kastettim. Gön Deri Fabrikası’nın alabildiğine monokrom hallerinden sonra, Shell Binası ile dönemin post-modern dalgalarının üzerinde, alacalı bir Botta dünyasına dalıverebiliyor. The Seed’in sarı zeplini ve muhtelif projelerdeki “kırmızı” ihtirası, bu indirgenmiş, perhiz mimarlık sarkacının salınımları olsa gerek. Bu renk mevzuunu şu yaşımda henüz tam kavrayamadığımı da itiraf etmeliyim doğrusu. Vardır elbet bir bildiği deyip son düzlüğe giriyorum.

Ne diyorduk, coğrafyanın mimarlığı… Sözde küçük, pahada kocaman bu kelamı, aynı anda hem son derece şahsi hem de toplumsal buluyorum. Hem dibine kadar öznel hem de çevrenizde olup bitene sonuna kadar bağlı… Binbir çeşit mimarlık içinde Nevzat Sayın’ınki ender gördüğümüz bir transparanlıkta, tam kendi olduğu gibi ve paylaşımcı duruşuyla, coğrafyada olan biten her şeye rağmen, “o” kaderin yönetilebileceğine dair takip edilebilecek, okunaklı, güçlü bir örnek sunuyor.

Demiştim, tesadüflere inanmayınız…