Ali Osman Öztürk: “Kentlerimizin en önemli sorunu yeterli kamusal alanların olmaması…”
Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin 2021 – 2022 dönemi Yönetim Kurulu Başkanı olarak seçilen, A Tasarım Mimarlık kurucusu Mimar Ali Osman Öztürk ile TürkSMD’nin yeni dönem programını, Ankara’nın kamusal yaşamına önemli katkılarda bulunan karma kullanımlı projelerini ve genç mimarlara tavsiyelerini konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
Öncelikle yeni görevinizden dolayı sizi tebrik etmek isterim. Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin 2021 – 2022 dönemi Yönetim Kurulu Başkanı olarak seçildiniz. Başkanlığa hangi motivasyonla aday oldunuz?
ALİ OSMAN ÖZTÜRK: Türk Serbest Mimarlar Derneği, Türkiye’deki üç serbest mimarlar derneğinden biri. Ankara, İzmir ve İstanbul’da olmak üzere üç dernek olarak faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Yakında beş dernek olacak ve federasyon oluşturacağız. Hazırlıklar tamamlandı, çok kısa süre sonra gerçekleşecek. Türk Serbest Mimarlar Derneği’nde geçen dönem Başkan Yardımcısı olarak görev yapmıştım; istek, öneri, telkin ve motivasyonla bu sene görevi Önder Kaya’dan devraldım. Bu dönem çok güzel bir tesadüf oldu. Yönetimde hem İstanbul’da hem de İzmir’de aynı kuşaktan arkadaşlarım var ve birbirimizle çok hızlı ve güzel iletişim kurabiliyoruz. Bu da mimarlık ortamı için, meslek açıdan önümüze çok güzel fırsatlar çıkaracak diye umut ediyorum.
Diğer iki dernek hangi şehirlerde açılacak?
AOÖ: Henüz resmileşmese de birisi büyük ihtimalle Bursa, diğeri de Muğla, yani aslında Bodrum’da olacak. Bu arada bir taraftan Antalya, Konya, Adana ve Kayseri’de TSMD kurma çabaları ilerliyor, yine Karadeniz bölgesinde de olabilir. Yani 5 tane ille de kalmayacak, olabildiğince Türkiye’nin temsil kabiliyetini artırmak istiyoruz. Aslında uluslararası meslek organizasyonları dünyada genellikle federasyon şeklinde yürüyor. Avrupa’daki birçok ülkede bu şekilde. Zaten Avrupa Birliği normlarında da meslek örgütlerinin bu yönde gelişmesi bekleniyor.
Yeni dönemde ne tür faaliyetler planlıyorsunuz? Meslek ortamındaki hangi ihtiyaçlara çözüm getirmeyi hedefliyorsunuz?
AOÖ: İlk planımız federasyonu oluşturmak olacak, bunun üzerinde yoğun bir şekilde çalışıyoruz. Türkiye’de mimarların büyük çoğunluğu Kamu İhale Kurumu vasıtasıyla proje elde ediyor ve bu konuda da biraz daha geliştirilmesi ve düzenlenmesi gereken konular var. Bu konuyla ilgili çalışmalarımız da sürüyor. Başka bir konu meslek yasası; çok eski tarihlerde düzenlenmiş bir yasa. Güncellenmesi, dünyadaki çağdaş düzene ayak uyduracak şekilde yenilenmesi gerekiyor ve bunun üzerinde çalışıyoruz. Bunlar dışında öğrencilerle ilgili çalışmalarımız var. Mesela şu an staj dönemindeyiz. Pandemi döneminde öğrenciler staj yeri bulmakta çok zorluk yaşadı. Gelecek yıllarda bu tür problemler yaşamamak için çok daha önceden organize olabileceğimiz çözümler araştırıyoruz. Şu anda da Mimarlar Odası ile beraber yürüttüğümüz bir staj programı var ama daha farklı, daha yenilikçi ve öğrencilerin yüz yüze olabileceği bir düzenleme yapmak istiyoruz. Öğrencilere yönelik yine yarışma ve sergi programlarımız olacak. Diğer meslek örgütleriyle ve yapı üreticileriyle ortak ele alınan konular var. Belediyelerle bazı işbirliği konularımız var: Kente sahip çıkmak, kentin mekanlarını yeniden düzenlemek, daha yaşanılır hale getirmekle ilgili birtakım düşüncelerimiz var.
Sizce mimarlık meslek ortamının, meslek örgütleri tarafından geliştirilmesi gereken yönleri nelerdir? TSMD, Mimarlar Odası’nın faaliyetleriyle kıyaslandığında bir meslek örgütü olarak ne tür boşlukları dolduruyor?
AOÖ: Mimarlar Odası bütün mimarların odası; yani kamuda çalışan mimarların da odası, mimarlık mesleğini bu ara yapmayan ama mimar olan arkadaşların da odası, hepimizin odası. Dernek ise sadece serbest şekilde faaliyette bulunan, büro sahibi mimarların, yani ofislerde proje üreten mimarların bir araya geldiği yer. Dolayısıyla ilgi, bilgi ve birikim alanları da ona göre. Bizler iş hayatının çok daha içinde olduğumuz için mesleğin o yönlerindeki eksik kalan kısımlarıyla ve yapılması gereken işlerle ilgileniyoruz. Mesela biraz önce sözünü ettiğim Kamu İhale Kurumu, kamu ihalelerine girerek proje üreten mimarları ilgilendiren bir konu ama derneğimize üye olan pek çok mimar bu ihalelere giriyor. Bu nedenle gündemimizde böyle bir konu var. Kentlerimizde tasarlanan dikkate değer yapıların mimarlarının pek çoğu zaten üyemiz. Dolayısıyla kente birebir dokunma, katkıda bulunma şansı, imkanı ve ihtimali olan bir kurumuz.
TSMD Yönetim Kurulu Başkanı olarak bir yıllık yoğun bir iş programına sahip olacaksınız. Mesleki pratiğinizi sürdürürken bu sorumluluğu da üstlenmeye zaman ayırmak sizin için zor olmayacak mı?
AOÖ: Haklısınız, ama bu görevleri hepimizin yerine getirmesi lazım. Bu bir dönem, bir bayrak yarışı. Bayrağı taşıyacak, mümkünse daha yukarı çıkarıp tekrar başka bir arkadaşımıza devredeceğiz. Bu anlamda serbest mimarlar olarak sırası gelince hepimizin bu sosyal sorumluluğu yerine getirmemiz gerekiyor. Evet, İstanbul ve Ankara ofislerimizde bir yandan yoğun bir şekilde projelerimiz yürüyor. Ama yıllardan beri ofiste oluşturduğumuz bir çalışma sistemimiz ve çalışma gruplarımız var; onların yöneticileri, başkanlar, başkan yardımcıları var. İyi çalışan bir düzenimiz var ve o sayede işlerimiz yürüyor. Her şey çok fazla bana bağımlı değil. Bu yüzden çok sıkıntı olacağını düşünmüyorum. Bu görevi de bir proje olarak kabul ediyoruz.
A Tasarım Mimarlık olarak İstanbul ve Ankara ofislerinizde yoğun bir proje üretiminiz var. İki farklı şehirdeki bu ofisler birbiriyle ne tür bir iletişim halinde çalışıyor? Siz bu iki ofiste ne sıklıkta bulunabiliyorsunuz?
AOÖ: Aslında sıkı bir iş birliğimiz var ama bir bağımsızlığımız da var; yani ilginç bir düzenimiz var. Şöyle anlatayım, bizim Ankara ofisinde üç tane grup var, üç ayrı ofis gibi çalışıyor. İstanbul’daki ofis de ayrı bir grup olarak çalışıyor yani aslında dört tane bağımsız grup var. Bu gruplar normalde her biri ayrı bir ofis gibi çalışırken gerektiğinde birbirleriyle iş birliği yapıyorlar. Bir projenin yetişmesi veya bir grupta çok iş yığılması gibi durumlar olabiliyor. Farklı durumlarda iş birliği yapılıyor, teknolojinin çok büyük avantajları oluyor tabii ki. İki ofisimiz arasında yıllar önce kurduğumuz görüntülü haberleşme ve email sistemi Sisko’yu kullanıyorduk. Ama bu pandemi döneminde birçok sistem çıktı ve online iletişim iyice kolaylaştı. Yine bu akıllı telefonlarla da çok kolaylaştı. Bizim şöyle ilginç bir geleneğimiz de var. Bütün ekibi bir araya getirmek için 15 yıldır yürüttüğümüz ağırlıklı yurt dışı olmak üzere yaz döneminde workshoplarımız var. Bütün ekipler katılıyor ona. Şimdiye kadar 15 yıl boyunca bunu sürdürdük, pek çok ülke, pek çok mimar, ofis ve bina ziyaret ettik bu vesileyle. İstanbul ve Ankara ekibinden arkadaşlar da yılda bir kere de olsa bu vesileyle bir araya gelebiliyorlar.
Eskiden İstanbul, mimarlık üretiminde canlı piyasasıyla tüm diğer kentlerimizi gölgede bırakırdı. Ancak son yıllarda gayrimenkul projelerinin ve yapı üretiminin artmasıyla bu durum bir dengeye kavuşmuş gibi görünüyor. Ankara ve İstanbul pazarında mimarlık üretmek arasında sizce hala belirgin farklılıklar var mı?
AOÖ: Bu ilginç bir durum, bizim için İstanbul birkaç yıllık bir deneyim değil. Ofis olarak 10 yıldır oradayız. Ancak gelecek yıl A Tasarım’ın 25. yılı. Ofisi ilk açtığımızda da İstanbul’da işimiz vardı, E-5 üzerinde Bahçelievler’de havaalanına giderken Metroport AVM vardır, o bizim ilk işlerimizden biridir mesela. Bir dönem de Viaport’u yaptık Sabiha Gökçen yakınlarında. Yani ofisin ilk yıllarından itibaren İstanbul’da pek çok proje ürettik.
İstanbul’da her şey biraz daha hızlı oluyor kesinlikle. İstanbul’daki işveren çok hızlı hareket ediyor, karar veriyor. Ankara’da daha fazla düşüne düşüne atılıyor adımlar. Proje bütçeleri de satış bütçeleri de kesinlikle farklı. Örneğin, 1 metreküp beton veya 1 ton demir düşünün; Ankara ile İstanbul arasına %5-10 arasında maliyet farkı belki ya vardır ya da yoktur. Yani inşaat maliyetleri arasında çok fark olmadığı söylenebilir. Ancak yapıyı aynı malzemelerle ve benzer bütçeyle İstanbul’da yaptığınızda satış rakamları arasında inanılmaz bir fark oluşuyor. İstanbullu bir yatırımcımız bir düşüncesini anlatmıştı; dedi ki “Eskiden bir inşaatımız olurdu, gider gelirdik, yavaş yavaş yapardık. Sonra bir gün düşündük ve neden böyle yapıyoruz ki dedik; hemen yapıp satalım ve sonra bir tane daha yapalım.” İstanbul’da işte böyle hızlı hareket etme duygusu var devamlı. Ankara’da ise işler daha orta şekerli. Bir keresinde de mimar bir arkadaşım söyledi: Anadolu yakasındaki bir projenin showroomu Avrupa yakasındaymış ve satışı oradan yapıyorlarmış. Bu bana bayağı ilginç geldi. İnsanlar evin yerini bile görmeden showroomdan ev alabiliyorlar. Ankara’da kesinlikle böyle olmaz; hatta mümkünse bitmiş dairenin içine girip alırlar evi. Öyle farklar var doğruyu söylemek gerekirse.
Pandeminin gerçeklikleriyle yüzleştikten sonra işverenin beklentilerinde, projelerin tipolojilerinde veya programlarında değişiklikler oluşmaya başladı mı?
AOÖ: Kesinlikle oluyor. Bir kere bu dönemde insanlar evlerinde daha fazla zaman geçirmeye başladılar. Öyle olunca konutların önemi ortaya çıktı ya da evleriyle ilgili sorunları fark ettiler. Artık tüketici daha büyük odalar istiyor örneğin. Banyoda çift lavabo olmasını, balkonların daha geniş olmasını ve mutfakla ve diğer yaşama alanlarıyla yakın ilişkide olmasını arzu ediyorlar. Yıllar önce Florya’da bir konut projesi yapıyoruz, orada da malum lüks konutlar yapılıyor. İşveren bize dedi ki, “Sakın balkon falan yapmayın, toz-toprak oluyor, kimse onu temizlemekle uğraşmak istemiyorlar, balkonları kapatıyorlar.” Şimdi bakın nereden nereye geldik. Eskiden insanlar konut alırken de ofis alırken de açık alanlara nazaran kapalı alan metrekaresini her zaman daha çok önemsiyorlardı ve daha değerli görüyorlardı. Pandemide bu düşünceler tamamen değişti. Açık ve yarı açık mekanların, balkonların, terasların, doğal havalandırmanın önemi arttı.
Ofis projelerinde de ofislerden direk çıkılabilen teras ve balkon isteği var. Bu anlamda daha önce yapmış olduğumuz eski projelerden, “Ne kadar isabetli olmuş” diye geri dönüşler aldık. Örneğin, Küçükyalı’da içinde Turkcell’in olduğu bir ofis kompleksi yapmıştık. Büyük teraslar yapmıştık orada, pandemide acayip rahat etmiş kullanıcılar. Ankara’da yine Maidan var orada da teraslı ofisler yapmıştık yine oldukça rahat etmişler. Biliyorsunuz bir ara yetersiz klima sistemlerinin mikrop yayma durumu ortaya çıktı, o yüzden klimalar çalıştırılmadı. Bu noktada da dış mekanla direkt temas kurma imkanı olan ofisler can kurtardı. Böyle değişiklikler oldu, olmaya da devam edecek.
A Tasarım Mimarlık olarak projelendirdiğiniz bir çok yaşam alanı mevcut. Armada Hayat Sokağı, Tepe Prime ve Maidan gibi projelerin Ankara’nın kamusal yaşamına ne tür katkıları oldu?
AOÖ: Bunlar aslında karma projeler ve aslında kentin küçük simülasyonları. Kesinlikle farklı fonksiyonlar bir araya gelince bir sinerji yaratıyor. Bu durum dış mekan kullanımı ile kamusal mekan oluşturmanın avantajlarını da ortaya çıkıyor. Özellikle gastronomi alanlarının sokakta dışarı doğru olmaları güzel bir imkan yaratıyor. Tüm bunları sağladıkları faydalarla beraber kullanarak insanlara dışarıda buluşma ve bir araya gelme mekanları oluşturabiliriz diye düşünmüştük. Bu düşünceyi de pek çok projemizde zorladık ama bu her yerde olamıyor tabii onu da söylemek isterim; doğru yerde olması lazım. Bu anlamda Tepe Prime ile başladık, Armada Square ve sonra Maidan geldi. İlk başlarda insanlar çok tereddüt ettiler, Ankara’nın soğuk olması nedeniyle insanların dışarıda oturmayı tercih etmeyeceklerini söylediler. Zorlu ikna süreçlerinin ardından “Bir deneyelim ama bize öyle bir şey çiz ki gerektiğinde kapatabilelim.” talepleriyle iş başladı. İnsanların gerçekten son 5-10 yılda alışkanlıkları iyi anlamda değişti ve artık dış mekanlarda daha çok zaman geçirmek istiyorlar, açık alanlarda yemek yemeyi tercih ediyorlar. Bu durum pandemi öncesinde de böyleydi. Dünyada da böyle bir trend var aslında, buna şaşırmamak gerekiyor. Ankara’da da iklim şartlarına rağmen bu istek bu mekanların oluşmasını ve var olmasını sağladı. Böylece bu projelerle birlikte küçük küçük kamusal alt merkezler oluştu. Pandemi öncesinde katıldığımız bir konuşmada Deniz Aslan ile beraber yaptığımız projelerden yola çıkarak bunu bir akupunktura benzettik “Urban Acupuncture” diye adını da koyduk. Küçük noktalara dokunuyorsun ama daha büyük etki yaratıyor şehir üzerinde. İnsanların kentin mekanlarına karşı ilgileri gittikçe artıyor, bu çok olumlu bir şey hepimiz açısından.
Bir röportajınızda da Armada’yı bir dönüm noktası olarak tarifliyorsunuz. Bu tip kamusal alanların da yaratılmış olduğu projelerin ilki olması anlamında mı sizin portföyünüzde özel bir yer kaplıyor?
AOÖ: Armada, ofisin ilk yıllarında alınan, önemli ve büyük bir projeydi. Sağ olsunlar, yatırımcılarımızın vizyonları sayesinde bunu karma kullanımlı bir projeye çevirdik. Çeşitli noktalarda meydanlar, plazalar oluşturduk; arkasından hem binanın genel formu olarak hem içindeki kurgu olarak o dönem için farklı yorumlar yapmıştık. Bu kararlarımızın arkasında durdular ve bu bizim için hem büyük bir deneyim oldu, hem de yeni kurulan bir ofisin ilk işlerinden biri olması açısından da tanınmamıza yardımcı oldu. O dönemde kiralama danışmanımız da Avi Alkaş’tı. Hep beraber Roma’da Avrupa’nın En İyi Alışveriş Merkezi Ödülü’nü kazandık. 9 yıl öncesinde de bir tek Akmerkez getirmişti o ödülü Türkiye’ye. Bunların hepsi bir araya gelince A Tasarım için çok iyi oldu tabii ki.
Özellikle büyük ölçekli projelerde işverenin size getirdiği program üzerinde kentin faydalarına yönelik çeşitli eklemeler/çıkartmalar yapan bir mimari tutumunuz var. Bu yaklaşımınıza ne tür örnekler verebilirsiniz?
AOÖ: Yani açıkçası biz bunu yurt dışında da devam ettirmeye çalışıyoruz. Hoş bir anekdotla anlatmak isterim: Üsküp şehir merkezinde, yıllar önce deprem sonucu yıkılmış olan tren garının olduğu bölgede bir karma kullanımlı proje geliştiriyoruz. Bunun içerisinde gastronomi sokakları, alışveriş alanları, ofisler ve konutlar var. Şehrin çok önemli bir noktasında yer alan bu projeyi Makedonya Başbakanı ile konuşuyorlar. “Bu projenin benim halkıma nasıl bir faydası olacak?” diye soruyor. Bunun üzerine biz bir sunum hazırladık; projenin kentin iki yakasını nasıl buluşturduğunu, kentliler için faydalı alanlar, dış mekanlar, sosyal alanlar sunulduğunu perspektif ve şemalarla anlattık. Kendisi sunumdan çok memnun kaldı ve projeyi onayladı. Şu anda çok iyi gidiyor proje, çok hızlanmış durumda. Başbakan çok net ve önemli bir soru sordu; biz de güzel bir projeyle cevap vermiş olduk.
Söylediğiniz gibi kamu yararı çok önemli bir konu bizim için. Ama bunu yatırımcıya anlattığınız zaman inanın onlar da çoğunlukla çok duyarlı yaklaşıyorlar. Siz bir yer yapıyorsunuz, orayı insanlar beğeniyor, benimsiyor ve daha fazla geliyorlar. Düşünün şimdi, bu ticari olarak da iyi bir şey değil mi zaten?
Türkiye kentlerinde belirli bir dönemde AVM yapılarının bu denli yaygınlaşmasının nedenleri sizce nelerdi?
AOÖ: Her yenilik bir ihtiyaçtan doğar. Bu avm’ler de insanların ihtiyaçlarından ortaya çıktı ve gelişti. Başka bir kaynaktan ihtiyaçlarını karşılayamayınca insanlar buna yöneldi. Bizim kentlerimizdeki asıl sorunumuz mekansal kurguda yeterince kamusal alan olmamasıdır. Konumuz alışverişse örneğin insanların en çok hoşlandığı şey aslında bulvar mağazacılığıdır. Mesela Londra’da, New York’ta her yerde caddeler mağazalarla ve restoranlarla dolu. Bunlarla beraber meydanlar var, planlanmış alanlar var. İstanbul’u bir düşünelim, kentsel buluşma alanı ya da meydan deyince aklımıza sadece Taksim, İstiklal Caddesi, Bağdat Caddesi geliyor. Bunların bir çoğu iki tarafında kaldırımlar olan araç yolları. Aslında kamusal alan olarak planlanmamış, sadece yol olarak çizilmiş, yanına da kaldırımlar çizilmiş, popüler bir hale geldiği için de üzerine dükkanlar açılmış. Madrid’i, Barselona’yı düşünelim; meydanlar, kentsel mekanlar yıllar öncesinden kurgulanmış. Venedik’i konuşalım, San Marco Meydanı’nı düşünün, bunların hepsi kamusal alan olarak çok eskiden planlanmış yerler. Kentsel tasarım konusu maalesef ki çok geri kalmış Türkiye’de. Buna bağlı olarak cadde ve meydanlarda ticaret hayatı da planlanmamış.
Bizim kentlerimizde bu tür mekanlar olmadığı için bazı yatırımcılar buldukları arazilere büyük kompleksler yapmak durumunda kaldılar. Çünkü insanların ihtiyaçları vardı ve onu karşıladılar. Bu sadece Türkiye’de olmadı; bize benzeyen ülkelerden biri olan Portekiz AB’ye girdikten sonra kişi başına düşen gayri safi milli hasıla arttığı için orada da hızla avm’ler oluştu.
İlk tasarlanan avm’ler nedense kapalı bir kutu gibiydi; üstü kapalı, yapay aydınlatmalı mekanlar olarak tasarlanmaya başladı. Bu insan psikolojisi için ne kadar yanlış bir şey… Şimdi artık üçüncü kuşak avm’ler -bizim de yapmaya çalıştığımız gibi- doğal ışık ve doğal hava alan, dışarıya daha açık, cephesinde de kafeler ve mağazalar olabilen mekanlara dönüştü. Bu şekilde planlandıklarında avm’ler yumuşuyor, kente daha çok katılmaya ve etrafıyla ilişki kurmaya başlıyor. Keşke daha planlı caddelerimiz, bulvarlarımız olsa; o zaman insanlar ihtiyaçlarını bulvar mağazalarından göreceği için avm’lere gerek kalmayacak.
Pandemi sürecinde AVM yapıları uzun süre boyunca atıl kaldı. Sizce bu durum avm yapıları için yeni bir dönüm noktası teşkil etti mi?
AOÖ: Kesinlikle etkisi olacak ama bence insanlar vazgeçemeyecek avm’lerden. Çünkü alternatif mekanlar yok. İnsanlar sosyal varlıklar oldukları için tabiatları gereği alışveriş yapmak, birilerini görmek isteyecekler. Alışveriş meselesi de kültürden kültüre fark ediyor aslında. Büyük bir market firması Türkiye’ye zincir olarak girmek istiyor ve “İnsanlar hangi sıklıkla markete gidiyorlar?” diye araştırma yaptırıyorlar. Türkiye’de alışverişe gitme sıklığının ortalama bir buçuk gün olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Firma önce bu sonuçlara inanamıyor; fakat sonra detaylara girince anlaşılıyor ki Ayşe Teyze her gün markete gitmek istiyor. Çünkü bu onun için bir gezinti, sosyalleşme fırsatı. Günde iki kere gidenler bile var, markete gitmek insanımız için bir hava alma bahanesi. Yani bu durum bence devam edecek ama avm’ler değişim geçirecek. Daha alçak, daha yaygın, dış mekanları olan, terasları olan, havadar kamusal alanlara dönüşecek.
Halihazırda yürüttüğünüz güncel projeleriniz hangileri?
AOÖ: Öncelikle mümkünse yıl sonunda bitmesi hedeflenen, uluslararası bir firma olan KPF ile beraber yaptığımız Ziraat Bankası İkiz Kuleleri var. Ankara’da yine Uluslararası Fuar Alanı’nı yapıyoruz. Birtakım konut projeleri devam ediyor, yeniden ele alınanlar var. Yurt dışında bazı karma kullanımlı projelerimiz var, onlarla ilgileniyoruz.
Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin yeni başkanı olarak sektörümüzün kanayan yaralarından biri olan mimarlık mezunlarının yaşadığı işsizlik problemi hakkında neler söylersiniz?
AOÖ: Açıkçası son yıllarda mimarlık bölümlerinin sayıları çok arttı. Bu durum da mezunların iş bulmalarını zorlaştırıyor. Çünkü aynı oranda iş imkanları artmadığı gibi, tam tersine azaldı. Son yıllarda sektörde bir yavaşlama var malum. Pandeminin de olumsuz etkisi oldu. İş başvurusu yaptıklarında doğal olarak o iş yeri başvuran kişiyi daha iyi tanımaya çalışacak, neler yaptığına bakacak. Portfolyo bu anlamda çok önemli. Bunun yanında mimarlık bir taraftan da sanatın yanında duruyor. Varsa resim, müzik gibi başka sanatlarla olan ilgileri, o konudaki faaliyetleri, sosyal sorumluluk anlamında yaptıkları çok önemli. Bu detaylar işvereni de motive ediyor. Tüm bu beceriler giderek daha fazla önem kazanmaya başladı. Ben genç mimarlara hep şunları tavsiye ediyorum: İş başvuruları yaparken mutlaka portfolyonuzu elden geçirin, yeniden düzenleyin. Daha önceki yıllarda yaptığınız faaliyetleri bir şekilde bu portfolyonun içine koymaya çalışın. Bunun yanında yabancı dilinizi ve bilgisayarda tasarım programları, hatta 3 boyutlu programlar konusunda kendinizi geliştirin…
Son olarak eklemek istedikleriniz…
AOÖ: Genç arkadaşları biraz karamsar görüyorum, çoğunda yurt dışına gitme isteği var. Lütfen ülkemizin potansiyellerine inansınlar, kesinlikle hiçbir zaman vazgeçmesinler. İnanıyorum, çok güzel günler bizleri bekliyor. Bu ülkede yetişen değerlerin yurt dışına gitmesine çok üzülüyorum. Burada kalıp, bu memlekete hizmet etmemiz lazım, sahip çıkmamız lazım. İnsanlarımızın bize ihtiyaçları var. Toplumumuzda çok büyük zorluklar yaşayan insanlar var ve biz mimarların onların hayatlarına dokunuşlar yapabileceğimize, onlara daha güzel yaşama ortamları sunabileceğimize inanıyorum. Gençlerimizin kendilerine güvenmeleri ve çabalarının olumlu karşılık bulacağına inanmaları lazım. Onlara ihtiyacımız var, onlar bizim geleceğimiz… Gençlere de hak veriyorum bir yandan ama benim gönlümden geçenler bunlar.