Covid-19 ve Değişim: Evde Kalmak

Dr. Öğr. Üyesi Yeşim Duygu Ergüney

Tarihin mekan anlatımı dolaylıdır. İnsan haklarını doğrudan etkileyen olaylarla ilgili metinler genellikle mimarlığa değinmezler. Mekan, toplumsal olayların ve ilişkilerinin bir ürünü olsa da mimarlık disiplini tarafından da ağırlıklı olarak geometrik ilişkiler ve uzamsal bir biçimleniş olarak tanımlanır. Mimarlık birey ve toplumla deneyim yoluyla ilişki kurarken, somut ürünleri biçim ve mekandır. Mimarlığın toplumsal sorumluluğu ondan talep edilen mekanların “sosyalleşme”ye verebildiği yanıt ile ilgilidir.

Mekanın yorumu kültürel, ekonomik, toplumsal, politik pek çok bağlamdaki teori ve pratikleri bir arada içerir ve bu yansımalar mekan üzerinden eş zamanlı incelenebilir. Benjamin’in (1) dediği gibi, şimdiki zaman, tarihin içindeki bir sürekliliğin açılımıdır ve bu haliyle değişime, farklı öznelleştirilmelere tabidir.

Yarın, bugüne baktığımızda belki geçmişi farklı yazabiliriz. Bugünden bakınca ondokuzuncu yüzyıl ressamı Edward Hopper’ın tablolarıyla Covid-19 günlerinin fotoğrafları şaşırtıcı benzerlikler gösteriyor.

Covid-19 başladığında modern sürecin kapitalizmle ilgili olduğunu bir kez daha gördük. Konunun sağlık boyutu kadar yarattığı ekonomik bunalım da konuşuldu. Ancak ne yapacağını bilemez haldeki bireyin gitmeyi seçtiği ilk mekan süpermarketler, ilk ödüllendirdiği küresel sermayeydi.

Covid-19’un olanca bilinmezliğinin içinde “eğer kapitalizm biterse” varsayımıyla öngörülen durum, aslında yine mekansal olup, Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan durumun artık sınırlarına sığamamasıdır. Emek hizmeti sunma kapasitesine sahip insanlar, sanayi kapitalizmi için vazgeçilmezdir. Üretenin aynı zamanda tüketici olduğu kapitalizmde, ani bir değişiklikle yaşamımıza giren Covid-19 gibi olaylarda, insanlar işe gidemediğinde ve bu süreç belirsiz olup kişiler sanayi kapitalizmin içine sokulamağında ne olur?

Karatani (2), “Dünya Tarihinin Yapısı: Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına” kitabında kapitalist sistemi “ulus-devlet-sermaye”den oluşan bir Borromean düğümü olarak tanımlar. Kendi halinde bırakıldığında kapitalist piyasa ekonomisi kaçınılmaz olarak ekonomik eşitsizlik ve sınıf çatışmasına yol açar. Ulus, ortaklıklarla bunu dengelemeye, devlet, vergilendirme gibi düzenlemelerle buna çözüm getirmeye çalışır.

A-B-C-D olarak isimlendirdiği dört aşamalı sistem birbirinin ardılı olarak ortaya çıksalar da, dördü de tarih boyunca var olacaktır. İlk aşamada (A), saklama imkanlarının henüz mevcut olmamasından dolayı bireyler gruplar halinde yaşamışlardır. Toplanan veya avlanan ne varsa getirilir ve o gün tüketilmek üzere dağıtılır. Bu insanlarda geçmiş ve gelecek tasavvuru yoktur. Grup büyüdüğünde veya anlaşmazlıklar yaşandığında üyeler gruptan ayrılıp kendilerine yeni bir grup oluşturabilirler. Bu yüzden bir egemen olması gerekmez.

Yerleşik hayata geçildikten sonra ise insanlar yiyeceklerini koruma imkanına sahip olmuşlardır. Bu da karşılıksız armağanın terki anlamına gelir. Karşılıklılık, herkesin bulduğunu yığıp ihtiyacı kadarını aldığı bir sisteme dayanır. A’dan ulus ortaya çıkarken, ikinci mübadele tarzı B’den devlet ortaya çıkmıştır. Yenen, vergi adıyla yaptığı yağmanın karşılığında yenilene himaye sağlar. Bir başka deyişle devlet, başkası tarafından yağma ve talana uğramama garantisidir.

Üçüncü mübadele tarzı (C) feodalizmden kapitalizme geçiştir. Ticaret kapitalizminde farklı değer sistemleri arasında yapılan işlemler sayesinde kar elde edilirken, sanayi kapitalizminde aynı değer sistemi içerisinde yapılan inovasyonlar sayesinde yeni bir değer sistemi üretilerek kar elde edilir. C’den de Sermaye ortaya çıkmıştır.

Karatani, dördüncü mübadele tarzını (D), “bastırılanın daha iyi bir formda geri dönüşü” olarak tanımlar. Bastırılan şeyin göçebe toplulukların (A) özelliği olduğunu savunur ve “bir kişiyi karşılıksız armağan vermeye itecek sebeplerin ne olabileceğini” sorar. İnsanların birbirlerine ve nesnelere araç olarak muamele etmeyi bırakması gerektiğini ifade eden Karatani, Kant’ın amaçlar krallığının da D tipi mübadele tarzıyla ortaya çıkabileceğini savunur (2).

Sermaye teknolojik yenileştirmeler yoluyla emek gücünün üretkenliğini artırır ve böylelikle emek gücünün değerini düşürerek farklılaşma sağlar. Ticaret sermayesinin birikimi doğal ve tarihsel şartlardan ötürü mekansal farklılığa dayanırken sanayi sermayesi teknolojik yenileştirmelerden dolayı değer sistemlerinin sürekli farklılaşmasına bağlıdır. Teknolojinin sürekli gelişmesinin sebebi de budur.

Bugün, sanayi kapitalizmi sınıra geldiğinde Çin ve Hindistan gibi yeni proleter cennetler bulunması artık mümkün değil. Sermaye daha fazla “dışarısı”nı bulamadığından, bu süreç doğayı da tüketiyor. Kapitalist üretim, öncesinde atıklarını boşaltabildiği bir dışarısı olduğu için devam edebiliyordu. Artık sermayenin doğaya hakkını ödemesi gerektiğinden kar oranı düşüyor.

Emek hizmeti sunma kapasitesine sahip insanlar, bir diğer deyişle iş gücü, sanayi kapitalizmin içine sokulamadığında sistem Karatani’nin dörtlü mübadelelerinden devlete (B) döner. C’nin değil B’nin hakim olduğu, totaliter bir düzen ortaya çıkar. Ulus-devlet-sermayeyi aşan D tipi mübadelenin önemi de buradadır.

Hepimizin bildiği gibi, bazı insan hakları görmezden gelinemez. Siyasi açıdan Liberalizm, Amerikan ve Fransız Devrimi’nin bir ürünüdür ve özgürlüğün varlığı, görmezden gelinemeyen bu insan hakları ile ilgilidir. Liberalizm, devlet, toplum ve birey arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkarır. Bu dönemde gördük ki kapitalizmin sürmesi liberal demokrasiye bağlı değil. Kapitalizm sürerken liberal demokrasi ortadan kalkıp, aksine çok daha totaliter bir rejim (B) ortaya çıkabiliyor.

İki ana bölümden oluşan makalenin ilk bölümünde yakın dönem literatür üzerinden kapitalizme ilişkin sorun incelenmekte, geniş kitlelere yayılmamış şekliyle Covid-19’dan önce sistemde tıkanıklığın mevcut olduğu savunulmaktadır. İkinci bölümde bugün kullandığımız anlamda “zaman-mekan” ve “özel-kamusal” kavramları Kant’ın eserleri üzerinden incelenmekte, Covid-19 sürecine taşınarak değerlendirilmektedir. İnanılmaktadır ki sürecin toplumsal eğilimleri ve talebinin değerlendirilmesiyle mesleki tıkanıklığın çözümünde önemli bir adım atılabilir.

Kapitalizm ve Covid-19
Giorgio Agamben, “İstisna Hali” kitabında doksanlardan sonra dünyada istisnanın normalleştiğini ortaya koyar. İstisna hali, terör gibi özel, acil durumlar karşısında alınan tedbirlerin genel adıdır. Yazara göre bu durum, hukuki olan ile siyasi olanın kesişiminde, uygulamanın askıya alındığı, ama yasanın yasa olarak yürürlükte kaldığı bir bölge yaratılarak oluşturulan durumdur. Bir başka deyişle, geçici ve olağan dışı olanın olağanlaşmasıdır. Kapitalizmin lider ülkelerinde sivil haklar ortadan kalkarken egemen, yani devlet, elinde olan özel koşullarda istisna hali ilan edilebilir. Agamben, Covid-19 ile de ortaya çıktığı üzere giderek liberal demokrasiden uzaklaşıldığını ve bireyin biyolojik bir canlı düzeyine indirildiğini savunur (3).

Richard Haass 2017’de yazdığı “A World in Disarray: American Foreign Policy and The Crisis of the Old Order” (Bozulmakta Olan Dünya: Amerikan Dış Politikası ve Eski Düzenin Buhranları) kitabında güçler dengesinin yerinden oynadığını ifade eder. Asya’nın, Çin ve Kuzey Kore tarafından tehdidi, Avrupa’da büyümenin yavaşlaması, göçlerin yarattığı sıkıntılar, popülizm ve milliyetçiliğin yükselişi, İngiltere’nin AB’den çıkma kararı gibi gelişmelerle mevcut düzensizliği örnekler. Dış politikanın eski alışıldık şekliyle yürütülemeyeceğini savunur. İklim değişikliği, nükleer silahlanmanın yaygınlaşması, terörizm gibi durumların tarihte bu denli önemli olmadığına, ABD’nin lider rol oynaması gerektiğine, Çin, Rusya, Ortadoğu ve Avrupa’nın nasıl davranmaları gerektiğine işaret eder. Kitabın yazıldığı dönemde ortaya çıkmış olmasa da Covid-19 da bu tehditlerden biri olarak görülebilir (4).

Graham Allison, 2017’de “Destined to War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap?” (Savaşa Doğru Giden Kader: ABD ve Çin Thucydides Tuzağı’nı Aşabilirler Mi?) kitabında Sparta Atina Savaşları’nın Çin-Amerika arasında olup olamayacağını inceler. Çin’in yükselişiyle Amerika’nın gerilemesine işaret eder. Allison, tarihin farklı dönemlerinde güç, değişim-dönüşüm süreçlerinde bu tarz mücadelelerin birçoğunun savaşla sonuçlandığını örnekler. Hepsinde hakim bir gücün, yükselen bir gücün hızlı ilerleyişinden rahatsızlık duyduğunu, bunun da savaşa neden olduğunu gösterir. Son bölümde de savaşla sonuçlanmayan mücadelelerden yola çıkarak ABD-Çin rekabetinin nasıl yönetilebileceğine dair bazı dersler çıkarmaya çalışır. ABD’nin Çin’in yükselişini kabul edip farklı bir vizyonla, sıcak savaşa izin vermeden, lider olmaya devam edebileceğini savunur (5).

Geoff Mann ve Joel Wainwright, “Climate Leviathan: A Political Theory of Our Planetary Future” (İklim Leviathan: Gezegenin Geleceği İçin Bir Politik Teori) kitabında iklim değişikliğinin 2017 yazı itibariyle olduğunu, bunun değiştirilemeyeceğini, yapılması gerekenin ona uyum sağlama stratejilerinin belirlenmesi olduğunu ortaya koyarlar. Kuraklık, okyanusların asitlenmesi gibi mevcut çevre sorunları ürkütücü olsa da iklim değişikliğinde toplu hareket için verilen sözleri ülkelerin tutmamış olmalarının daha ürkütücü olduğuna dikkat çekerler. Kaynakların bilinçsizce tüketilmesi, iş gücü metasından da önemli bir mübadele sorunudur. Bununla ilgili olarak Avrupa Birliği ülkelerinin Paris Anlaşması’nı askıya almalarını örneklerler. Kaynak savaşları, açlık, kitlesel göçler, salgın hastalıklar gibi durumların görünür hale gelmesini Hobbes’un Leviathan’ının artık hukuk tanımayan, ulusalcı, bölgeselci, kötü bir canavara dönüşmüş olması şeklinde yorumlarlar. Avrupa’nın buraya kaymasının, Asya’yı da diktatoryal bir düzene götüreceğine işaret ederler (6).

Asmund Havsteen-Mikkelsen, 2018’de Danimarka’daki Floating Art Festival kapsamındaki Flooded Modernity eserinde yaşanılan sorunları, sarsılan modernizmi simgelemek için Le Corbusier’nin Villa Savoye yapısını bir metafor olarak kullanarak Vejle fiyordunun sularına bırakır. “Sistemin kurtarılması, ortaya çıkarılması ve yeni bir biçimde yeniden inşa edilmesi gerektiği”ni ifade eder.

Yakın dönem literatüründeki örneklerden de gördüğümüz üzere, Covid-19 öncesinde kapitalist sistemde değişim zaten başlamıştı. Geniş kitlelere yayılmamış olsa da sorun vardı. Covid-19 ile gezegen düzeyinde piyasanın çöktüğü ve hiçbir şey yapılamadığı deneyimlendi. Sanayi kapitalizm paradigmasının batması durumunda asıl kaygı verici olan Karatani’nin mübadelelerinden B düzenine dönüştür.

Bunu aşmak adına Kant’ın 1795’de yazdığı “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme”deki düşüncesi incelenebilir. Kant’ın bu eseri yazdığı dönemde burjuva devrimi Fransa’da patlak vermişti. Çevreleyen monarşiler duruma müdahale ettiğinden ülkede dış terörün kışkırttığı bir iç terör vardı. Dışarıya karşı devrimi savunma savaşı da Napolyon’un Avrupa’yı fethetme savaşına dönüşmüştü. Kant, eserinde devleti ve sermayeyi aşacak bir burjuva devriminin tüm dünyada gerçekleşmesini önerir. Bunu gerçekleştirecek uluslar federasyonu, barışla değil savaşla kurulacak olsa da ebedi barışı sağlayacaktır. Biçimsel olarak yetersiz kalsa da sonraki dönemler için ulus-devlet-sermayeyi aşmak adına Birleşmiş Milletler (BM) gibi oluşumlar, bugün BM’yi yeniden ve daha üst ölçekte kurmak Kant’ın önerisine örnek olarak düşünülebilir (7).

Bugün ürün yerine üretmek için teknik bilgi, silahların imhası için gönüllü silahsızlanma, Covid-19 gibi salgınlarda virüsü ortadan kaldıracak aşı türünde armağanlar, hem sermaye hem de devletin gelişmiş ülkelerdeki hegemonyasını sarsacak, ulus-devlet-sermayenin aşılmasında etkin, D tipi mübadele için uygun örnekler olarak düşünülebilir.

Karatani’nin de belirttiği gibi, karşılıklılık ilkesine dayalı bir dünya sisteminin kurulması kolay olmayacaktır. A,B,C tipi mübadeleler varlıklarını sürdürecek, ulus-devlet-sermaye, insanlar arasındaki ilişkilerin ürettiği varoluş biçimleri tümüyle ortadan kalkmayacaktır. Fakat bunlar varolduğu sürece D tipi mübadele tarzı da var olacaktır. Ne kadar reddedilip bastırılsa da geri dönecektir. Kant’ın düzenleyici fikrinin doğası da budur.

 Zaman-Mekan ve Kamusal-Özel
Bugün kullandığımız anlamda “zaman-mekan” ve “özel-kamusal” kavramlarının temeli Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi” (8) ve “Yargı Yetisi’nin Eleştirisi”nde (9) bulunabilir. Kant, 1781’de Saf Aklın Eleştirisi’ni (SAE) yazarken, kendinden önceki tüm felsefe tarihini eleştiriye tutar. Gözkan’ın (10) deyimiyle Kant ile felsefede Platon ve Aristoteles’in şemsiyesi kapanıp yeni bir şemsiye açılmıştır. Kant’a kadarki felsefede varlığın, hakikatinin zaman aşırılığı varken, Kant bu mevcudiyet metafiziğini temsiller metafiziğine dönüştürür.

Kant’a göre herşey zihnin mekanında temsil edilir. Temsil edilemeyen tek kavram uzay/mekan-zamandır. Bunun nedeni, öznenin uzay/mekan-zamanda temsil edilmesidir. Zaman, öznenin kendi dışındaki olayların ve içsel süreçlerin eş zamanlı ya da ard zamanlılığını idrak edebilmesini sağlar ve aritmetik olarak sayılarla temsil edilir. Mekan ise geometri ilkeleri uyarınca öznenin kendi dışındaki nesnelerin konum ve ilişkilerini tanımlayan, matematiksel bir uzaydır. Sınır ve ölçüt koyularak, sınırsız olanın ölçülebilir ve nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulması mümkündür.

Kopernik’in evrenin merkezini yerden güneşe alışı ile eş zamanlı gerçekleşen bu hamle ile Kant, özneyi merkeze yerleştirir. Zamanı öznenin zihninin bir apriori formu haline getirmesi ile bilgiyi zamansal hale getirir ve zamanaşırı hakikati reddeder. Bu değişikliğin önemli bir diğer etkisi de ahlakın yegane dayanağının ahlak yasaları ya da teolojik bir referans değil insanın kendisi olabilmesidir. Bu sayede tüm kuramsal alanlar adına özgürleştirici, yeni bir düşünce ve ifade şekli ortaya çıkmıştır.

1784’de yazdığı “Aydınlanma Nedir Sorusuna Bir Cevap” (11) başlıklı makalesindeki ana konu, özgürlüğün hem kamu düzenini muhafaza edecek şekilde, hem de daha iyi bir hayatı mümkün kılacak düzenlemelere imkan kılacak şekilde kullanılmasının nasıl mümkün olabileceğidir.

Ahlak ve siyasetin uyumunu sağlayacak ilke Kant için kamusallıktır. “Aklın kamusal kullanımı”, aklın sınırları içinde her şeyin kamuya açık şekilde sonuna kadar eleştiriye tabi tutulması özgürlüğü iken, “aklın özel kullanımı” pozitif hukukla çizilmiş görev ve yükümlülükleri yerine getirmek, bilerek ihlal etmemektir. Verilecek karar “gelecek” için ise “kamu”nun anlamının farklılaştırılması gereğinden hareketle Kant, “aydınlanma”yı, “ulusal bir topluluğun üyesi olmak” değil, aynı zamanda “kozmopolit bir topluluğun üyesi olmak” şeklinde tanımlar. Kamusal-özel anlamlarını kaydırmasının nedeni de budur.

Özgürlük, Kant’ın eleştirel felsefesinin temelini oluşturur. Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde (YYE) (9), doğa ile özgürlük kavramı arasındaki ilişkiyi irdeler. Özgürlüğün sağlanması için Aydınlanmaya giden yolda üç ilke tanımlar: 1) Kendi için düşünmek (önyargısız) 2) Başka her bir kişinin yerine düşünmek (genişletilmiş)  3) Her zaman uyumlu düşünmek (tutarlı).

Bu ilkeler üzerinde düşündüğümüzde, örneğin, “başka her bir kişinin yerine düşünmek”ten hareket edersek, Kant’ın toplumsal yapısının başlangıcının “aile” gibi “özel” bir kuruma dayandığını söyleyemeyiz. Kant’a göre insanı diğer canlılardan ayıran şey sosyalleşebilmesidir. Özgürleşmenin temeli de bu sosyalleşme dürtüsüdür. Sosyalleşme apriori olduğundan zaman-mekandan bağımsızdır. Bir başka deyişle “sosyal”, ne aile gibi “özel”e, ne de bir politik ya da ekonomik bir oluşum gibi “kamusal”a ilişkindir.

Sennett (12) “Kamusal İnsanın Çöküşü”nde kamusal olanın kimleri içerdiği ve kamuya çıkıldığında çıkılan yerin neresi olduğunu onsekizinci yüzyılın başlarında Londra ve Paris ile örnekler. Kentlerde kamunun, artık yalnızca aile ve yakın arkadaş kesiminden farklı konumu olanların bir toplumsal yaşam bölgesi değil, görece çok çeşit insanı içine alan, tanıdık ve yabancıların olduğu kamusal alan anlamına geldiğini ifade eder. Kentler büyüdükçe, denetimden bağımsız sosyallik ağlarının, yabancıların buluşabilecekleri yerlerin genişlediğini belirtir. Şehirlerin içinde büyük kentlerin yapılmaya başlandığını, sokakların ulaşım dışında gezintiye çıkan yayalara uygun tasarlandığını gösterir. Kahvehanelerin, kafe ve hanların sosyal merkezlere dönüşmüş olması, tiyatro ve opera salonlarının aristokratlar yerine bilet satışlarıyla kamuya açılması üzerinden dönemin kamusallığını örneklendirir.

Aynı dönem için Kant’ın aydınlanmasındaki sosyalleşmeyi farklılaştıran, Sennett’in ifadesindeki netlikte bir kamusal-özel alan ayrımına gerek duyulmamasıdır.

Covid-19: Sosyalleşme ve Konut
Covid-19’un sosyal anlamda bize yaşattıkları, geç bir onsekizinci yüzyıl için hayal edilemez olsa da Kant’ın dünyasının sosyalliğine benzetilebilir. Kant için Aydınlanma salt politik bir mesele değildir. Öznelerin özgürleşebilmeleri ve bu özgürleşmeyi eleştiri ile kazanmak üzere sosyalleşecekleri alanların olmasıdır. Bugün bu sosyal alanlardan biri, Covid-19 ile deneyimlediğimiz, “evde kal”ırken özel-kamusal sınırının eridiği, her üç ilkeyi de mümkün kılan bir Zoom toplantısı olabilir.

Covid-19 ile başlayan süreçte konutun, dışarıdaki kamusal alandan fiziksel olarak ayrı kalsak da onunla kurulan ilişkiler yoluyla biçimlenen bir özel alan olduğunu gördük. Zoom gibi uygulamalarla herkesin herkesin evinin içini görebildiği yeni bir düzeni ani bir geçişle ve sıklıkla deneyimler hale geldik. Online konserler, konferanslar, dersler ile kamusal-özel sınırı tümüyle kayboldu. Konutun fiziksel sınırlarında yaşadığımız zorunlu deneyim, ilk ilke çerçevesinde bize reel mekandan, sabit zamandan yine bağımsız, ancak bu defa yabancı olan ile daha sık ve özelimizi paylaşmayı daha makul karşıladığımız, tüm toplumun da buna katıldığı bir düzenin mümkün olabileceğini gösterdi. Dünya çapındaki salgın, yaşam kaygımız ve istatistiki olarak artan ölümlerin bizi birbirimize daha da yaklaştırması nedeniyle Kant’ın ikinci ve üçüncü ilkelerini de deneyimledik.

Toplumsallığı var eden, kuran pratiklerden biri olarak mimarlığı, Kant’ın birinci ilkesi “kendini düşünme” ile ilişkilendirirdiğimizde, reel mekanda Covid-19 sürecinde herkes zorunlu olarak “evde kal”dığında mahremiyet alanının gerekliliğinin farkındalığı arttı.

Konut, “her şey”in ve “tüm zaman”ın mekanı olduğunda, “ev”deki bireyler için mahremiyet alanı temel bir ihtiyaç haline geldi. Gelgelelim, alanlar küçülmüş olduğundan bu yeni beklenmedik işlevler mevcut mekana sığamadılar. Konut, hem iş yeri, hem okul, hem “ev”deki herkesin kamusal alanını kapsadığında bunun fiziksel karşılığını verebilmesi oldukça güç görülüyor.

Çekirdek aile, büyük ailenin yıkımından doğarken kiler gibi, evde üretim, öğretim gibi etkinlikler ölmüştü. Şimdi ise sabahları kahve pişirilmesi için mutfak nişleri, otele yakın kullanıma göre tasarlanan minimum konutlar Covid-19’da “evde kal”mayı zorlaştırıyor. Bir anlamda modernizmle gelen konut mimarisinin yüzleştiği bağlam probleminin ve Kant’ın çoğul öznelliklerinin yokluğunun açığa çıktığı söylenebilir.

Mimarlık, yalnızca ihtiyaca ilişkin bir eylem olarak düşünülemese de her şeyden önce, toplumun en basit ihtiyacı olan barınmadan doğmuş bir disiplindir. Kullanıcının veya mimarın beraber veya ayrı ayrı ortaya koydukları tüm ürünler, temelde, bu ihtiyacın beklentilerine aranan cevaplardır.

Yağmurdan korunmak için bir mağaraya sığındığınızda daha en başta mağara bir sığınak olarak yeniden tasarlanmış olur. Mağaraya girip uyumak için en uygun yeri tercih ettiğiniz andan itibaren, sizin dışınızda hiçbir şey hareket etmemiş olsa da mağaranın içi tasarlanmış durumdadır.

Şevki Vanlı (13), “Doğa Tanrı’nın, konut ise biz insanın dünyası” der.

Ev Bachelard’ın (14) deyimiyle, insan yaşamında kazanılmış herşeyin korunmasını sağlar.

Konutun tarihi mimarlık tarihi kadar eski olsa da mimarlık tarihinin içinde gündelik yaşama ilişkin sorulara, arkitektonik pek çok veri bulunan yapıların kimler için yapıldıklarına, nasıl kullanıldıklarına ilişkin bilgiye onsekizinci yüzyıla kadar ulaşamayız.

İlginç olan, onsekizinci yüzyılla başlayan düşüncenin yirminci yüzyılın içinde gündelik yaşamla ilişkisini adım adım koparmış, modern konut mimarisinin tüm öznelere birer doğru yaşam önerisi sunma amacını üstlenmiş olmasıdır. Konutta standardizasyon da bu altlıkla ortaya çıkmıştır.

Örneğin Le Corbusier (15) mimarın, çok büyük ölçeklerden çok küçük ölçeklere kadar, toplumun her kesiminin yaşam standartlarını ve yaşama şekillerini kontrol edebilecek kararlar almasını öngörmüştür. “Bir Mimarlığa Doğru” kitabındaki “Konut Rehberi”nde maddeler halinde bir modern konutun ve bu konutu kullanan modern insanın nasıl olması ve bu konutu nasıl kullanması gerektiğinden bahseder. Duvarlara hangi tabloların asılmasının, akşam yemeklerinde ne çeşit yemek takımlarının kullanılmasının, hangi müziğin dinlenmesinin, hangi mobilyaların edinilmesinin doğru olacağını belirtip, günlük hayatın nasıl “doğru” yaşanacağına ilişkin önerilerde bulunur.

Bir mimar tasarlamaya başladığında bildiğini varsaydığı her şey tanımadığı insanlara dairdir. Mimari hiçbir zaman sadece tasarımın gerçekleşmesi şeklinde tanımlanamaz. İlk tasarlandığı şekliyle tasarım, her zaman dönüşmeye yazgılıdır. Bu açıdan, mimari, Karatani’nin (16) ifadesiyle Wittgensten’in “oyun”una benzer. Sonuç tahmin edilmeden, kurallar oynarken oluşturulur ve hep bağlamla ilişkilidir. Mimariyi asıl farklılaştıran, yapanın kontrolünü aşan bir yapış ya da oluş olmasıdır.

Tarihi hastalık değil, hastalıkta ne yaptığımız, yani bizler belirliyoruz. Konutta kullanıcı, bu kapalı, sıkışık alanda kendisine bir kişisel alan ayırabilmeli. Konut bugün, uzun süredir bir araya gelemeyen ailelerde eşlerin birbirini görebildiği, yuvalara giden çocukların anne baba ile ilk defa bir araya gelebildiği bir alanın fiziki sınırını da belirliyor. Bu durum da uzun vadede toplumu etkileyecektir.

Birey, bu sürecin sonunda, evinin toplumsal konumlarla bağlantılı gündelik yaşam pratiklerinin bir yansıması olduğu fikrini terk edip özgürleşebilir. Yaşam biçimine ve kimliğine göre ev yapmadığını, yaptığı ya da yaptırdığı ev aracılığıyla yaşam biçimini tanımladığını ve bunun ne kadar sorunlu olduğunu kavrayabilir.

Tüketim patolojisinden çıkıp toplumu yeniden inşa etmek için bu dönemi bir fırsat olarak görmeyi deneyebiliriz. Böyle bir yaklaşımla toplumsallığa varlık kazandıran mekanın yaratıcı aktörlerinden mimarlığın yoğun hissedilir hale gelen tıkanmasının aşılmasında önemli adımlar atılabilir.

Kaynaklar

  1. Benjamin, W., 1969, The Work of Art in The Age of Mechanical Reproduction, Schocken Books, New York.
  2. Karatani, K., 2017, Dünya Tarihinin Yapısı: Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına, Metis, İstanbul.
  3. Agamben, G., 2018, İstisna Hali, Ayrıntı, İstanbul.
  4. Haass, R., 2017, A World in Disarray: American Foreign Policy and The Crisis of the Old Order, Penguin.
  5. Allison, G., 2017’de Destined to War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap?, Houghton Mifflin Harcourt.
  6. Mann, G., Wainwright, J., 2018, Climate Leviathan: A Political Theory of Our Planetary Future, Verso.
  7. Kant, I., 2020, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Tasarı, Fol, Ankara.
  8. Kant, I., 2002, Critique of Pure Reason, Hackett Publishing.
  9. Kant, I., 2002, Critique of Judgement, Hackett Publishing.
  10. Gözkan, B., 2018, Kant’ın Şemsiyesi: Kant’ın Teorik Felsefesi Üzerine Yazılar, YKY, İstanbul.
  11. Kant, I., 1984, Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul.
  12. Sennett, R., 2002, Kamusal İnsanın Düşüşü, Ayrıntı, İstanbul.
  13. Vanlı, Ş., 1995, Konutun Bilimsel Olamayan Kısa Hikayesi, Mimarlık, 261.
  14. Bachelard, B., 1996, Mekanın Poetikası, Kesit, İstanbul.
  15. Le Corbusier, 1999, Bir Mimarlığa Doğru, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul Karatani, K., 2017, Metafor Olarak Mimari, Metis, İstanbul.
  16. https://americanart.si.edu/artwork/cape-cod-morning-10760
  17. https://static01.nyt.com/images/2020/03/15/world/15virus Italy2/merlin_170474973_91ef72aa-3ae2-42f9-bafc-b67945f958b8 superJumbo.jpg?quality=90&auto=webp
  18. https://cdn.theatlantic.com/thumbor/Hc51DO3Gj1uSG4dix57Xw7V34Bk=/1200×746/media/img/photo/2020/03/photos-life-coronavirus-era/c17_1212406477/original.jpg
  19. https://bloximages.chicago2.vip.townnews.com/napavalleyregister.com/content/tncms/assets/v3/editorial/d/e3/de37cd0c-e3df-5452-8e3a-334a78475ed5/5e94b00e4687b.image.jpg?resize=1200%2C800
  20. https://www.behance.net/gallery/94567475/The-Economist-Cover-Big-State
  21. https://www.dezeen.com/2018/08/01/le-corbusiers-villa-savoye-sunk-danish-fjordasmund-havsteen-mikkelsen-installation/