Aramızdan Ayrılışının Yirminci Yılında Erol Akyavaş

Doğan Tekeli

20. yüzyıl Türk resim sanatının en seçkin temsilcilerinden, uluslararası sanat çevrelerinde belki de en geniş ölçüde tanınan Türk ressam Erol Akyavaş, aramızdan ayrılalı yirmi yıl oldu.

Uzunca boyu, zarif, narin yapısı, hafifçe esmer, ince güzel yüzünü çevreleyen uzun, düzgün beyaz saçlar ve ince çerçeveli gözlüğünün arkasında pırıl pırıl parlayan zeka dolu gözler. Bu fiziksel yapı duyarlı, çalışkan, sözünü sakınmayan bir sanatçı kişiliğini barındırıyordu. Dostlarına karşı her bakımdan son derece cömert olduğunu da bir başka niteliği olarak belirtmeliyim.

Akyavaş’ın sanatçı kişiliğini çözümlemeye çalışan, eserlerinin hangi siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarda ortaya çıktığını araştıran çok sayıda değerli inceleme yazısı yayımlanmıştır. Buna rağmen, kendi sorunlarıyla boğuşmaktan, sanatçılarını tanıyıp sahip çıkamayan toplumumuzun onu da yeterince tanıyabildiğini sanmıyorum.

Bu kısa yazının amacı, Erol Akyavaş’ı bir tutam anı, birkaç bilgi notu ile bir kez daha anmaktır.

Yaklaşık kırk yıl önce olmalı. O dönemin ünlü modacısı, magazin sayfalarını dolduran renkli partilerin vazgeçilmez siması, her zaman şık ve zarif Vural Gökçaylı, bahçesinde bir yaz gecesi daveti yapmış, bizi de çağırmıştı. Eşimin ısrarıyla, tanımadığım bir çevreden davetlilerin olacağını sandığım o partiye çoğu zaman olduğu gibi ayaklarım geri geri giderek katıldım.

Kapıdan girip kalabalık, bol yeşilli bahçeye geçerken nazik ev sahibi, sizi birisiyle tanıştırmak istiyorum diyerek önümüze düştü. Kalabalık içinde Erol Akyavaş’ı bulup bizi resmen tanıştırmış oldu. Erol Akyavaş’ı mimar ve ünlü ressamımız olarak elbette tanıyordum. O da beni tanıyor olmalı ki, karşılaşmamız kırk yıllık eski dostların yeniden bir araya gelmesi gibi bir şeye dönüştü ve o andan itibaren ikimiz de koyu, derin bir sohbete daldık.

Bana daha çok mimarlık yaşantısını, Amerika’da Eero Saarinen’in bürosunu, oradaki arkadaşlarını, yan yana çalıştığı Cesar Pelli’yi, bürosunda ziyaret ettiği Philip Johnson’ı ve Mies van der Rohe’yi anlatıyor, ben de büroda neler yaptığımızdan söz ediyordum. O gün toplantının sonuna kadar ikimiz de artık başka kimseyle meşgul olmadık. Ev sahibi, büfenin açıldığını bildirip bizi tabaklarımızı almaya davet ettiğinde Erol, eşini yanına çağırdı. Macar asıllı güzel eşi İlona Akyavaş’ı tanıştırdı ve “Hadi bize iki tabak hazırla da getir bakalım,” dedi. İlona’nın getirdiği, iç açıcı yemeklerle süslü tabakların başında sohbete devam ettik. Gecenin sonunda, ikimiz de mutlu ayrıldık. O gün başlayan dostluğumuz 1999’daki vakitsiz vefatına kadar üzerine hiç gölge düşmeden sürdü, gitti.

Aslında Erol’la dostluğumuz, tanışmamızdan aramızdan ayrılışına kadar toplam yirmi yılı ancak buluyor. Bu süre içinde de çok sık görüştüğümüzü söyleyemem. Onun yoğun çalışmaları, sergileri, seyahatleri, geniş çevresi, ilişkileri belki de sık görüşmemize izin vermiyordu. Ancak bana her zaman çok içten, çok yakın bir arkadaş gibi davrandığı için ben de onu yakın üç-dört arkadaşım arasında sayıyordum.

Erol Akyavaş 1932 Ankara doğumlu. Baba tarafından Mehmet Emin Paşa’nın, anne tarafından Mehmet Hakkı Paşa’nın torunu, fakat kendisi bunlardan değil, İstanbul Kızıltoprak’ta camisi olan Maarif Nazırı Zühtü Paşa’nın torunu olduğundan söz ederdi. Muhtemelen Zühtü Paşa, büyük dedelerinden biri olmalı. Sanıyorum, daha çok tanındığını düşünerek, kendini Zühtü Paşa’nın torunu olarak tanıtmayı tercih ediyordu.

Akyavaş’ın 1950 yılında, on yedi yaşında, Güzel Sanatlar Akademisi’nde Bedri Rahmi Atölyesi’nde resim eğitimi almaya başladığı biliniyor. Herhalde daha önceden ya da daha akademideki ilk yılında yeteneği belli olmuş olmalı ki onu, 1950-53 yılları arasında Floransa’da, Paris’te önemli atölyelerde çalışırken, grup sergilerine katılırken görüyoruz.

1954’te yirmi bir yaşını tamamlarken, Amerika’da Illinois Teknik Üniversitesi’nde, Mies van der Rohe’nin yönetiminde mimarlık öğrenimine başlıyor. Başarılı bir ressam olma yoluna girmişken, neden mimarlığa başladığını pek anlatmıyor. Ama Illinois’te Mies’le geçirdiği süreden ve Mies’in hocalığından memnun olmadığı Arredamento Dekorasyon dergisinde, Eylül 1991’de yayımlanan uzun söyleşisinden anlaşılıyor.

Mimar olarak neler yaptığını çok iyi bilmiyoruz. Sadece Türkiye’de Club Mediterrane’nin, Ürgüp’te inşa ettiği oyma taş otelde önemli katkısı olduğunu biliyoruz. Ancak, Amerika’da içinde bulunduğu çevreleri düşündükçe, sürdürseydi mimarlıkta da önemli işler başarmış olacağını tahmin ediyorum.

Onun usta bir fotoğraf sanatçısı olduğunu bir vesileyle öğrenmiştim. Örneğin, bir dönem dünyanın en önemli mimari fotoğraf sanatçısı sayılan Amerikalı Balthazar Korab ile iyi bir dostlukları varmış. O kadar ki, Balthazar, İtalya’nın tarihsel yerleşkesi Civita’daki yazlık evini, bütün bir yaz Erol Akyavaş ve eşine bırakmış. Erol Akyavaş oradan çok sayıda fotoğraf ve resim çalışmasıyla dönmüştü.

Akyavaş sanıyorum 80’li yılların başlarında, çalışma ortamını İstanbul’a nakletmişti. Rahmetli Abdurrahman Hancı iyi arkadaşıydı ve Hancı’nın Topağacı’nda evinin ve bürosunun bulunduğu apartmanda bir daire kiralamıştı. O daire de bizim o zaman yaşadığımız Site Apartmanı’nın tam karşısındaydı. Erol’u orada ziyaret ettiğimde, pek çok tablo arasında duvardaki yaklaşık 40 x 40 cm boyutlarında, renkli bir fotoğraf gördüm. Köyceğiz’deki antik tiyatronun basamaklarından çekilen bu fotoğrafta, batmaya yüz tutan güneşin son ışıkları tiyatro basamaklarının taşlarındaki yıpranmış dokuyu ortaya çıkarıyor ve sonra, bu basamaklar üstünden parlayan bir deniz parçası ve geniş bir ufuk görünüyordu. Fotoğrafa hayran oldum. Erol, fotoğrafın Almanya’da özel bir kağıda basıldığını, belki de o nedenle bu kadar iyi göründüğünü söyledi.

Ertesi gün, öğleye doğru zaten çok yakında olan bizim Belveder Apartmanı’ndaki büromuza uğradı. Koltuğunun altında, geniş bir paspartuya alınmış, ince bir çerçeveye yerleştirilmiş olarak bir gün önce gördüğüm fotoğraf vardı. “Doğan’cığım,” dedi, “sen bu fotoğrafı çok beğendin. Sende dursun.” Bu anıyı, Erol Akyavaş’ın hem fotoğrafçılıktaki ustalığını hem çok sayıda başka örneğini gördüğüm inanılmaz cömertliğinin kanıtı olarak naklediyorum.

Akyavaş’ın bu cömertliğini bilerek ve ona güvenerek tekrar istifadeye çalıştım. Valikonağı Caddesi’nin sonundaki Yapı Kredi Bankası Apartmanı olarak tanınan yapımızın güzel bir genel görünüşünü elde edemiyorduk. Kendisine bundan dert yandım. Onca yoğunluğu içinde “bir de ben deneyeyim” dedi. Uğraşmış, saatlerce uygun ışığı beklemiş ve yapı strüktürünü belirten gölgeleri yakalayınca fotoğraflarını çekmiş, bastırmış. Zarf içinde kopyaları getirdi. Bu fotoğrafları, projeyle ilgili yayınlarda hala kullanıyoruz.

Erol Akyavaş, 80’li yılların başlarında Türkiye’ye dönmüş olmakla beraber, sık sık New York’a gidiyor, orada da çalışmalarını sürdürüyordu. Ayrıca, Almanya’da, Rusya’da, Fransa’da ve başka ülkelerde açtığı sergiler nedeniyle de yurtdışına pek sık seyahati oluyordu. Resimlerine genel olarak, İstanbul ve New York’taki atölyelerinde çalışıyor, oradan oraya koşuyordu. Sevgili eşi İlona Akyavaş’ın söylediğine göre ünlü fotoğrafçı dostu Balthazar Korab ona, yerle gök arasında dolaşan bir adam diyormuş. Bu seyahatler arasında, fırsat çıktıkça İstanbul’da bizim büroda buluşuyor ya da eşlerimizle birlikte bir boğaz restoranının masasında bir araya geliyorduk.

Sanıyorum 1997 yılındaydı, Akyavaş bir apartmanın kat planı ile büroya geldi. Eline topluca bir para geçmiş olmalı ki Üsküdar Doğancılar’da set üstünde, İstanbul’un Topkapı Sarayı’na ve Tarihsel Yarımada’ya bakan en güzel manzaralı hakim üst üste iki daire satın almış. Bu daireleri içten bir merdivenle birleştirmek ve kat planlarını yeniden düzenlemek istiyordu. Hemen, “birlikte yaparız Erol” dedim. Erol Akyavaş’la daha sık görüşme, birlikte çalışma imkanı doğmuştu.            Birçok defa bir araya gelerek, ikimizi de mutlu eden bir proje ortaya çıkardık. Erol inşaatın yönetimini de bizimle çalışan deneyimli bir kalfaya emanet etti. Sanırım 1998 yılında, Erol ve İlona yeni eve taşındılar. Tavanı, duvarları, doğramaları bembeyaz olan bu evi, Erol’un insanı düşüncelere sevk eden çok renkli resimleri süslüyordu.

Erol Akyavaş, 40 yılı geçen yoğun bir çalışma döneminden sonra sahip olabildiği bu güzel evde uzun süre yaşayıp tadını çıkaramadı. 1999 yılının başlarındaydı, yakalandığı uğursuz hastalığın tedavisinde iyi sonuçlar alınmadığı gibi haberler dostları arasında kulaktan kulağa yayılıyordu. Ne yazık ki, kısa sürede de haberler doğrulandı. Erol Akyavaş artık Salacak’taki evinde tedavi ediliyor, ancak günün bir-iki saati içinde ziyaret edilebiliyordu.

İlona’nın bana söylediği saatte Salacak’taydım. Erol’u Marmara’ya bakan büyük beyaz odada, yükseltilmiş bir hastane yatağında, bembeyaz kolalı örtüler altında, yarı oturur halde buldum. Son derece bakımlı ve sakindi. Selamlaştık, oturdum. İlona’nın tam bir hastane düzeni içinde, Erol’un tedavisini nasıl bir dikkatle üstlendiğini hayranlıkla gördüm. Evde ne telaş ne de hüzünlü bir hava vardı. Birkaç güncel haber paylaştıktan sonra bir suskunluk oldu. Erol sükunet içinde, “Ölümü bekliyorum Doğan’cığım,” dedi. “Allah’tan ümit kesilmez,” dedim. Son bir-iki yıldır “bizim efendi” diye sözünü ettiği Şeyh’i ile konuşup konuşmadığını sordum. Bir süredir bir Mevlevi dergahına devam ettiğini tahmin ediyor, Şeyh’inden manevi bir güç alacağını düşünüyordum. “O” dedi, “on beş gün önce Hak’ka yürüdü.”

Bu ziyaretten on gün sonra, Erol Akyavaş, arkasında çok saygın bir isim, muazzam bir sanatsal üretim bırakarak, kendi deyimiyle Hak’ka yürüdü. 1999 yılı Nisan ayı sonlarında, Boğaz’ın çok güzel bir noktasındaki Kanlıca Mezarlığı’nda dört kişilik aile kabrinde, babasının yanında toprağa verildi. Kalabalık bir dost grubu ile birlikte Akyavaş, meçhule ve sonsuzluğa uğurlandı.

Artık, Erol’un tüm dostları tarafından aranan, sevilen İlona Akyavaş’la zaman zaman buluşuyor, Erol’u anıyorduk. Bu buluşmalarımızdan birinde İlona, zamanla bazı taşları kırılan aile kabrinin tamiri ve Erol için de bir baş taşı yapılmasını istediğini söyledi. İsteğini görev kabul ettim ve düşünmeye başladım. Birçok defa buluştuk, eskizlerimi faksla da gönderiyor, fikrini alıyordum.

Sonuçta, Erol’un tasarladığı babasının taşının eşi büyüklükte bir taşa karar verdik. Taşta, Erol’un ismi, imzası, çok önem verdiği “Huvelbaki” sözünün kısaltılmışı “Hu” sözünün, Erol’un çizdiği bir örneğini bir dönem üzerinde çok çalıştığı ve bir alemden ötekine geçişi simgeleyen, açılan bir kapı figürüyle tasarım tamamlandı. Üsküdar’da bir taş atölyesinde bence başarılı bir biçimde uygulandı ve yerine monte edildi.

Bir süre sonra İlona Akyavaş, Anadolu Hisarı sırtlarındaki evimize geldi. Erol Akyavaş’ın, deri üzerine ince siyah çizgilerle resmedilmiş yüksek binalar ve çatılarında farklı boylarda Osmanlı askeri çadırları bulunan bir resmini getirdi. Güzelce çerçevelenmiş bu resmi itirazıma rağmen ısrar ederek bize hediye etti. Anlaşılan Erol’un cömertliği İlona’da aynen devam ediyordu ve ben bir kez daha Akyavaş’lara borçlu kalmıştım.

Bu bölümü tamamlarken son olarak Akyavaş’ın sanatını nasıl algıladığımı bir-iki cümleyle özetlemek isterim.

Erol’un resim öğrenimine paralel olarak, önce soyut resimler yaptığını, çevresinde bir geç modern ressam olarak nitelendiğini söyleyebilirim. Bence bu dönemi uzun sürmeyen Erol, bir dönem, yüzey dokuları, taş, tuğla örgüleri, kapı teması üzerinde durarak son derece özgün tuvaller yarattı. Bu tuğla dokulu resimlerinden biri de büromda her gün Erol’u bana hatırlatıyor.

Üçüncü döneminde Akyavaş evrenin sırları üzerinde duruyor, geleneksel yazı sanatını modern anlayışla yeniden yaratmak istiyordu. Bu dönemindeki özgün büyük boy tuvalleri hayranlık uyandırdı, koleksiyonerlerden büyük talep gördü. Satış rekorları kırarak Erol’un şöhretini perçinledi.