Bir Geriye (İleriye) Bakma Noktası Olarak Cumhuriyetin 100. Yılı:
Kentleşme, Mimarlık, Eleştiri, Yayın
Celal Abdi Güzer, Prof. Dr.
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi
Cumhuriyetin 100. yılının geride bırakılması her şeyden önce geriye yönelik bir bakma, eleştiri ve anlama noktası oluşturması nedeni ile önemli. Şüphesiz aynı nokta ileriye yönelik bir öğrenme ve ders çıkartma noktası. Bu noktadan farklı alanlara bakılabilir. Ama mimarlık alanına baktığımız zaman bugün geldiğimiz yerde gördüğümüz şey cumhuriyetin getirdiği zemini ve yeniden başlama şansını iyi kullanamadığımız, cumhuriyetin ilk yıllarında yakaladığımız heyecanı ve nitelikli dönüşüm ivmesini koruyamadığımız gerçeği. Karşı karşıya olduğumuz resim ağırlıklı olarak sorunlarla dolu, plansız ve eklektik bir kentleşme, niteliksiz, dönüşüm ya da güçlendirmeye muhtaç bir yapı stokundan oluşuyor. Bize bırakılan mirasın yeterince korunamadığını, yerine koymaya çalıştıklarımızın büyüklük, çokluk, hız, maliyet gibi değerlerle anlam kazanmaya çalıştığını ve gündelik önceliklerle eleştirel bir kültüre kapalı kaldığını gözlüyoruz. Aşırı büyüyen, sorunları çözümsüz hale gelen, bütün işlevleri bünyesinde toplayarak diğer şehirlerin enerjisini emen bir İstanbul’la, büyüdükçe bir kent ve metropol olmaktan uzaklaşan bir Ankara ile, Ege’de olduğunu unutarak İstanbullaşan bir İzmir’le ve onlara benzemeye çalışarak ikinci elden taklitlerini üretmeye çalışan Anadolu kentleri ile karşı karşıyayız. Yer ve aidiyet hissini yitirdik. Konut sorununu çözmek için her yerde aynılaşan, mahalle olmak gibi bir derdi olmayan tip projelerden medet umuyoruz. Ekonominin itici gücü olarak görülen inşaat alanında bırakın nitelikli yapı üretmeyi ayakta durabilen yapılar üretmeyi başarı olarak görüyoruz.
Bu karamsar tablo elbette haksızlıklar içeriyor. Büyük resmin içinde farklılaşan, öne çıkan, yabancı duran çok sayıda tekil örnek, nitelikli yapı, incelikle uygulanmış koruma çalışması, az sayıda da kentsel tasarım örneği var. Benzer biçimde gerçekleşmiş büyük altyapı projeleri, üretim tesisleri, yaygınlaşmış eğitim yapıları cumhuriyetin önemli kazanımları. Ama resmin bütünü bu örneklerin yüksek ses söyleyerek öne çıkmalarına izin vermiyor, üzerlerini örtüyor. Bugün özellikle kent merkezlerinde üretilen ve gündelik kültür içinde yeni, modern, çağdaş gibi algılanan pek çok yapı eleştirel bir mimarlık düşüncesinden çok pazar önceliklerine göre şekilleniyor, uluslararası ortamda öne çıkan tipolojilerin ikinci elden üretimi olmanın ötesine geçemiyor. Geçici ve yapay bir çağdaşlık kavramının peşine takılan bu gösterişli yapılar nitelik kavramını tekil ölçekte biçim arayışları, dile indirgenmiş gösterimler ve malzeme seçimleri ile sınırlı tutmayı yeterli görüyor. Kimlik kavramını pazarda artı değer oluşturma aracına, aidiyet kavramını sınıfsal temsiliyet aracına dönüştürüyoruz. Önemli bir yeniden başlama şansı olan kentsel dönüşüm güçlendirmeden çok tekil ölçekli yık-yap modellerine odaklanarak kent ölçeğinde söz söyleme, çözüm üretme şansı yitiriliyor. Kentsel ölçekli dönüşümlerin çoğu da yeniden üretilen tipleşmiş toplu konut projelerinden oluşuyor.
Bir türlü yerleşik hale gelemeyen mimarlık eleştirisi ise bu büyük resim yerine kendi güvenli alanına çekilerek bazı tekil örneklere yoğunlaşmaya, yapı ölçeğine odaklanmaya devam ediyor. Kent ölçeğinde, başka disiplinlerin birikimini kullanarak geniş çerçeveli değerlendirmeler daha çok akademik çalışmalarla sınırlı kalıyor. Küresel bilgi akış sistemlerinin, internet ortamında biriken bilginin ve buna bağlı olarak oluşan yeni medya kültürünün kazandığı baş döndürücü ivme düşünüldüğünde mimarlığı ve kentleşmeyi algılama, konuşma, eleştirme biçimimiz, öne çıkan sorun ve örnekler, hepsinden önemlisi bu konuların gündelik kültür içinde bulduğu değer ve oluşturduğu etki değişiyor, tesadüfi ya da kurulmuş önceliklere açık kalıyor. Sosyal medya uzmanlık ayrımı yapmaksızın çok izlenme, tekrar etme, takipçi sayısı gibi kriterleri öne alarak indirgenmiş bir eleştiri ve değer üretme biçimini işlevsel hale getiriyor. Bu ortam içinde mimarlık alanında değerli, anlamlı bulunan bir örnek değersiz hale getirilebilirken sıradan bir örnek yüceltilerek öne çıkartılabiliyor. Bunun sonucunda Seyfi Arkan gibi Cumhuriyet Dönemi’nin en önemi mimarlarından birinin İller Bankası gibi nitelikli bir yapısının yıkılmasını da kent suçu sayılabilecek büyük yapılaşmaları da meşrulaştırabiliyoruz. Sıradan toplu konut yapıları biraz süslenerek, tipolojik cam ofis yapıları farklı biçimlere sokularak, ticaret ve alışveriş kutular içine toplanarak arzu nesnesi haline getirilirken yer, aidiyet, kimlik, gelenek gibi kavramlar yapıştırma cephe gösterimlerine dönüştürülüyor. Şüphesiz mimarların tasarım öncelikleri de bu yeni kültürün beklenti ve önceliklerine kayıtsız kalamıyor. Farklılık ve özgünlük kavramları arasındaki sınırın belirsizleştiği bu ortamda yeni kavramı her ne pahasına olursa olsun diğerlerine benzememek, bu anlamda kendini göstererek pazarda öne çıkmakla anlam kazanıyor. “Eğ, bük, boya, yapıştır ve görünür ol.” anlayışı mimarlığı bağlamın önceliklerinden, yerle kurduğu süreklilikten kopartarak bir obje tasarımına dönüştürüyor. Mimar isimlerinin tasarımın bir parçası olarak pazarlanabilir olması mimarı yapı aracılığı ile kalıcı bir kimlik oluşturmaya, buna yönelik olarak da kendini tekrar, bir anlamda taklit etmeye zorluyor. Özgünlük kavramı ile tipolojik kavramı arasındaki farklar belirsizleşmeye başlıyor. Bugün çok seslilik ve çeşitlilik gibi gördüğümüz pek çok şey pazar öncelikleri içinde farklıymış gibi görünen ama özü itibarıyla benzer hatta aynı olan üretimlere odaklanıyor. Bir anlamda kolay bir araya gelmeyecek iki kavramın aynılaşmasından, totolojik olan ile çoğulcu olanın benzerliğinden bahsediyoruz.
Şüphesiz buraya kadar söylenenlerin çoğu, geldiğimiz noktada, sadece bizim coğrafyamız için geçerli değil. Bütün ülkeler gibi Amerika ve Avrupa da benzer bir süreçten geçiyor, yeni tüketim kültürü küresel ölçekte etkili oluyor. Üstelik bu tüketim, pazar ve buna bağlı tasarım ve üretim öncelikleri sadece mimarlıkla da sınırlı değil. Çoğulculuk, çeşitlilik görüntüsü altındaki aynılaşma giydiklerimizden yediklerimize, dinlediklerimizden izlediklerimize, evimizdeki mobilyalardan bilgisayar ekranlarımıza her yerde var. Buradan önemli bir fark bu kültürel erozyonun toplumları etkileme gücü. Eleştirel kültürün daha yerleşik olduğu toplumlar bu kültüre biraz daha mesafe koyarak bazı değerlerini korumayı başarabilirken bu kültüre daha az geçirgen olan toplumlar daha ivmelenmiş bir erozyon yaşıyor. Bu nedenle örneğin Roma ya da Barselona, İstanbul’un yaşadığı şiddette bir dönüşüm yaşamazken tarihi ve kültürel kimliğinin izlerine daha güçlü biçimde sahip çıkabiliyor. Alışveriş merkezleri hemen hiçbir köklü kentte İstanbul, Ankara’da olduğu kadar çoğalıp, kendilerine kentlerin merkezlerinde yer açamıyorlar. Kültürel ve teknolojik dönüşüme bağlı gelişmeleri ikinci elden tüketen ortamlarda bu dönüşümlerin etkileri daha belirgin olarak gözleniyor. Böyle bakıldığında cumhuriyetin pek çok kazanımının yanında en önemli eksiklerinden biri eleştirel bir kültürün yerleşik hale gelememesidir. Kentlerimizi, özellikle merkezi alanları koruyamadık. Mimarlığın, özellikle modern mimarlığın kültürel miras konusu olduğu anlatmakta yetersiz kaldık. Gelişme ve büyüme gibi kavramları içeriğinden bağımsız olarak sayısal değerler üzerinden anlamayı tercih ettik. Mimarlık alanından bakınca büyük, çok, ucuz, hızlı yapmayı bir başarı göstergesi gibi okuduk. Birçok ülke gibi sonradan fark ettiğimiz, iklim sorunu, enerji sorunu, çevre sorunu ve bunlara bağlı sürdürülebilirlik gibi konularda elimizde bulduğumuz stokla baş etmeye çalışıyoruz. Bunun öncelikle bir kültür sonrasında mimarlık, kentleşme, ekonomi, mühendislik ve teknoloji konusu olduğunu kavrayamadık. Sürdürülebilirlik kavramının fiziksel yapının ötesinde kültürel, tarihi, sosyal sürdürülebilirlik kavramları ile iç içe olduğunu anlamamız zaman alacak.
Mimarlık kültürü üç farklı alanda var oluyor. Bir uçta olup biteni araştırmaya ve eleştiriye dayalı olarak anlamaya çalışan akademik kültür, öbür uçta ise daha çok gündelik öncelikler üzerinden değer üreten popüler kültür ortamından bahsedebiliriz. İkisinin ortasında ve her ikisine de geçirgen olarak var olan bir başka kültür ortamı ise daha çok yapı tasarım ve üretim sürecinde yer alanların oluşturduğu profesyonel kültür ortamı. Mimarlık eleştirisi bu üç farklı kültür ortamında zaman zaman değer sürekliliği oluşturarak ama çoğu zaman da derin çatışmalar içererek var oluyor. Mimarlık yayınlarının belgelemenin ötesinde en önemli işlevlerinden biri bu süreklilik ve çatışmaları ortaya çıkarmak, bir farkındalık yaratmak. Akademik yayınların ya da masa üstü dergilerinin dışında bu yazının da yer aldığı “YAPI” ve benzeri dergiler mimarlık kültürünün farklı alanlarındaki geçirgenliğe yönelik önemli bir işlev üstleniyor. Bir yandan akademik değerlendirme içeren yazılara yer veren öte yandan güncel tartışma ve örneklere yönelik olarak yaygın bir belgeleme aracı olan bu dergiler mimarlık ve kentleşme alanında eleştirel kültürün yerleşmesine katkı sağlıyor. Burada “YAPI”nın ve benzeri uluslararası dergilerin önemli bir farkı özellikle mimarlık, sanat gibi yayın ortamlarında kolay olmayan sürdürülebilir bir kurumsallaşma oluşturabilmiş olması. Bu sürdürülebilir kültür üzerinden uluslararası ve Türkiye mimarlık ortamının önceliklerini, kırılma noktalarını, değişim ve dönüşümlerini okuyabiliyoruz. Şüphesiz en önemli bir başka fark da birçok derginin hem internet ortamının yarattığı gücün çekimine hem de maliyet baskılarına dayanamayarak basılı kopya üretmekten vazgeçtiği bir ortamda basılı dergi üretme geleneğini sürdürüyor, sadece ekranlarla yetinmeyerek kütüphanelerimize giriyor olması. Bu özellik kalıcılığın yanında giderek okuyucu ilgi ve tepkilerinin ölçümlerine dayalı olarak içeriklerini yönlendiren çevrimiçi dergilerin kaybettiği eleştirel mesafeyi yeniden kazanmamızı getiriyor. Böyle bakıldığında ve akademik yayınlar ile Mimarlar Odası ve şubelerine bağlı yayınlar bir kenara bırakıldığında “YAPI” sürdürülebilirliğini koruyan az sayıda bağımsız dergiden biri, belki de uzun soluklu tek dergi. Aslında bu durum, pek çok bağımsız derginin uzun soluklu olamaması, mimarlığa, mimarlık eleştirisi ve kültürüne yönelik olarak geldiğimiz noktayı da temsil ediyor. İnternet ortamına çekilen mimarlık eleştirisi bir yandan o ortamın erişim kolaylıklarına ve olanaklarına açılırken öte yandan aynı ortamın kısıt ve yönlendirme koşullarına da açık kalıyor. Cumhuriyetin 100. yılında geriye bakarken mimarlık yayın alanında dergi ve kitapların çeşitlilik ve sayı olarak azlığı, kitapçılarda sanat ve mimarlık raflarının ya hiç olmadığı ya da boş kaldığı görülüyor. Bu durum yayın ortamının sorunu olmanın ötesinde kültürel bir öncelik sorunu olarak öne çıkıyor.
Mimarlık kendisine atfettiği gücün aksine bir meşrulaştırma aracıdır. Tekil yapının sınırları, bazı ayrıcalıklı örneklerin dışında, mimarın tasarımından çok planlama, ekonomik, sosyolojik, politik, kültürel, teknolojik öncelikler ve hepsinden önemlisi pazar öncelikleri tarafından belirlenir. Bu nedenle mimarlık ve kentleşme alanında karşı karşıya olduğumuz bütüncül bir resimdir. Bu resmi oluşturan parçalar bir yandan bu resmin ortak sorumlusu öte yandan dönüştürücü gücüdür. Bir anlamda cumhuriyetin 100. yılında kent ve mimarlığımızın durduğu yer sadece fiziksel çevrenin kendi değerlerini değil, onların arka planının oluşturan bütüncül bir değerler sistemini temsil eder. Eğitimde, ekonomide, teknolojide başardıklarımız ya da başaramadıklarımızla kentleşme ve mimarlıkta geldiğimiz nokta radikal farklılıklar göstermez. Tersten gidildiğinde de mimarlığın kendi dinamiklerinin içinde olduğu bağlamdan farklı bir gelişmişlik ve eleştirel duyarlılık temsil etmesi beklenemez. Böyle bakıldığında cumhuriyetin 100. yıl durağı her şeyden önce bir geriye bakma, farkındalık ve eleştirel duyarlılık noktası olarak algılanmalı, başarılarımız kadar başaramadıklarımıza da odaklanmalı ve bu durağı varılan bir yer kadar yeni bir başlangıç durağı olarak algılamalıyız.