Ece Ceylan Baba, Emre Arolat: Umut-Elazığ, bilinen paradigmaları değiştiren ve kaydıran, yeni bir mimarlık üretim modelinin gerçekleşebileceğine dair bir umut…

Türkiye’de deprem sonrası yıkımların ve acıların bir daha yaşanmaması için çözüm önerisi getiren sosyal sorumluluk projesi “Umut – Elazığ”, katılımcı mimarlık üretim modelinin ülkemizdeki en güncel ve bir araya getirdiği paydaşların çeşitliliğiyle de ilkleri bünyesinde barındıran örneklerinden biri. Projenin detaylarını, EAA-Emre Arolat Architects Kurucu Ortağı Emre Arolat ve Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Ece Ceylan Baba ile konuştuk.

Yasemin Şener, Mimar

Umut-Elazığ hepimizi çok heyecanlandıran bir proje oldu. Bu hikaye nasıl başladı ve nasıl olgunlaştı?
Ece Ceylan Baba: Bu proje tamamen sosyal bir insiyatifle ortaya çıktı. Yaklaşık bir yıl önce Elazığ’da meydana gelen deprem sonrasında İstanbul’dan birkaç sivil girişimcinin “Biz Elazığ için ne yapabiliriz?” sorusunu sorarak kalkıp Elazığ’a gitmeleriyle bütün hikayenin başladığını söyleyebilirim. Orada depremden etkilenen kişiler için hızla birtakım aksiyonların alındığını gördükten sonra “Ancak biz daha farklı, daha vizyoner ve yenilikçi ne üretebiliriz?” gibi bir soruyu ortaya attılar. İstanbul’a döndükten sonra Emre Arolat’a, Yeditepe Üniversitesi’ne, Elazığ Belediyesi, Elazığ Valiliği ve Elazığ Sanayi ve Ticaret Odası’na ulaşmalarıyla ilk kıvılcım yakıldı. Bu söylediğim takvim geçen yıl Ocak sonuydu ve bizler hızla bir araya geldik. Konu bana ulaştığında Emre Arolat’ın ismi zaten içerideydi; Emre Bey ile birlikte bir proje üretecek olmak ve bunu öğrencilerle birlikte üretecek olmak, meslek pratiğini akademiyle birleştirerek gerçek bir iş üzerinde öğrencilerle çalışacak olmak tabii ki çok heyecan verici bir başlangıçtı. Gerçekten başlangıçtan itibaren müthiş bir sinerji oluştu; hem Emre Bey ile hem de diğer paydaşlarla frekanslarımız çok iyi tuttu. Pandemi döneminde İstanbul’da fikrin olgunlaşması üzerine biraz çalıştık; ardından da geçtiğimiz Temmuz ayında Emre Bey ile birlikte Elazığ’a gittik. Elazığ’da Elazığ Belediyesi ve yetkililer bize bir proje alanı tahsis etti. Ardından da Yeditepe Üniversitesi’nin 15 lisans öğrencisi 3 tane de yeni mezun mimarıyla birlikte bir stüdyo ortamında yaklaşık 5 aylık bir çalışmayla Umut-Elazığ projesini hayata geçirdik.

Emre Bey, sizin projeye katılım süreciniz nasıl oldu?
Emre Arolat: Elazığ depreminden sanıyorum bir hafta sonra olmalı, daha önce başka mecralardan tanıdığım bir arkadaşım, Ayferi Ertek bana bir mesaj gönderdi. “Bu bizim kaderimiz mi? Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu?”, diyordu. Beni tetikleyen, coşkuya, düşünceye ve umutsuzluğa sürükleyen bir mesajdı. Ayferi aslında çok pozitif, sürekli olarak birlikte güldüğünüz, neşelendiğiniz, size hep iyi enerji yükleyen biridir. Bu sefer attığı mesaj bunun tam tersi gibiydi. O anlamda da beni çok etkilediğini söylemeliyim. Sonrasında konuştuğumuzda, kendisine aslında bu tür süreçlerde bulunmak için çaba gösterdiğimi, fakat genellikle kamu idarecilerinin, yerel yönetimlerin, bu konudaki inisiyatif sahibi olan kişilerin veya kurumların bu tür durumlarda nitelikli mimarlıkla ilgili ciddi bir beklentilerinin olmadığını; daha ziyade çokluğa ve sürate dayanan bir hizmet beklentilerinin olduğunu; bizim gibi nitelikli iş yapmaya çalışan, biraz zamana ihtiyacı olan mimarların ise bu tür durumlar için çok fazla tercih edilecek bir hizmet beklentisi yaratmadığını söyledim. O da “Bu sefer belki bir şeyleri değiştirebiliriz” diyerek biraz önce Ece’nin anlattığı sürece ön ayak oldu. Hem benimle, hem de sosyal sorumluluk meselelerini önemseyen başka kurum ve kişilerle konuştu. Sonra da hepimizi bir araya getirdi. Yanlış hatırlamıyorsam ilk toplantı bizim ofiste oldu. O zaman pandemi yeni başlıyordu ve daha yaygınlaşmamıştı. Bir an evvel Elazığ’a gidelim, bir organizasyon yapalım derken vaka sayılarının artmasıyla birlikte Elazığ’a gidemedik. Sonra tedbirlerin bir miktar gevşemeye başlaması ve yazın gelmesiyle birlikte ilk fırsatta toparlanıp gittik.

Oraya giderken nasıl bir proje hayal ediyordunuz? Bu hayal gerçeğe nasıl evrildi?
EA: Oraya giderken kafamızdaki proje, şu an üzerinde çalıştığımız gibi bir proje değildi. Daha ziyade, kent merkezinde önemli ölçüde yıkılmış, hasar görmüş bölgelerden birini bir tür pilot bölge olarak ele alıp, o bölgede bugün yaptığımıza kıyasla çok daha küçük ölçekli bir örnek yerleşim bölgesi geliştirme fikrimiz vardı. Fakat, Elazığ’a gittiğimizde gördük ki, biz İstanbul’dayken zaten devlet duruma el koymuş; yaraları sarmak ve bir an önce oradaki mağdurları bir çatı altına sokmak için o bildiğimiz dinamikleri, mekanizmaları hayata geçirmiş. O mekanizmalar esasen nicelik ve sürat yönünden bakıldığında inanılmaz iyi işleyen mekanizmalar, bunu söylemek lazım; fakat orta ve uzun vadede ne kadar nitelikli işler çıkartıyorlar, şehirlerde ne kadar kalıcı bir yerleşim örneği oluşturuyorlar, bu tartışma götürür. Biz bu sefer bunu başka bir süreçle nasıl yürütürüz diye Ayferi’nin de ön ayak olmasıyla oraya gitmişken gördük ki, bu anlamda çok da fazla yapılabilecek bir şey yok. Çünkü, kent içinde büyük ölçüde yıkım ve hasar görmüş yerlerde zaten önlemler alınmış, hatta inşaatlar başlatılmış, onların yerine biraz o bildiğimiz tip projelerin bölgeye uyarlanmış halleri zaten çalışılmaya başlanmıştı. Bir alternatif durum olarak Elazığ Belediyesi’ne tahsis edilen, bizim üzerinde çalıştığımız yaklaşık 60 hektarlık bu alanın düzenlenmesi, orada bir alternatif yerleşim örneği oluşturulması ve bu örneğin belediye tarafından elde edilecek kazanımlarının tümüyle kentin rehabilitasyonuna harcanması gibi bir durumun bizim açımızdan heyecan verici olduğunu düşündük. Hiç beklediğimiz gibi bir proje değilken birdenbire bambaşka bir projeyle geri döndük İstanbul’a ve bunun üzerinde çalışmaya başladık. Dolayısıyla “Umut Elazığ” aslında bir deprem sonrası rehabilitasyonu projesi değil. Deprem sonrası rehabilitasyona doğrudan kaynak sağlayan, Türkiye’nin her yerinde kuşkusuz kendi bağlamını oluşturan ve kendi bağlamının ürünü olan, o bağlamı kullanan ama genel yaklaşımlarıyla, genel fiziksel ve zihinsel çözümlemeleriyle esasen bugüne kadarkilerin dışında duran, belki bazı paradigmaları değiştiren ve kaydıran, yeni bir yaklaşımın olabileceğine dair umut aşılayan projeler olabilir diye düşünüyoruz ve bu projeye de o gözle baktık. Ekip olarak en başından en sonuna kadar hep birbirimizi de denetleyerek bu ilkeden ödün vermeyen, sonuna kadar bunları gözeten bir proje yapmak için uğraştık.

Projenin paydaşları arasında nasıl bir uyum yakalandı? Zaman zaman çatışmalar yaşandı mı?
EA: Sen eski bir EAA’lı olarak bilirsin, bir şeyi kafamıza taktığımız zaman yapmak için sonuna kadar çok uğraşırız. Bu proje de hem Yeditepe Üniversitesi’nin hem de EAA’nın benzer yönelimleriyle, inatlarıyla, yaklaşımlarıyla, savaşlarıyla ilerledi; zaman zaman birbirimize karşı zorlayıcı olmakla birlikte, nihayetinde son derece uyumla gerçekleştirdiğimiz bir proje oldu. Sanıyorum ki içinde bulunan yeni mezun ve öğrenci arkadaşlarımız süreçten büyük bir keyif aldılar. Ben de kişisel olarak bu projenin içinde bulunmaktan dolayı gerçekten çok gururlandım, başından sonuna dek büyük bir sorumluluk duydum. Ece ile de tahminlerimin çok ötesinde bir uyum sağladığımızı söyleyebilirim. Ece’yi daha önce yakından tanımıyordum. Dışarıdan gördüğüm kadarıyla tuttuğunu koparan, direkt, doğrudan bir kadın olduğunu biliyordum ve hafif de bir çekingenliğim de vardı bu konuda. Birlikte çalışırken bütün o özelliklerinin projeye çok pozitif katkıları olduğunu söylemeliyim. Bunun dışında ekipte yer alan her bir arkadaşımız beş ay boyunca çok fedakarca, zamanlarını büyük ölçüde bu işe vakfederek çalıştılar. Gece saat 2-3’lere kadar gözden geçirme toplantıları, tartışmalar, hatta birbirimize laf sokarak konuşmalar oldu. Sanıyorum olabildiğince “demokratik” bir ortamdı. Herkes her düşündüğünü söyleyebildi; birlikte zaman zaman benim usta, zaman zaman da benim çırak olduğum bir süreç yürüttük. Hem herkesten hem de süreçten çok şey öğrendim. Bu nedenle proje şimdiye kadar inanması zor bir iyimserlikle bu noktaya kadar geldi ve yine inanması zor bir biçimde devam ediyor.

Proje şu an hangi aşamada ve ilerleyen süreçlerde ne tür adımlar atılması planlanıyor?
EA: Bu projeyle ilgili şu anda belediyenin himayesinde bir ofis kuruluyor ve bundan sonra projeyi Ece’nin ve benim koordinasyonumla bu ofis yürütecek. Aslında yaz sezonunda projenin daha geniş anlamda tanıtımı ve satışına yönelik dökümanlarının hazırlanması, en geç sonbahara da inşaatının başlayarak 1-1,5 sene içinde belirli bir noktaya kavuşturulması hedefleniyor. Bu anlamda bu proje benzerine rastlanmamış bir akademi, pratik ve yerel yönetim iş birliği ile ortaya koyulan, bence oldukça tuhaf bir iş. Hala zaman zaman bütün bunların bir şaka olup olmadığından kuşku duyuyorum.

Umut-Elazığ projesinin devlet-akademi-özel sektör iş birliği modeli olarak örnek teşkil edeceğine, farklı tip projelerin önünü açabileceğine inanıyor musunuz?
ECB: Umut Elazığ, Emre’nin de söylediği gibi epey düşsel bir proje. Bir düşün tüm paydaşların konuya ilişkin motivasyonuyla gerçek olabildiğini söyleyebiliriz. Projeye sadece bir bölgeye ait bir yerleşim projesi, sadece mimari bir proje gibi yaklaşmadık. En başından beri bu projenin dönüştürücü etkisinin olabileceğine, yeni bir iş birliği üretim modeli haline gelme iddiasının olabilmesine dair düş kurduk, ümit ettik ve aslında mücadele de ettik bunun için. Çok iyi hatırlıyorum, bu bir yarışma mı, yoksa bir stüdyo mu olsun; kapalı mı, yoksa açık bir üretim mi olsun diye Emre’yle bütün projeyi uçakta yazdık. Madem bu kadar iş birlikçi ve çok paydaşlı bir süreçti bu ve gerçekten demokratikti, bunu dışarıya açmalıydık. Bütün ara jürileri, ara değerlendirme toplantılarını kamuya açık şekilde gerçekleştirdik. Türkiye’nin pek çok farklı üniversitesinden mimarlık fakültesi öğrencileri ya da farklı mimarlar, projeyi takip etmek isteyen herkes projeyi izleyebildi. Pek çok spekülatif bilgi de üretildi bu dönemde. Ama günün sonunda böylesi bir iş birliğinin bizim ülkemizde de gerçekleşebileceğinin kanıtı olduk. Emre’nin de söylediği gibi mevcut paradigmanın değişimi iddialarını taşıyan, içinde deprem gerçeğine ilişkin bazı fikirleri barındıran ve yaşamakta olduğumuz pandemi süreciyle ilgili deneyimlerimizin de harmanlandığı bir iş çıkardık. Bu modelin sürdürülebilir olması için sadece bunu çevreye duyarlı yapı üretmek kısıtında tutmadan, içinde ekonomik döngünün olabildiği, temiz gıda döngüsünün olabildiği, kentsel tarımın mümkün olabilme yollarını aradığımız, düşük yoğunlukta olmayan bir yerleşke, oldukça yoğun giydirilmiş bir yaşam alanı olarak düşündük. Projenin tam da orta bölgesinde doğadan aldığımızı doğaya geri bıraktığımız, hatta doğayı kendi kendine bıraktığımız, gerçekten sorguladığımız, düşündüğümüz, yeni bir şey söylemeye çalıştığımız bir süreçti.

Projenin başlangıçtaki ismi, “Deprem ve pandemi sonrası alternatif bir yaşam mümkün olabilir mi? sorusuna yanıt arıyor olduğumuzdan “Post-Elazığ” idi. Stüdyonun sonunda çıkan üründen tatmin olduğumuz için adını “Umut-Elazığ” olarak değiştirdik. Umut-Elazığ’daki o tire işaretinden sonra başka bir kent gelebilir, öyle bir iddiamız var. Türkiye’nin farklı kentlerinde de, mevcut mimari üretim modellerinin bir parça dışına çıkarak hem kamuyu, hem özel sektörü, hem akademiyi, hem de gerçekten nitelikli mimarlık üretimini içinde barındırabilecek yeni bir modelin gerçekleşebileceğine dair bir umudumuz var artık.

Peki bu “ileri mimari tasarım stüdyosu” nasıl kuruldu? Stüdyodaki öğrenci ve mezunlar nasıl seçildi?
ECB: Bu soruyu sorduğunuz için teşekkürler. Bunun da açıklığa kavuşması lazım. Elazığ’dan döndükten hemen sonra fakülte içinde Emre ve benden bağımsız bir komite kurduk ve bir açık çağrı yaptık. Öğrenciler bu açık çağrıda projenin içeriğini, ne yapacaklarını, nasıl bir amaç edinildiğini okudular; portfolyoları ve bir niyet mektubuyla birlikte bir programa başvurur gibi başvurdular. Çok sayıda başvuru oldu, bağımsız bir komisyon en iyi 15 portfolyoyu belirledi. Öğrencileri de aslında olabildiğince demokratik ve adil bir şekilde seçmiş olduk. Üç tane yeni mezun mimar da bizim tarafımızdan stüdyoya davet edildi. Meslektaşlarımız ve öğrencilerimizden oluşan toplam 18 kişiyle bu stüdyoyu yürüttük.

Projenin kavramsal çerçevesi hangi bağlamlar üzerinden şekillendi? Ne tür yaşam alanları kapsandı? Projenin programını detayına girerek anlatmak ister misiniz?
EA: Elazığ’a gittiğimizde belediye ve yetkililerin o bölgeyle ilgili bir öngörüleri, bir hayalleri vardı. Hatta bunun adını bile koymuşlardı, “Villakent” gibi bir ismi vardı. Bu tahmin edileceği üzere bizi biraz geren, tam da içimize sinmeyen, çok ayrıştırıcı, elitist, fazlasıyla tek yönlü, içine belki çok fazla kişinin nüfuz edemeyeceği, sosyal anlamda kurtarılmış bölge gibi kendi çerçevesini kuran ve onun dışındaki sosyo-ekonomik sınıfları dışlayan bir tahayyül gibi geldi bize. Belki öyle değildi ama biz otomatik olarak böyle bir tahayyülle karşılaştığımızı düşündük. Esasen ilk aşamada bu projenin zihinsel çerçevesini oluştururken, bu hikayenin sosyal boyutunu, katılım boyutunu sadece burada yaşayan insanlarla sınırlı tutmayan; burada bulunmak isteyen herkesin kullanımına açık olan; bütün kente hitap eden, kentlinin en azından belirli bölgeleri tepe tepe kullanabileceği; kaliteli, nitelikli sosyal alanlar ve ortak alanlar olarak düzenlenen bölgelerin bu projenin omurgasında duracağı ile ilgili bir tartışma ortamı oluşturduk. Ece’nin sözünü ettiği 18 kişilik ekibimizin içinde bu konuda kuşkusu olan arkadaşlarımız da vardı; hatta danışma kurulunun içinde de bunun olabilirliği çok tartışıldı. Hala danışma kurulundaki bazı dostlarımızın bu konuya ne kadar inanmış olduklarından çok emin değilim. Ama ben projenin en önemli taraflarından bir tanesini bu sosyal yönü olarak görüyorum. Yani, bu bir sosyal konut projesi ya da orta veya orta altı sosyo-ekonomik sınıfın ev edinmesini hedeflediğimiz bir proje değil. Ancak alan kullanımı açısından pek çok farklı sosyo-ekonomik sınıfın iç içe geçebilmesi, o kullanımlar vasıtasıyla ortak çözümlenmiş bir durumun otaya çıkması ve esasen o mekanın sadece orada oturanlara değil bütün kente açık olması gibi bir fikrimiz vardı. Şimdi bu işin sosyal kısmı bunu destekleyen ünitelerin, yani belediyenin belki de hiç talep etmediği birtakım işlevlerin oraya getirilmesiyle mümkün olabilirdi: Yani çeşitli eğitim ve kültür faaliyetleri, ticari faaliyetler, insanları oraya toplamaya yönelik birtakım nitelikli ortak yeşil alanlar, kapalı-yarı açık alanlar, gezinti alanları, mesire alanı denilebilecek alanlar. Doğaya geri vereceğimizi düşündüğümüz alanın ekolojik su parkı olarak düzenlenmesi, bunun halka açık bir park haline getirilmesi gibi konuları bu anlamda önceledik. Tabii, arazinin Elazığ-Malatya karayoluna açık olması, bu karayolunun hızlı bir karayolu olması dolayısıyla gürültü kaynağı olması ve yaklaşık 2,5-3 km’ye yakın ince uzun kenarının da bu karayoluna komşu olması aynı zamanda bir dezavantajdı. Biz esasen konutların yoğun olduğu bölgeyle karayolu arasında bir tür tampon bölge yaratarak onu tamamen kamusal ve ortak kullanıma açık mekanlarla donattık. Dolayısıyla o söylediğimiz geçirgen bölgenin yavaş yavaş geçirgenliğinin azaldığı, hiçbir zaman görünür bariyerlerle değil belki ama birtakım peyzaj düzenlemeleriyle konutların biraz daha mahrem, biraz daha arkada kalan, biraz daha ulaşılmak zorunda olunmayan yerlere doğru çekilmesi söz konusu oldu. Bu da bence önemli noktalardan bir tanesiydi.

Mimarlık alanının en önemli meselelerinden biri olan ortak alan ve özel alan arasındaki tansiyon, bu projede de önümüze önemli bir unsur olarak çıktı; hatta bu tansiyonun getirdiği olumlu ve olumsuz durumları aramızda çok tartıştık. Neticede iki tür bağlamsal durumdan söz edilebilir: Sosyo-ekonomik olarak kurduğumuz dünyanın bağlamsal açılımı ve fiziksel iklim şartları; yani gürültü, rüzgar, geleneksel yapı kültürü ve yaşam biçiminin bize gösterdiği, bazen önümüzü tıkadığı, bazen kiminin bariyer gibi olduğu, bazen kimini yırtıp geçmek, tamamen değiştirmek istediğimiz çok boyutlu bir proje olduğunu söyleyebilirim. Değişken bir konut dokusu var; tekil konutlar, daha çok katlılar, teraslı evler gibi… Aslında modern dünyanın bize bir tür kötü armağanı olan apartmanlara, yani bizi dış dünyayla tamamen kopartan o geçirimsiz duvarlara karşı çıkan birtakım ara mekanlarla kurduğumuz dünyalar projenin farklı süreçlerinde gündeme geldi. Hala biraz daha etüt edilmeye, biraz daha olgunlaştırmaya muhtaçlar ama ben hakikaten çok iyi, olumlu bir noktaya geldiğimizi düşünüyorum. Bazen böyle etraftan eleştirel yazılar geliyor; mesela renderlardaki lüks otomobilleri görüp “Başka bir dünya hayal edemezsiniz, olsa olsa böyle bir şey olur” gibi eleştirenler de var. Bunlar çok doğaldır, olacaktır. Bu konu gerçekten benim için bir case study gibi, yani mimarlık hayatımın içindeki enteresan iddialardan bir tanesi. Gerçekten yapılacak mı bu iş, yani bizim tahayyül ettiğimize yakın, belirli oranda bizim tasarladığımız gibi yapılıp bitecek mi ve ondan sonra da kabul görüp kullanılacak mı? Bunlar benim içinde olduğum pek çok projede en başından beri sorguladığım, belki ucundaki ışığı her zaman hissettiğim ama hiçbir zaman tam olarak emin olamadığım durumlar. Diğerlerine pek benzemeyen bir cami tasarladığınızda da, bir arkeolojik buluntunun üzerine otel tasarladığınızda da “Bu yapılır mı, olur mu böyle, gider mi, benimsenir mi?” diye hep bu soruları sorarsınız. Çok sevindiğim bir şey var ki, şimdiye kadar tuttu ama tutmayabilir de… Bu proje de onlardan bir tanesi.

Proje, içindeki yeşil alanlarıyla, düşey tarım meselesinin bir tür “normalleşen” bir kullanım meselesi olarak sunulmasıyla, içinde yaşadığımız dünyanın güncel konularının üzerine gidişiyle ciddi bir iddia taşıyor. Yerel malzemenin kullanılması, depremsellik açısından uygun bir strüktürün kullanılması, arazideki zayıf zeminin bulunduğu noktaların yeşil alan olarak düzenlenmesi, bütün bu teknik ve bilimsel verilerin ışığında birtakım kararların verilmesi bu projenin önemli noktalarıydı ve bu projeyi bağlamsal hale getiren kararlardı.

ECB: Öncelikle bölgenin bir rezerv alan statüsünde olması, yani burada belediyenin ya da iştirak şirketlerinin elde edeceği tüm geliri yine kentin dönüşümüne nakledecek olması, bütün kaynağın tekrar kent için harcanacak olması bizim için önemli bir motivasyon. Bizim 18 Şubat’ta kamuoyuna açık bir şekilde aktardığımız proje, bir konsept proje. Bu tamamen stüdyo ortamında öğrenciler tarafından üretilen kolektif bir işin sonucu. Bundan sonrası için belediye tarafından bir mimari ofis kuruluyor ve bu ofisin çalışanları, yani ofiste istihdam edilecek kişiler yine stüdyonun mezun mimarları olacak. Mezun olan öğrencilerin ilk iş tecrübesi Umut-Elazığ projesi olacak. Emre Arolat, ben ve Yeditepe Üniversitesi, bizler proje hayata geçene kadar gönüllü destekçiler olmaya devam edeceğiz. Emre de ben de profesyonel olmayan şekilde, herhangi bir beklentimizin olmayacağı bir modelle projenin sonuna kadar katkı sunacağız. Ancak öğrencilerimiz istihdam ediliyorlar. Projenin kapsamı, büyüklüğü, ölçeği pek çok farklı mühendislik ve danışmanlık hizmetinin alınmasını da zorunlu kılıyor. Bu noktada da projenin sosyal içeriğini vurgulayarak EAA’nın daha önce çalıştığı ofislere, yine projeye özel şartların oluşturulduğu, yine belediyenin iştirak şirketiyle birlikte ilerleyecekleri disiplin projelerinin yönetimini de aynı şekilde mimari ofis üstlenecek. Belediye burada oldukça destekçi ve bize de güveniyor. Elbette onların başka tür beklentileri olacak, yani o tansiyon her zaman yönetilmesi gereken bir mevzu olacak. Ama bugüne kadar olabildiğince iyi şekilde ilerledi. Bizim bu projenin hayata geçişinin olumlu sonuçlanacağına dair umudumuz devam ediyor.

Bu proje stüdyoda yer alan öğrencilere ve genç mimarlara nasıl bir vizyon kazandırdı?
ECB: Bence sadece onlara kazandırdıkları değil; onların da bize kazandırdıkları çok değerli. Ben her stüdyodan çok şey öğrenerek çıkıyorum, onlarla bir arada olmak benim için çok kazanımlı bir süreç. Bu süreç ise daha da verimli oldu. Az önce Emre benimle ilgili bir şeyler söyledi ama benim de benzer kaygılarım vardı; her ne kadar farklı disiplinlerle çalışmaya alışmış olsa da mimarlar mimarlarla çalışmaya çok alışkın değiller. Biraz daha bireysel, baskın, iddialı olabiliyoruz, iyi bir uyum yakalayamayabiliyoruz. Gerçekten çok iyi tonda, iyi bir ilişki ve uyumla çalıştık Emre ile. Aynı durum öğrenciler için de geçerli, onların açısından baktığınızda. Meslek hayatını sürdüren pek çok mimar üniversitelerde stüdyolar yürütebiliyor ama gerçek olmayan, sanal projeler üzerinden yürütülüyor bu çalışmalar. Burada projenin gerçek olması, öğrencilerin karşısında Emre Arolat gibi bir duayen mimarın olması, bu da yetmezmiş gibi belediyenin, valiliğin gerçek bir proje üzerindeki hem süre hem de beklenti baskısı öğrenciler için müthiş bir sorumluluk. Bu onları çok olgunlaştırdı, meslekle iç içe geçme sürelerini çok hızlandırdı. Yıllarca çalışarak edinemeyecekleri bir deneyimi aslında beş ay içinde yoğunlaştırılmış olarak yaşadıklarını düşünüyorum. Bununla da bitmedi, şimdi stüdyodaki öğrenci mezunlarımızdan beş tanesi istihdam edildi ve bundan sonraki uygulama projesinde sahada görev alacaklar. Bence bir mimarlık fakültesi için gerçekten düş niteliğinde bir proje bu. Yani bu durum umudun tam da kendisi. Bunu umut edebilmek, hayata geçirebilmek, kanıtlayabilmek, bu iddiayı sürdürebilmek de bizim görevimiz; biz de bunun sonuna kadar takipçisi olacağız. Öğrenciler için, kurum için müthiş bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

Elazığ depreminin ardından adımları atılan bu devlet, sektör, akademi girişiminin benzerleri acaba henüz beklenen büyük yıkım gerçeklemeden İstanbul için de örgütlenebilir mi? Bu konuda mimarlara, akademisyenlere, sivil toplum örgütlerine ve yerel yönetimlere ne tür sorumluluklar düşüyor sizce?
EA: İstanbul’un çok hızlı bir rehabilitasyona ihtiyacı var. İstanbul dışında yapılacak olan yeni şehirlerle uğraşmak, oralara anlamsız kaynakları akıtmak yerine, İstanbul’a hem tarihi, hem sosyal, hem demografik açıdan, hem de yıllardır can çekiştiğini düşündüğümüz ama bir türlü öldürmeyi beceremediğimiz doğal güzellikleri açısından bakılması ve İstanbul’un merkezinin çok kısa sürede, çok da nitelikli şekilde rehabilite edilmesi gerekiyor. Kentin zok büyük ölçekli projelere değil; daha parçacıl ve daha noktasal dokunuşlara, zaman zaman daha genişletilmiş alanları da kapsayan bir dönüşüme ihtiyacı var. Bunu 1999’dan beri konuşuyoruz ve aradan 22 yıl geçti; ancak sadece kent toprağının daha değerli olan bölgelerinin dönüşümünü ve o bölgelerdeki yeni projeleri görebildik. Bunların pek çoğunun en azından depremsellik açısından sağlıklı projeler olduğu iddia edilebilir; ancak kentsel alana kazandırdıkları olumlu veya nitelikli durumlarından söz edilemez. Bu bir tür toplumsal suç ortaklığı ya da işbirliği gibi içinde hepimizin olduğu bir mekanizma ve bu nedenle kentsel dönüşüm meselesi bilimsel bir gerçekçiliğe kavuşmuyor. Doğrudan doğruya neoliberal dünyanın gerçekleriyle yürüyor. Böyle olunca da zaten problemli, çöküntü alanı gibi gördüğümüz pek çok nokta nitelikli bir biçimde dönüşmüyor. İstanbul yoğun bir kent ve bu yoğunluğun iyi tasarlanması lazım. Yoğunluk kendi başına bir problem değil, nitelikli tasarlandığı zaman problem olmaktan çıkar hatta fayda getiren bir durum olur. İstanbul daha farklı programların, işlevlerin iç içe geçtiği, dolayısıyla daha az enerji tüketebileceğimiz, daha sürdürülebilir bir kent haline dönüşebilir. Buna hala şansı var ama bu şu ana kadar üzerinde durulan kentsel politikalarla olabilecek gibi gözükmüyor. Ben hiç çekinmeden sürekli olarak bu Kanal İstanbul gibi projelerle uğraşılacağına bunların konuşulmasına bile gerek duyulmaması gerektiğini söylüyorum. İstanbul içinde çok ciddi ve hızlı bir rehabilitasyonun mutlaka yapılması lazım. Evet deprem kapıda ve hepimizin de ödünü patlatması gerekir ama gördüğüm kadarıyla başka durumlar, başka saikler ve başka hedefler malesef daha önde duruyor.

ECB: Aslında benim akademik kariyerimin bir kısmı katılımcı tasarım modelleri üzerineydi. Bu çalışmayı yürütürken bir süre Tokyo’da, ardından Londra ve San Francisco’da kaldım. Üçü de alabildiğine yoğun metropoller. Tokyo’dayken depremi de tecrübe ettim ve sadece ben içgüdüsel olarak binadan dışarı kaçmaya çalıştım. Benim dışımda herkes binaya girmeye çalışıyordu. Ben o gün anladım ki bizim zihnimizde yapıların yıkılacağı korkusu var yani bilinçaltımızda üstümüze binanın yıkılmayacağı bir boşluğa erişmek gibi bir kaçış planı var. Tokyo’nun, Londra’nın ve San Francisco’nun çok iyi bir katılımcı tasarım modelleri var. Bunu yerel yönetimler düzeyinde yönetiyor olsalar da merkezi yönetimler tarafından desteklenen, yasalarla da korunan mimari mikro politikaları var. İstanbul ölçeğindeki bir kente bütüncül bir kent planı yapamazsınız. Yapsanız da bunu uygulayamazsınız çünkü kentin dinamiği, kentin büyüme hızı her gün değişiyor; yani yaşayan bir şehir. O yüzden İstanbul’da doğru bir stratejiyle, daha odaklı, belirli bölgeleri öncelikli tutan hızlı bir rehabilitasyon sürecine girmemiz gerekiyor. Bunu da katılımcı bir yöntemle yapabilmek hem içerideki dirençleri kompanse edebilmenizi, hem de herkesin inanmasını sağlar. Yani deprem ve kentsel dönüşüm ilişkisinin İstanbul’da sadece rant, yoğunluk ya da yapı stoğu üzerinden konuşuluyor olmasını ben çok talihsiz buluyorum. Bu çok yüzeysel, çok indirgemeci bir bakış; onun yerine bütün olarak ele almak, çok paydaşlı ve katılımcı bir süreç yürütmek ve belirli bölgeleri odaklayarak bir strateji, yani bir model çerçevesinde kenti hızla rehabilite etmek şart. Aksi taktirde gerçekten büyük bir felaket bizi bekliyor. Dünyadaki iyi örneklerden belirli modeller İstanbul’a adapte edilebilir, altlık olarak kullanılabilir. Ve bence hala geç değil, deprem olmadan neyi kurtarabilirsek kar. Kısaca kentin hem kültürel niteliğini, hem mimari niteliğini, hem de depremsellikle olan ilişkisini hızla bir arada sentezlemek ve aksiyon almak gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
EA: Teşekkür ediyorum sana bize bu fırsatı verdiğin için. Ana akım denilebilecek bir medya unsurunda mimarlık alanını bu denli öne çıkartan bir yayın yürütüyor olmak da bence bir tür paradigma kayması. diyebiliriz bunun için. Bu nedenle sana sonsuz başarılar diliyorum.

ECB: Ben de teşekkür ediyorum. Mimarlık, insanlık var olduğundan beri var olan bir meslek; yani bir mekanda doğuyoruz ve bir mekanda dünyaya veda ediyoruz. O yüzden bu kadar az konuşuluyor olması biraz üzücü. Mimarlığı ulusal mecrada temsil ediyor olduğunuz ve gündemde tutuyor olduğunuz için sizi tebrik ediyorum. Ben de gerçekten bunun uzun soluklu olmasını, çok daha farklı bir eleştiri ortamına platform oluşturmasını temenni ediyorum.