Simge Yapı Saplantısı
Suha Özkan Hon. F AIA
Bir duru Türkçe sevdalısı olarak “ikon” ya da “ikonik” demeyeceğim için beni affedin. Zaten dilimize sızan “ikon” sözcüğü yapma kadın güzelliğine yapılan atıfla “ikoncan” olarak yerleşiverdi. Sözlük “iconcan = style icon” demekte. Araçları güzellik cerrahisi, botoks, yağ doku giderilmesi, yapay eklemeler, sınırsız sayıda ıtriyat, vb süreçler ve ürünlerle varlığını sürdürüyor. Bu tutum, mimarlık ortamında “farklı ve benzersiz olanı” yapılaştırmak olarak etkinlik kazandı. Bir simge yapı furyası sürüp gitmekte ki, insanın başı dönüyor.
Dubai’de sevgili dostlarım ve Rifat Chadirji ile çağdaş Mohammad Makiya’nın (1914-2016) yenilediği Sheikh Saeed al Maktuom evini, o zamanın Kültür Bakanı ile gezerken, benimle mutlu çocukluk anılarını paylaşmış ve “İşte geleceğin mimarlığı buradan kaynaklanmalı” demişti. Ev, İran kökenli rüzgar toplayıcıları ile yer yer kule etkisi de olan görkemli bir yapı olarak şimdi müze. O tutku sonunda Souk al Bur ve Souk al Fahidi ile yaygınlaşmıştı. Ama ticari olarak başarılı olsalar bile mimarlık açısından hiç ciddiye alınmamışlardı. Ne zaman ki Atkins Mühendislik genç mimar Tom Wright (d.1957) tasarımı ile Burj Al Arab (Arap Kulesi) Otelini yelken anıştırmaları ile gerçekleştirdi, o zaman Dubai bir simge yapıya kavuştu. Biraz 39 yaşındaki Jorn Utzon’un (1918-2008) Sidney Opera Binası ile simgesel anlamda var olmayan kenti dünyaya sunduğu gibi…
Dubai’de dünyanın en yüksek yapısını kurmakla görevlendirilen Skidmore Owing and Merril (SOM) adına Adrian Smith (d.1944), (George J. Efstathiou, Marshall Strabala) önderliğinde gerçekleşen Burj Khalifa sakin ve narin yapılanması dışında bir simge yapı özelliği kazanamadı. Yalnız tüm mühendislik becerilerini kullanıp özlenen en yüksek yapı hedefine erişmişti. Mission Impossible (Ghost Protocole 2011) dizisinde Tom Cruise’un yapının cephesindeki camlara vantuzlu eldivenleri ile tırmanışı, o yapıdan Hollywood aracılığı ile belleklerde kalan oldu.
Çağdaş mimarlık tarihinde belki de mimarlık sevgisiyle en çok özdeşleşmiş François Mitterrand (1916-1996) cumhurbaşkanlığı (1981-1995) döneminde bir bakıma Paris’te eksik olan Picasso Müzesi (1979-1985) Roland Simounet (1927-1996), Bastille Opera Yapısı (1984-1990) Carlos Ott (d. 1946), Ulusal Kütüphane (1988-1998), Dominique Perrault (d. 1952) Defence Alanı’nın Başı sonra Büyük Kemer (1985-1989) Johan Otto von Sprekelsen’in (1929-1987) kazandıkları yarışmaları “son seçici” kendisinin olması koşulu ile yüreklendirdi. Bu seçimlerde yakın dostu Ioh Ming Pei’e (1917-2019) danıştığı bilinir. En sonunda da “Benim de seçtiğim bir mimar ve mimari olsun” diyerek Louvre Müzesi’nin genişletilmesi ve “Cam Piramit” kazanıldı. Yeni bir mimarlık parlaması olarak izlediğimiz Mitterrand döneminde seçilen yapıların her birinin ağırlıklı simgesel değeri yadsınamaz. Ama Paris’te Eyfel Kulesi varken simge yapı gerekir mi? Zaten Centre Pompidou bile ilginç ve etkileyici olmaktan öteye gidebildi mi? Belki simgesel ağırlığı en yetkin olan proje kesinlikle Sprekelsen’nin Paris‘teki Zafer Takı’na çağdaş bir gönderme yapan ve “kültürlerin birlikteliği” çabasına hizmet eden Grand Arche de Defense yapısı olabilirdi.
Sprekelsen 1961’de ODTÜ’de hocalık yapmış, Tekin Akalın ve Dündar Elbruz’la bir yarışmaya katılmıştı. O zaman 32 yaşındaydı ve iyi bir tasarımcı olarak bilinirdi. Ama gösterebilecek belirgin bir yapısı da yoktu. Yarışmayı kazandığında paylaştığı özgeçmiş 4 satırdı. Bunlardan biri ODTÜ hocalığıydı ve bizi çok sevindirmişti. Çok sevilen ve yıllar boyu anılan “Danimarkalı” bir anıt eserin tasarımcısı olarak karşımıza çıkmıştı.
Dünyaya büyük tasarımcılar yetiştiren Britanya nedense uzun yıllar çağdaş mimarlığa sırtını dönmüştü. Çağdaş mimarlık tarihinin en üretken eleştirmenlarinden olan Royston Landau (1927-2001) Britanya Mimarlığında Yeni Yönelişler (New Directions in British Architecture) kitabını yazarken James Stirling’e (1926-1992) gitmişti. Sorguladığında en önemli eseri olarak Stuttgart Müzesi olduğunu kabullenen üstat, “Ne Britanya mimarlığı? Stuttgart’a git” diye esmişti. Gerçekten de son yıllarda Norman Foster ve Richard Rogers’ın büyük ölçekteki yapıtlarına karşın Londra hala Parlamento Yapısı, onun saat kulesi ve Londra Köprüsü ile simgelenir. Tıpkı Berlin’de olduğu gibi Doğu ve Batı’nın birleşiminden sonra hemen her şöhretli mimarın yer aldığı Yeni Berlin yapılanmasına karşın Berlin’in simgesi Brandenburg Kapısı değil mi? Örnekler uzar gider; Rem Koohaas’ın büyük bir yüreklilikle geçekleştirdiği CCTV Çin Televizyon Binası’nın hiçbir zaman Girilemez Kent’in (Forbidden City) yerini alamadığı gibi. New York’ta acıklı bir biçimde yıkılan İkiz Kuleler’in yerine yapılan Daniel Liebeskind’in (d.1947) alelade gökdelenini kim anımsıyor? Aynı biçimde üstün yetenekli mühendis Santiago Calatrava’nın o alanda yer alan bir biçim akrobasisi olan Okulus İstasyonu’nu? O alanda, simgesel yapı olarak hala Minoru Yamasaki’nin (1917-1986) ruhu gezinmekte.
Simgesel yapı tutkusu ve birkaç örneği sonunda geleceğimiz yer İstanbul’a simge yapı gereği saplantısı. İşi başa alırsak İstanbul için Topkapı Sarayı, gerisinde Ayasofya ve Sultanahmet’in eşsiz silüetinden daha etkin bir simge olabilir m? Galata Kulesi? Sonunda geleceğimiz İstanbul Modern’in yer aldığı Boğaziçi’nin, yüzyıl boyunca oluşmuş kıyı yapılanmasının yanı başında sırf Renzo Piano tasarladı diye bir simge yapı beklemek ortama saygısızlık olmaz mıydı?
Yıllar önce önemli bir yarışmada yer alan hemen hemen, jürisinde olduğu için alamadığı Pritzker dışında, tüm mimarlık ödüllerinin sahibi Charles Correa, “İstanbul müthiş ve etkileyici. Ama o denli de kırılgan. Burayı çocuk parkı gibi görenleri engellemeliyiz” demişti.
Tüm bunları söyledikten sonra Melike Altınışık’ın Çamlıca Kulesi’ne hakkını vermemiz, özgün bir İstanbul simgesi olarak kabul edip sevmemiz gerek. Çünkü hem yeri uygun hem de mimarisi özgün.