Dr. Marwa Al-Sabouni: Mimarinin davranışlarımızı yönlendirme gücü vardır; inşa ettiğimiz şey kimliğimizi dönüştürür…

“İnsan yerleşiminin yok edilmesi bugün tüm kentlerimizin karşı karşıya olduğu en büyük risktir. Bu nedenle, insan yerleşimi ön planda ve merkezde değilse, yeniden yapılanmaya ilişkin her türlü tartışma bence başarısız sayılır…”

İstanbulSMD’nin düzenlediği “Mimarlık Ne İşe Yarar” konferansı için İstanbul’a gelen Suriyeli mimar, yazar ve yayıncı Dr. Marwa Al-Sabouni ile dünya çapında ses getiren kitapları, mimarlığın ve şehirlerin savaş ve çatışmalardaki rolünü, yıkımına tanıklık ettiği kadim şehir Humus’taki gözlemlerini ve yıkılan kentlerin yeniden inşasındaki riskleri konuştuk.

Yasemin Şener Sizi ilk olarak “Battle for Home” kitabınızla tanıdık. Kitapta ele aldığınız ana fikirlerden biri, Suriye şehirlerindeki dönüşümün savaşın patlak vermesine katkıda bulunduğu yönündeydi. Suriye’deki savaş ve çatışmalarda mimarlık ve şehir planlamasının rolü hakkında neler söylersiniz?

Marwa Al-Sabouni Gerçekten de 2011 yılında şehrim Humus’tan başlayarak Suriye’nin geri kalanına yayılan savaş, insanlar ve mekanlar arasındaki bağı iç çatışma perspektifinden düşünmeme neden oldu. “Battle for Home”da bir yere ait olma duygusunun yitirilmesinin, kaos ve yıkımın kolayca gerçekleşebileceği toplumsal kırılganlığa nasıl yol açabileceğini ortaya koydum. Ayrıca kendi şehrimin hikayesini ve dayatılan kentsel dönüşümlerin aslında savaşa yol açan diğer tüm faktörleri nasıl şiddetlendirdiğini anlatıyorum. Argümanım, şehrimin eski kısımları ile modern uzantıları arasında basit bir karşılaştırmayla başlıyor. Eski Humus’u oluşturan eski İslam kentinin kalıntıları, Aramilerden Osmanlılara kadar uzanan çok sayıda mimari stil katmanının bir araya getirilmesiyle oluşturuldu. Bu bölgelerde gerçek bir yuva duygusu oluşmuştu ve ben de kitapta binaların insanları şehre aşık etme, komşuluk ve kentsel birlik duygusunu tesis etme gücünü göstererek bu duyguyu ortaya çıkarıyorum. Mimarinin insan davranışlarını yönlendirme, telkin ve teşvik etme gücü vardır. Ve bu anlamda, inşa ettiğimiz şey bizim kim olduğumuz haline gelir. Eski şehirde Müslümanlar ve Hıristiyanlar, yoksullar ve zenginler yan yana yaşıyordu. İnsanlar arasında sosyal veya dini kategorilere göre kentsel ayrımlar yoktu. Dahası, insanlar sevdikleri ve kendilerine benzeyen bir mekanı paylaşıyorlardı. Kendini ifade etme ve komşuluk, sadece sosyal sürekliliği değil, aynı zamanda sağlıklı bir ortak yaşam döngüsünü de yaratarak bunu sürdüren yapılı çevrenin korunmasını sağladı. Bunun aksine, eski kentin modern uzantıları, katı sosyal kategorizasyon ve anlamın yok edilmesi temelinde inşa edilmişti.

YŞ Üç yıldan fazla süre boyunca Humus kentinde ailenizle birlikte çatışmaların ortasında yaşadınız. Savaş koşullarının yarattığı tüm olumsuz ve trajik koşullar bir yana, bir mimar gözüyle de yaşadığınız kentin yıkımına tanıklık ettiniz. Neler gözlemlediniz?

MA Ailem ve ben Humus’tan hiç ayrılmadık; 2011-2015 yılları arasında Humus aktif bir savaş bölgesiydi. Beni “Battle for Home”u yazmaya iten temel gözlemlerim elbette bunlardı. Benim için en önemli soru etrafımda olup bitenleri nasıl anlamlandıracağımdı. İnsanların (şehre ve şehirdeki diğer insanlara karşı) farklı tutumlarının şehirdeki coğrafi konumlarıyla nasıl az ya da çok ilişkili olduğunu fark ettim. Ayrıca insanların belirli binaların kaybından nasıl farklı şekilde yakındıklarını da fark ettim. Örneğin; güzellik, tarih ve toplumsal hafıza unsurlarını ya da dini önemi bir araya getiren güzel binaların yıkılışını izlemek özellikle acı vericiydi.

Bir mimar olarak, şehrime “Kara Taşların Anası” lakabının verilmesine neden olan yerel taştan (siyah bazalt) inşa edilmiş binaların, çimento ve briketten yapılmış muadillerine göre çok daha güçlü yapısal dayanıklılığa sahip olduğunu görmek benim için ilginçti. Taş yapılar moloza dönüşmüyor, hasar gördüklerinde veya yıkıldıklarında bile atık ve çirkinlik yaratmıyorlardı. Bunun yerine, taşlar yeniden inşa edilebiliyor ve geri dönüştürülebiliyordu. O hasarlı taş binaların görüntüleri, “yara izlerinin” yerinde nasıl bitkilerin ve yabani güllerin yetiştiği hala hafızamda.

YŞ Çatışmalar günümüzde Suriye’de yaşayan insanların günlük hayatını mimari ve kent yaşamı anlamında nasıl etkiliyor? Kentte yapısal ve sosyolojik olarak neler değişti?

MA Savaşın etkileri, çatışmanın tozu dumanı dindiğinde esas olarak ekonomik hale gelir. Suriye halkı da çatışmalar durduğundan beri gittikçe şiddeti artan bir ekonomik krize katlanır hale geldi. Doğal olarak bu durum günlük yaşamın yanı sıra inşa sürecine de yansıyor. Yaptırımlardan yolsuzluğa, insanlar geçinmek için her türlü çemberden atlamak zorunda. İnsanların çoğu günlük olarak sadece hayatta kalmaya odaklanmak zorunda kalıyor. Sosyal olarak, savaşın ve ekonomisinin doğrudan bir yan ürünü olan daha keskin bir sınıf bölünmesi var. Ahlaki yozlaşma ve sosyal hastalıklar, yaygın yoksullukla birlikte ailelerin parçalanmasını takip etti. İnanılmaz bir yerinden edilme ve göç dalgası yaşandı. Bunun yanı sıra çok sayıda erkeğin kaybı, uzmanlık kaybı ve deneyimli işgücü eksikliğine yol açtı. Bu da hem ekonomik hem de mimari açıdan toparlanmanın önündeki zorlukları daha da artırdı. Suriye nüfusunun yarısının mülteciler ve ülke içinde yerinden edilmiş insanlar arasında bölündüğünü ve son birkaç yıldır devam eden ve hatta artan bir göç olduğunu hatırladığımızda, demografik değişikliklerin ölçeği daha da hissedilir hale geliyor. Suriye toplumlarının binaları aşan bir yıkım içinde olduğu tahmin etmek pek de güç değil.

YŞ Çatışmanın kentleşmesine dair görgü tanıklığınızı aktardığınız bu kitapta, yapılı çevrenin Suriye’de mezhepsel şiddetin patlak vermesinde nasıl bir rol oynadığına dair gözlemleriniz neler?

MA Suriye, dünyanın en eski şehirlerinden bazılarına ev sahipliği yapıyor. Tarih boyunca çeşitliliği kucaklamak üzerine kurulu bir medeniyetler ülkesi oldu. Bu anlamda “mezhepsel şiddet” kavramının Suriye halkı için hiç doğal olmadığı kolaylıkla görülebilir. Bununla birlikte bu savaş, birçok yerde iç savaş terimini oldukça uygun hale getiren güçlü mezhepsel bölünmelere tanık oldu. Kitabımda, yapılı çevrenin kentsel adaletsizlik ve yabancılaştırıcı gettolaşmış kentleşme yoluyla mezhepsel bölünmeleri beslemede nasıl bir rol oynadığını açıklayarak bu iki olguyu uzlaştırıyorum.

Bu kentsel dönüşümlerin izini, Suriye kentlerinin kentsel ve yasal planlamasını toplumlarda mezhepçiliği artırmaya yönelik sistematik bir çabayla yeniden şekillendiren Fransız işgal politikalarına kadar sürüyorum. İroniktir ki, bu planlar bugüne kadar şehirlerimizi planlamanın ve yönetmenin temeli olmaya devam etti. Gettolaşmış şehircilik, savaşın somut bir habercisi olduğunu kanıtladı: “Ötekilerin” yaşadığı, önceden kategorize edilmiş bölgeler arasında çatışma çıkması her zaman daha kolaydır. Şehri birbirine bağlayan bağlar, ister uyumlu binalar yoluyla sosyal, ister çarşıdaki ticaret yoluyla ekonomik, isterse de bir arada bulunma yoluyla dini olsun, yapılı çevrenin yanlış yönetilen ve vizyonsuz modernleşmesinde kayboldu.

YŞ Kitapta sözünü ettiğiniz “kentsel direnç” fikrini biraz açıklar mısınız? Bir kent savaşa, çatışmalara ve diğer yıkım tehlikelerine karşı nasıl dayanıklı olabilir?

MA Daha iyi bir kelime bulamadığım için, şehirlerimizde ve toplumlarımız arasında yerleşmiş olan dayanıklılık ve süreklilik duygusunu ifade etmek amacıyla “direnç” kelimesini kullanıyorum. Belki de “dayanıklılığın” bizim kültürümüzde sabır olarak anladığımız şeyin muğlak bir İngilizce terimi olduğunu söylemek doğru olur. Batılı yaklaşım, temelde insanın çevresini kontrol altında tuttuğu inancı etrafında döner. İnançlı bir insan olarak, yerel kültürümüzü tamamen farklı bir ışık altında okuyorum: Biz insan kontrolüne değil, daha ziyade ilahi kontrole inanıyoruz ki bence toplumlarımızın “direncinin” gerçek kaynağı da budur. İster insan kaynaklı isterse doğal olsun, felaketlerin çeşitli gerçekleşme yolları vardır. O halde soru, insanları denemeye devam etmeye, yerlerinde kalmaya ve yerlerinden vazgeçmemeye neyin ikna edeceğidir. Sorunun ilk kısmının cevabının inanç olduğunu, ikinci kısmının cevabının ise insanların aidiyet hissedecekleri ve “ev” olarak adlandırabilecekleri mekanlar inşa etmek olduğunu düşünüyorum.

YŞ Kitabınızda bir Suriye kentinde kentsel dönüşüm, şehir planlaması, kentin gelişimi ve yanlış politikaların uygulanmasının sınıflar arasında uçurumlara, çatışmalara ve sosyal kırılmalara yol açtığından da bahsediyorsunuz. Bu, mimarlığın barışı korumak ve toplumsal uyumu sağlamak gibi bir sorumluluğu olabileceği anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse, mimarlığın bunu nasıl başarabileceğini detaylandırabilir misiniz?

MA Kentsel doku, mimarlar ve plancılar olarak, kör bölgelemenin alaycılığından ve standartlaştırılmış yaşamın totaliterliğinden kurtulmuş şehirciliğin uyumunu tanımlamak için kullandığımız bir terimdir. Böyle yerlerde mimari; coğrafyaya, topografyaya, tarihe, topluma ve kültüre duyarlıdır. İnsanların çevrelerine sadece “sakin” olarak değil, gerçekten “oralı” olarak tepki vermeleri için yer olacaktır. Bu ancak bir paradigma değişikliği ile başarılabilir; hükümetlerin ve politika yapıcıların insanları hayvanlardan ayıran şeyin “barınak” ve temel olanakların ötesinde bir arayış içinde olmaları olduğunu takdir etmeleriyle başlayabilir ve bize bunu tam olarak hatırlatacak olan mimarlıktır. İnsanlara insanlıklarına saygı duymadan davranmanın, bazılarının aynı terk edilmişlikle davranmasına yol açması o kadar da şaşırtıcı olmamalı!

YŞ Kentkırım (urbicide) kavramının size çağrıştırdıkları neler?

MA Urbicide; Bosna’daki yıkımı anlatan, kentsel literatürde dikkat çeken bir terim olarak, ev yıkımının yarattığı olumsuz etkinin ölçeğini tanımlamanın bir yolu olabilir. Ancak, İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaş stratejilerinden birinin insanların evlerini hedef almak olduğunu hatırlamakta fayda var. Churchill’in danışmanı Frederick Lindemann, bir kişinin evinin yıkılmasının, bir akrabasının ya da arkadaşının öldürülmesinden daha fazla moral zarar verdiği sonucuna dayanarak Alman şehirlerini enkaza çevirmeyi önerdiği “Dehousing” belgesini sunmuştu. Bugün; İsrail’in Gazze’de aynı korkunç stratejiyi benimsemiş olduğunu görüyoruz.

YŞ Yıkılan kentlerin rehabilitasyonu, yeniden inşası nasıl ve neler dikkate alınarak gerçekleştirilmeli? 

MA Bu çok büyük bir soru ve beni ikinci kitabım “Building for Hope”u yazmaya iten temel soru da buydu. Nasıl ilk kitabım savaştan ilham aldıysa, ikinci kitabım da ülkemde çatışmaya yol açan aynı işaretlere dünyanın dört bir yanında ziyaret ettiğim tüm büyük şehirlerde tanık olmamın bir sonucuydu. Şaşırtıcı bir şekilde, Humus’un hikayesi “The Battle for Home”un yayınlanmasından sonra konuştuğum tüm uluslararası dinleyicilerde yankı buldu. Sadece tartışmalar yoluyla değil, Avrupa kentlerinde dolaşırken de kentimde izini sürdüğüm aynı kentsel parçalanma ve yabancılaşmayı çok daha net bir şekilde, sanki tüm bu sorunların kaynağını ziyaret ediyormuş gibi fark ettim. Gerçekten de öyleydi: Çünkü iki dünya savaşı sonrasında Batı kenti, kitapta “Fabrika” olarak adlandırdığım bir sistemle yeniden şekillendirildi. Fabrika, tüm mekanlara (kırsal ya da kentsel) insan yerleşimine yer bırakmadan kullanılması gereken bir kaynak olarak bakan bir ideolojidir. Benim görüşüme göre insan yerleşiminin yok edilmesi bugün tüm kentlerimizin karşı karşıya olduğu en büyük risktir. Bu nedenle, insan yerleşimi ön planda ve merkezde değilse, yeniden yapılanmaya ilişkin her türlü tartışma bence başarısız sayılır.

YŞ Sermayenin birikim aracına dönüşmüş olan günümüz kentleri için yıkım sonrasında ne gibi tehlikeler söz konusu?

MA Şu anda bu tehlikelerle karşı karşıya olduğumuza inanıyorum. Küresel olarak ezici bir bölünmüşlük duygusu var. Bugün, nerede yaşıyor olursak olalım, ekonomik ve sosyal açıdan karşılaştığımız zorluklar bizi birleştiriyor. İnsanların artık hiçbir yerde kendilerini evlerinde hissetmedikleri yadsınamaz bir insan akını durumu var. Bireysel olarak bu durum büyük bir kaygı yükünü de beraberinde getiriyor. Ve sosyolojik olarak toplumların yok olması, insanlığın yok olmasından başka bir anlama gelmez.

YŞ Savaşların, çatışmaların ve doğal afetlerin etkisiyle yıkılan kentler genellikle birer inşai pazar yerine dönüşüyor ve mimarlık da bu kirli döngünün bir tarafı oluyor. Sizce bu tehlike nasıl önlenebilir? 

MA Fabrika sistemiyle savaşarak. Fabrika, kapitalizm ya da sosyalizm ikiliğinden ziyade üretmek için üretim peşinde koşan zihniyete atfedilen bir terim. Bu zihniyet, yıkılan şehirlere “pazar yeri” gözüyle bakıyor. Doğru yaklaşım ise komşuluk ve güzellik için inşa etmek olmalı. İnsanların ait olacağı, korumaya ve sürdürmeye çalışacağı ve yıkıldığında yeniden inşa edeceği yerler yaratmak için inşa etmek… Ev bir “ürün”e dönüştüğünde insanlar ticaret yapmak isterler. Mimarlık, bir ürün haline gelmemesi için evin biçimini oluşturmaktan sorumludur. İktidarlar ve yönetim erkleri de ev satış anlaşmalarındaki “broker”lık rolünden vazgeçmelidir. 

YŞ Geçtiğimiz Şubat ayında Güneydoğu Anadolu ve Suriye’de gerçekleşen depremin yarattığı sonuçları bir mimar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? 

MA Deprem vesilesiyle Suriye’de ne yazık ki trajedinin bir başka katmanı ve yerinden edilmenin bir başka türü yaşandı. Anadolu ve Suriye aynı coğrafyayı, tarihi ve kültürü paylaşıyor; bu iki ülkenin bu defa böylesi bir trajedide birleştiğini görmek çok acı vericiydi. Kişisel olarak depremin neden olduğu yıkımın etkisinin savaşın neden olduğu yıkımla karşılaştırmayı pek de uygun bulmuyorum. Öyle ki saniyeler bir anda yılları içine alabiliyor. Aradaki temel farkın bir felaketin nasıl birleştirici, diğerinin ise nasıl parçalayıcı olduğunu görmek olduğunu söyleyebilirim. 

YŞ Suriye ve Türkiye’de etkilenen bölgeler arasında yapılaşma ve kentleşme anlamında sizce ne tür farklılıklar/benzerlikler bulunuyor?

MA Yukarıda da belirttiğim gibi; Suriye ve Türkiye’nin birçok ortak noktası var. Ancak Türkiye’de kurumsallaşmanın Suriye’ye kıyasla daha belirgin olduğu söylenebilir. Bunun artıları ve eksileri var: Bir yandan kurumsallaşma daha organize ve düzenliyken, diğer yerlerde “fabrika” moduna düşme riski yaşanıyor. Trajediyi takip eden raporlardan derecesi ne olursa olsun idari yolsuzlukların da ortak yönlerimiz arasında olduğunu görüyorum. Aramızdaki temel farklardan biri, Suriye’nin binaların yanı sıra toplumları da yeniden inşa etme gibi büyük bir görevi olması olabilir. Ancak her iki ülke de yeniden inşa biçimlerinin kendi toplumları üzerinde yaratacağı etkilerin ve bırakacağı mirasın farkında olmalı.

YŞ Türkiye’de kentsel planlama, disiplinler ve ölçekler arası süreklilik içermeyen parçacı bir yapıyı temsil ediyor. Üretime, tüketime ve hizmetlere yönelik bölgesel denge sağlayacak planlamalar yerine metropollere yığılmalar yaşanıyor. Peki, Suriye kentlerinde savaş öncesi durum nasıldı? Kentlerin yeniden kurulumu ile ilgili yeni bakış açıları ve yaklaşımlar hakkında neler söylersiniz?

MA Merkeziyetçilik Suriye’de uzun zamandır bir sorun. Yeniden yapılanmada kesinlikle yetki devrini benimsemeye ihtiyacımız var. Savaştan önce Şam ve Halep’e odaklanılması diğer şehirleri korkunç bir durumda bıraktı ve bu iki siyasi ve kültürel başkent üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. “Building for Hope” kitabımda kırsal kesime odaklanılması ve kırsal kesimin canlandırılması çağrısında bulunuyorum ve -her ne kadar bu politikaların geri kalanının tartışmalı olduğunu inkar etmesem de- Osmanlı Tanzimatı’ndan bir örneğe atıfta bulunuyorum. Tanzimat Dönemi’nde Suriye kırsalı, felaketlerin ardından bir dizi yaratıcı (ve tartışmalı) kanunla aktif bir şekilde canlandırıldı. Bölgemizde yaptığımız en büyük hatalardan biri, kendi deneyimlerimizi bir kenara bırakıp Batı deneyimine atıfta bulunmamızdır. 

Savaştan önce, Türk evi tarzı ve mimarisi (benim gördüğüm kadarıyla hafif bir yerelcilikle birlikte ağırlıklı olarak moderndi) Suriye’de geniş bir hayran kitlesine sahipti. Bunun pek çok düzeyde sonuçları oldu. Bunlardan biri, yerel üreticilerin uğraşmak zorunda kaldığı haksız rekabetti. Diğeri ise Osmanlı’nın son günlerinden bu yana birçoğumuzun gözünü kör eden Batı hayranlığının derinleşmesiydi. “Building for Hope” kitabımda küçük işletmelerin ve küçük mülklerin geçimini sağlamanın yollarını öneriyorum; “Fabrika”nın yok ettiği ilk şey temelde budur. İnşa sürecindeki bağımsız oyunculardan oluşan ağın korunması, kendini ifade eden bir araç ve toplumu bağlayıcı bir güç olarak mimarinin yaşaması için hayati önem taşıyor. Suriye’de her kentin karakterini bir evrim sürecine sokmak için çalışmalıyız. Hem Suriye’de hem de Türkiye’de, eğer yeniden inşa konusunda ciddiysek, acil öncelik olarak şehirlerimizi ve köylerimizi turistik inziva yerlerine dönüştürmenin cazibesine karşı direnmeliyiz.

Deprem güvenliği çok girdili, çok aktörlü, yapı üretiminin planlamasından uygulamasına kadar birçok aşamasını kapsayan karmaşık bir süreç. Ülkenin kentleşmeye yönelik ideolojik ve politik önceliklerinden ekonomik ve kültürel önceliklerine pek çok bağlamsal özelliğinin deprem güvenliğinde etkili olduğuna inanıyor musunuz?

MA Eğer “deprem güvenliği” ile düzgün ve sağlam binalar inşa etmeyi kastediyorsak; o zaman elbette. Ancak, güvenliği izole bir hedef olarak benimseyerek, mimariyi terk edeceğimizden ve sürdürülebilirlikte yaptığımız gibi onu ayrı ayrı kovalayacağımızdan endişe ediyorum. Bu iyi huylu (ve önemli) hedeflerin riski, “Fabrika”nın onları ele geçirmenin bir yolunu bulmasıdır! Bununla kastettiğim; güvenlik, sürdürülebilirlik vb. için inşa etmek mimariyi satılacak bir ürün haline getirmenin ve standartlaştırmanın bahanesi olur. Deprem, fay hattının boylu boyunca uzandığı bölgemiz için yeni bir risk değil; bu nedenle, tüm bu bin yıllar boyunca yolumuzu nasıl inşa ettiğimizi yeniden incelemenin uygun bir yöntem olacağına inanıyorum. Daha da önemlisi; bin yıllar boyunca insanları burada kalmaya ve yeniden inşa etmeye iten şeyin ne olduğunu düşünmeli ve o ruhu yeniden canlandırmalıyız.

“Building for Hope” kitabınızın kapsamından biraz daha söz eder misiniz? 

MA Kitabı beş ana korku etrafında biçimlendirdim; her bölüm bunlardan birinin adını taşıyor: Ölüm korkusu, ihtiyaç, ihanet, yalnızlık ve can sıkıntısı. Hayatımızı ölüm korkusuyla yaşıyoruz, diğer tüm korkulardan geçiyoruz ve her şey güvenli ve emniyetli olduğunda can sıkıntısı korkusu tarafından tüketiliyoruz; bu da bizi ölüm ya da can sıkıntısı arasında bir yüzleşmeye götürüyor. Bu psikolojik düşünce, mimari seçimlerimizi ve onlara verdiğimiz yanıtları anlamanın ardındaki motivasyonlarımız hakkında düşünmem için bana iskele oldu. Her korkuya bir yanıt vardır; mimarinin bizi götürebileceği ya da davet edebileceği daha yüksek bir seçim bulunur. Şam (ve bazen Humus ve diğer Suriye şehirleri), Helsinki, Melbourne, Bristol ve ziyaret ettiğim ve dersler çıkardığım diğer şehirlerle karşılaştırmalı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bana göre küresel sorunların anahtarlarını barındıran asıl dersler, o ebedi şehirden, dünyanın en eski yerleşim başkentinden ve şu an “Fabrika”nın bıçağı altında olan Şam’dan çıkıyor.

YŞ “Mimarlık Ne İçindir?” konferansına konuşmacı olarak yer aldınız. Konferans hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

MA İstanbulSMD tarafından düzenlenen konferansta yer almak benim için büyük bir onur. Etkinliğin derin bir felsefi soruyu başlık olarak alması gerçekten ilginç: Mimarlık ne içindir? Bu soruyu sadece mimarlar olarak değil, iktidarda ya da toplumda yer alan insanlar olarak kendimize sormamız gerekiyor. Tartışmayı mimarlığın amacının yeniden tanımlanması etrafında şekillendiren konferans, benim için mesajımın merkezinde yer alan, ancak organizatörler tarafından da oldukça cesur bulunan inşaat sektörünün “iş” ilişkilerini yeniden müzakere etmekten korkmuyor gibi görünüyor. “Fabrika” sistemine meydan okumak için mimarlığı bir zanaat olarak “yapı endüstrisi”nden geri almamız gerektiğine kuvvetle inanıyorum. Konferans, program için ilham kaynağı olarak Romalı mimar Vitruvius’un yazılarını cesurca seçiyor. Tarihe, yazının gücüne ve temellerin önemine yönelik bu selam beni çok heyecanlandırdı.

YŞ Türkiye’deki çağdaş mimari üretimleri takip ediyor musunuz? 

MA Coğrafi ve kültürel yakınlıkları nedeniyle Türkiye’deki mimari manzara hakkında kabaca bir fikrim var. Dolayısıyla, bu konuda söyleyeceğim her şey bir tutam tuzla birlikte alınsa daha iyi olur: Türkiye, farklı bölgelere farklı karakterler yükleyen geniş bir coğrafi çeşitliliğine sahip. Bunun hem sosyal hem de estetik bir değer olması gerektiğine inanıyorum ve bunu turizm perspektifinden görmek her ikisine de zarar veriyor. Burj Al Babas gibi projeler çok endişe verici, uçaktan uçsuz bucaksız şehir akıntılarının görüntüleri de öyle.

YŞ Bugüne kadar kitaplarınızda tartıştığınız fikirleri mimari pratikte uygulayabileceğiniz projeler içinde yer alma fırsatı buldunuz mu?

MA Bazı fırsatlar yakaladım; örneğin Birleşik Krallık’ta Brighton ve Hove’da bir pavilyon projesinde yer aldım. Burada bir sanat festivalini yönetme fırsatı buldum ve benden mimarinin rolünü toplumlara taşıyacak bir proje önermem istendi. İlham, çok sayıda göçmenin yaşadığı şehirde bir diyalog yaratma ihtiyacından geldi, bu nedenle talep İslam mimarisinden yararlanmaktı. Ayrıca, tasarım düşüncesi için konum da çok önemliydi; organizatörler, geçici bir yapı inşa etmek için belediye meclisini ikna edebilecekleri şehrin farklı yerlerini önerdiler. Ancak sonuçta her şeyden kopuk olduğu için anti-sosyal davranışların rapor edildiği sahildeki boş bir arsa seçildi. Benim fikrim, tasarımın yolun bir ucunda uzanan şehir ile diğer ucunda uzanan sahil arasında bir arabulucu görevi görmesiydi. Böylece içerisi ile dışarısı, açık olan ile kapalı olan ve Brighton’da şehir ile plaj arasında arabuluculuk yapan bir mimari arketip olarak bir Riwaq (sütun) inşa etme fikri aklıma geldi. Gerçekleştirildikten sonra daha iyi bir geri bildirim isteyemezdik. Aileler mekana akın etti, çocuklar içinde koşturuyordu ve en iyi eleştiri, organizatörlere “çok güzel olduğu için üzerine işemediğini” söyleyen evsiz bir adamdan geldi!