Antakya’da Müze Otel
Prof. Dr. Suha Özkan
Geçen ay övgü ile söz ettiğimiz Bodrum Müze Hastane alanındaki koruma projesinin yanında, bir “mega” proje olan Antakya Müze Oteli için “eriştiği kapsamla, tarihe saygı konusunda belki de dünyanın en önemli çağdaş yapı ve arkeoloji mirası etkileşimin örneğidir” demiş, “Antakya’da bir otel gerçekleştirme çabasının önünü alan arkeolojik buluntunun kucaklanması, ileride gündeme almamız gereken bir başka olumlu katkıdır” diyerek bitirmiştik.
Antakya’da gerçekleşen Müze Otel tam anlamıyla üçlü bir sevgi grubunun ortak anlayışının eseri olarak tamamlandı. Bu üçlü içinden hangisinin daha önemli olduğunu tartışmak söz konusu olamaz. Gerçek olan şu ki, her ilgi ve sorumluluk grubu kendi açısından kazandı. Çünkü ortaya çıkan eser, Roma döneminden kalan, tarihi mozaik zemininin ve temel duvarlarının korunması konusunda gönül birliği eden bir grubun etkileşiminin sonucu olarak, yatırımcı üstün nitelikli bir otel sahibi, EAA dünya çapında bir mimarlık yapıtı sunarak, Anıtlar Kurulu da dokunulmadan korunan bir Roma eserini kültür dünyamıza vererek kazandı.
Antakya’ya çok yıldızlı bir otel kazandırmak girişimi, kentin ileri gelen ailelerinden birine mensup Necmi Asfuroğlu’nun bir yatırım niyeti olarak başladı. Alınan arazinin hemen altında bulunan Roma Devri mozaikleri ve kalıntılar, bir bakıma engel olarak ortaya çıktı. Genellikle kamu malı olan arkeolojik alanın terk edilip belki de becayişle başka bir yer bulunması normal bir tutum. Ama önce değindiğimiz gibi bu tür alanların “kazara” bir gecede dozerlerle sıyrılıp “sterilize edilmesi” de, acı gerçek ve sık sık kültür mirasımızın başına gelen bir kabus. Birçok yerde izlediğimiz bu gaddarlıklardan sonra, tarih ve kültür severlere sadece üzülmek düşüyor.
Asfuroğlu-Arolat diyaloğu bu değerin sahipliğini olması gerektiği gibi kamuya bırakıp, ortaya çıkarılması, restorasyonu ve korunmasını özel mülkiyete bırakması çok önemli ve örnek bir çözüm. Bu çözümün gerçekleşmesinde, Anıtlar Kurulu’nun ve Başkanı Profesör Tamer Gök’ün ileri görüşlü tavırları da çok önemli. Dünyada tarihi olanı koruyup üzerine çağdaş bir yapı yapma geleneği, geçmişe saygı ortamında var. En yakın olanı Bernard Tschumi’nin Atina’daki Akropolis Müzesi’nin girişinin altı. Orada yapı zaten bir müze, eşilip çıkarılan eserler müzenin bir parçası. Oysa, tüm var olan benzeri koruma ve inşa eylemleri içinde Antakya Müze Oteli başlı başına bir devrim.
Öncelikle mal sahibinin neredeyse en az iki bodrum, bir giriş ve birinci ile ara kat kullanımlarından vazgeçip zemin ve üzerini tümüyle arkeolojik mirasın değerlendirilip izlenmesine ayırması, ticari özveri olsa da benzersiz bir otel edinmesi onun için de, ülke için de önemli bir değer.
Bu projenin gerçekleşmesi 2010 ile 2019 yılları arasında, tam 9 yıl aldı. Her aşaması titizlikle ve sıkı denetim altında süren çalışmalar neredeyse bir mimarlık ve koruma okulu düzeyinde nitelikliydi. İnşaat sürecinde var olan arkeolojik değerlerin olumsuz etkilenmemesi için tam anlamıyla “iğneyle kuyu kazmak” benzeri bir süreç olmuştu. Çünkü, özellikle arkeolojik alanı kaplayan alanda, temel, kolon, kiriş gibi geleneksel yapı düzeninin uygulanması düşünülemezdi. Dolayısıyla arkeolojik sondajlar sonu boş alanlara kazık yöntemi ile kolonların tekil olarak toprağa sağlamca saplanması sonucu, üst yapının çatkı dizgesi, ona göre tasarlandı.
Tüm inşaat ortama su girmeyecek bir teknoloji ile tasarlandı. Dolayısıyla çelik çatkı sistemleri ana yapıyı oluştururken odalar kapsüller olarak inşaat alanının dışında hazırlanıp, çatkı sisteminin içine yerleştirildi. EAA bu tekniği İstanbul’da kent içine kirletici inşaat gereçleri ve inşa sistemleri sokmamak için, Galataport’ta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’inde geliştirmişti. Bir bakıma Metabolistler ve Archigram gibi 1960’ların ütopik tasarımları, gerçek gereksinmeden kaynaklanan bir çözüm olarak gerçekleşmiştir.
Pek iyi bilinmeden paylaşılan, “Tarihi eserler kamu malıdır, özel mülkiyete verilemez” söylencesinin burada geçerli olmadığını bilmekte yarar var. Arkeolojik alan tümüyle kamu malıdır ve kamunun denetim ve yönetimi altındadır. Tıpkı Hazreti İsa’nın deyişi olarak anıldığı gibi: “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı da Tanrı’ya verilmeli” (Redde Caesari quae sunt Cesaris, et quae sunt Dei Deo).
O alanda çocukluğu geçmiş, canlı anıları olan, yetenekli mimar Ömer Selçuk Baz, temelinde eleştirel olan yazısında da büyük bir içtenlikle ve takdir ederek “Sezar’’ın hakkını vermesi de mimarlık düşünsel ortamına önemli bir katkıdır. Baz diyor ki: “Antakya Oteli, Akropol Müzesi’nden çok daha iyi bir yapı. En önemlisi buluntular üzerindeki duruşu ve geçirgenliği, bu kadar ağır, yoğun ve teknik bir programı kurgulayışı ve var ediş şekli olağanüstü. Ayrıca strüktürün okunaklılığı, odaların ön üretimle yerine takılması, iç dolaşımın dinamik girişimli hali, son derece karmaşık teknik altyapının birlikteliği, bu dolaşım ağı üzerinden çözümlenişi, yaratıcılıktan çok öte bir yoğunlaşma ve eşgüdüm gerektiriyor.”