Bulanıklığa Övgü…

Ömer Selçuk Baz, Mimar

Bu yazı, şiir, mimarlık, hayat ve bulanıklık üzerine, belki bazı açılardan kolay kabul edemeyeceğiniz ama düşününce bana hak vereceğiniz ya da belki “zaten biliyoruz Selçukcuğum” diyeceğiniz, bazı uç, tuhaf fikirler içerebilir. Her ne kadar yazı, mimari üretim ve onun düşünce dünyası üzerine gibi görünse de bana göre hayata biraz puslu bir pencereden bakmanın pek çok olası etkisine dair düşünceler içeriyor.

En son ne zaman ve kime şiir yazdınız?  Lisede, yeni aşkınıza, bir projenize, gördüğünüz bir şehre? Ben hepsini yaptığımı itiraf edeyim… Dikkat ettiniz mi? Birçok iş disiplini, mesleğini icra ederken şiire özenir, “şiir gibi” olmak ister. Şiir gibi yemek, şiir gibi resim, şiir gibi sinema, şiir gibi futbol ve hatta şiir gibi mimarlık… Biraz sığ geliyor kulağa, kabul edelim. Ama “poetik” deyince dünya da bir anda değişiyor, özellikle mimarsanız. Mesela, “Ne kadar poetik bir mimarlık” Yine de illa kullanılacaksa “şiir” ya da “şairane” daha güzel bana göre.

Buna mukabil, kimse “mimarlık gibi yemek” ya da “mimarlık gibi şiir” demez. Belki resim, heykel, kitap denir ama mimarlık asla. Çünkü mimarlık üstün bir eylemi, nesneyi tanımlamak için çok sığ kalır; daha da ötesi çok hayatın içinde, çok madde, çok dokunulabilecek ve dolayısıyla mükemmel olmak için fazlaca kusurlu ve bizden bir şey… Yani “insan gibi” de diyebiliriz. “İnsan işte” dediğimizde tüm kusurları ve yanılgılarıyla bir varlığı tanımlarız ve vasatlığını kabul ederiz ya… Mimarlık da öyle baştan kusurludur, maddedir ve fanidir!

Aslında biraz düşününce şiirin avantajı muğlaklığı olabilir mi? Şiir bulut gibi, hava gibi uçuşan, tülsü bir duyguysa, mimarlık taş, ahşap, beton gibi ete kemiğe bürünmüş maddeden belki birkaç adım öteye gidebilir. Her ne kadar mimarlık da muğlak bir şey olmaya çabalasa dünyevi kurallar onu her defasında yere bağlayıverir. Nasıl şiir istese de maddeye dönüşemezse mekan da asla bir bulutsu şiir olamaz.

Bu anlamda şiirin gücü, tüm tariflerinin muğlak ve bulanık oluşunda olmalı. Yani bir düşünün; bir şiir maddeleşse, tutup hepimizin anlayacağı kadar basitleşse, kelime oyunlarından ve harmoniden kurtulsa bu kadar çekici olur muydu? Mesela kitap şiir gibi değil, okunduğunda her ne kadar her zihinde bambaşka dünyalar tanımlasa da bütün o kelimeler, insanlar ve mekanlar bir yere, zemine oturmak üzerine gelişir. Bu yüzdendir ki bir kitap, sinema filmi ya da tiyatro olurken bir şiir hep şiir olarak kalır. Sanıyorum mimarlık da hep mimarlık olarak…

Dil, zihin dünyasının, sosyolojinin, toplumun ruh halinin ve kavrayışının kaçınılmaz bir tezahürüdür. Türkçe’de değil ama İngilizce’de, nesnelerin, metinlerin ve düşüncelerin mimarisinden bahsedilir. Örneğin “Architecture of a novel” ya da “A complex architecture of an engine”. Bu ifadeler mimarinin sistematik kurgusunun ne kadar ön planda olduğuna dair ipuçları veriyor; tabii ki mimarlığın bir sisteme, sıkı bir anatomiye tekabül ettiği coğrafyalarda. Coğrafyamızda mimarlığın böyle bir pozisyonu, ağırlığı ve duruşu olmadığı için dilde de bunun bir karşılığı yok sanıyorum.

Şiirin bu muğlak, bulanık dünyasına açıktan ya da alt zihinlerde özenilmesinin sebebi zannediyorum hayalsi boşluklarının, anlamının belirsizliğindeki tat olsa gerek. Bir çeşit dilin sarhoşluğu gibi. Mecazen de, gerçek anlamıyla da hülyalara dalmak, bulanmak için sarhoş olunur. Gerçeklikten ve bizim bağlandığımız şu fiziki fani dünyadan kurtulmak için. Belki diğer anlamıyla, Hayyam gibi bakarsak, daha da gerçeğe varmak için. Çoğu zaman bir metin olamayacak kadar kısa, bazen de olabildiğine doğrudan bir araya getirilmiş birkaç tane ya da birkaç düzine sözcük.


“Şimdi bütün anmalar bir susmanın içinde…
Şimdi bütün susmalar bir odanın içinde…
Anlatmaya bir sözcük, bir bakış arıyorlar,
Önce sakladıkları, bir adamın içinde.”

Susmanın İkinci Yüzü, Özdemir Asaf

Bu şiire bakış şeklinin tek taraflı ve kendime göre büktüğüm bir anlamı olduğunu kabul ediyorum. Peki değilse o vakit, bir de sis ve kar altında yaşadığınız kenti düşünün. Onun o düşsü halini, sisin yoğunluğuna göre bir var olup bir yok olan ağaçları ve evleri, kar altında hiç olmadıkları gibi görünen mahalleleri ya da vapurda giderken su damlaları ardından bir İstanbul silüetini… Uyandığınız bir rüyanın bulanık, tatlı sularına geri dönmek için içinizde duyduğunuz hüznü hayal edin. Hepimiz çocukken tekrar uyuyuverip o tatlı rüyanın bulanık sularına dönmeyi düşünmedik mi? Mide bulantınız hariç, sarhoşken baktığınız dünyanın ilgi duyduğunuz ve boş verdiğiniz bölümlerini zihninizden geçirin.

Bulanıklık ve muğlaklık esasta bu kadar özlenen, dalınmak istenen bir şeyken netlik ve keskinliğin dilde ve zihinde her daim bu kadar övülen, her açıdan tutunulmak istenen bir şey olması tuhaftır.

Son bölümde gelelim mimarlığa. Mimarlığın da üretilirken son derece bulanık halleri vardır aslında. Sözcüklerin, kavramların başka fikirlerin muğlak, bulanık dünyası, mimarlığa dair üretimin ilk adımları. O anlar tasarımın, mekanın ilk olgunlaştığı zihindeki son derece puslu, belirsiz dünyaların sözcüklere, karalamalara döküldüğü zamanlardır. Bir embriyo bile olmayan fikirlerin nasıl gelişip olgunlaşacağı tam olarak bu bulanık dünyanın nasıl yönetileceğine bağlı.

Aslında insan, bünyesi icabı (çoğu zaman şiir dışında) bulanıklığı sevmez. Hep sadeleştirmek, elemek, netleştirmek ister. Bu bir çeşit iç huzurdur; eşyaları, insanları, takvimi düzenlemek; defterleri, kitapları derlemek. En dağınık olanımızın bile zihninde hep bir düzen hissine, kararlı bir duruma evrilme, durağan hale getirme dürtüsü var. Oysa mimari tasarım için bu düzenleme anı çarçabuk verilen ve sabitlenen kararlar, hiç net olmadığı halde çizilen yollar ve umarsızca mekanlaşan o kavramlar çoğu zaman ölümcüldür. Zihinde sabitlenen imgeler artık geri dönülemez saplantılara, görüp kanıksanmış şablonlara ve sevilen imgelere bağlanmıştır bile. Bulanıklığın giderilmesi ile rahata eren mimar şimdi bambaşka bulanık resimleri netleştirmek için çalışmaya başlayabilir.

Oysa o bulanık, hayalsi dünyaların içinde keşfedilmeyi bekleyen ne engin dünyalar, ona bir türlü sıra gelmeyen hayaller vardır, kim bilir? Böyle bakarsak Woods’un bu dünyadan hiç çıkamayıp orada yaşamasını anlayabiliriz. Sizce bir tanesini inşa etseydi bu büyü bozulur muydu?

Mimarlık ve tasarım disiplinleri çok çalışmayı ve çok üretmeyi hep kutsamıştır. Sanki yeterince acı çekilmeden iyi bir şeyler üretilmezmiş gibi, çoğu zaman işvereni için değil kendisi için yapar, tasarlar ve düşünür tasarımcı. Belki de yaptıklarımızın niteliğini ve iyiliğini belirleyen şey esasında hiç yapmadığımız, aylaklık edip bulanıklığımızı koruduğumuz, tembel zamanlarımızdır, kim bilir?

Yalnız bulanık kalmayı tembellikle karıştırmayın; flanör de aslında kendi içinde bir miktar bulanıklık barındırsa dahi belli bir seviyede bulanık kalmak tembel olarak nitelendirilemeyecek bir güç ve irade gerektirir. Mimar ya da tasarımcı ya çok hızlıdır ya da çok çalışır; her iki durumda da bulanık kalmak için yeterli zamanı yoktur.

Mimar da çoğu zaman en büyük yardımcısının bu bulanık, belki de şiire en yakın olan anın varlığı olduğunu bilmez. Hayalleri yönetemediğinden, bir dalarsa tekrar çıkamayacağından, umduğundan farklı bir şey bulacağından ya da bunun için vakti olmadığından… Hızla kurtulmak istediği bu durum, araf, tüm tasarımların, yaratımların, çelişki ve tutarsızlıkların kol gezdiği, ıssız, puslu, bu bulanık bölge, aslında her şeyin kaynağı, içinde yaşanacak en acayip, tuhaf yerdir.

Farkında olmadan terk edip gittiğiniz bir mekanın hayatınızı baştan aşağı dönüştürebilme gücü olduğunu hayal edin ama ne siz onu tanıdınız, ne de o sizi. Yaşansa hiç bitmeyecek, sırf bulanıklığına katlanamadığınızdan yaşanamayacak bir aşk hikayesi gibi…

Not
Yazı ilk haliyle Ağustos 2019’da Arkitera’da yayınlanmış, Milliyet Mimarlık eki için tekrar redakte edilmiştir.