Kuş Gözlemcileri, Yeni Yıl Dilekleri, Kabuslar ve Mimarlık

Mimar Ömer Selçuk Baz

2000’li yılların başlarında hem çalışıp hem de hiç bitiremediğim yüksek lisans eğitimime devam ederken Viyana’da aralıklarla sürdürdüğüm bir hobim vardı. Muhtelif havalı otellerin tuhaf kongrelerine kaçak girmek suretiyle açık büfelere dadanmak; yeterince ilgi çekici ise konuşmaları bir süre dinleyip arkadaşımla konunun uzaktan bakanları olarak dalgasını geçmek, geyiğini yapmak…

Bunlardan unutamadığım bir tanesi, şimdiki gibi bir yılbaşı arifesinde, dünyanın dört bir yanında yılda sadece üç hafta görülebilen kırmızı ibikli bir serçe türünün konuşulduğu toplantıydı. Kuşun envai özelliği, renkleri, tüyleri, sesi… Onlarca konuşmacı, yüzlerce dinleyici bu konunun akla gelemeyecek detayları etrafında dönüp duruyorlardı. Başlarda komik bulduğum bu toplantı ilerleyen saatler içinde bende bir hayranlık uyandırdı. İnsanın türlü türlü inceliklerin içine dalabildiğine ve çoğu zaman fark edemediğimiz bir hayat ile kuşatıldığımıza dair alabildiğine naif bir dünyanın içindeydik.

İnsan zihni tuhaf; unuta unuta yaşamına devam ediyor. Bu tuhaf toplantıyı da orada hissettiklerimi de çoktan unutmuş, mimarların ve mimarlığın dertlerinin konuşulduğu bir toplantıda oturuyorum. Her sözü alan, mimarlığın bir ince hastalığından, iş yapma koşullarının nasıl deforme olduğundan
bahsediyor. Mimarlığın tanımı, yarışmayla yapı yapma koşulları, kamunun ürettiği niteliksiz yapı stoğu konuşuluyor; konular o mecradan bu mecraya savruluyor. Bazen, nadiren, bir yerde, bir mekanda, bir an gelir ve kendiniz olmaktan çıkarsınız. Sanki her şeye sizin dışınızda bir yerden bakar, “Benim burada ne işim var?” dersiniz. Konuşulanlara yabancılığınızın, mesafenizin haddi hesabı yoktur; hatta oradan o an yok olmak istersiniz. Tam olarak bu donma anının içindeyken, elimdeki son kanepemi atıştırırken “kırmızı ibikli serçe” fotoğrafının yanından salona girdiğimi hayal ettim. Bu unuttuğum anı zihnime aniden düşüverdi. Salona karşı hissettiğim mesafe, konuşulanların
coğrafyada olup bitenlerle ilişkisiz ama saçma derecede incelikli hali, yıllar sonra benzer bir duygu dünyasına itiverdi beni.

Mimarlar teker teker çok incelikliydi; yapıların olmayacak detaylarından, işverenleri ile fantastik ilişkilerinden bahsediyor ama her nasılsa sanki hiç olmadıkları bir coğrafyanın, hiç olmayan koşulları içinde hareket ettiklerini düşünmek onlara iyi geliyordu. Sanki topluluk olarak bulunduğumuz coğrafyayı unutmak için mimarlık yapıyorduk ve hatta iyi mimarlık yapmak için bu koşulları unutmak tek yoldu. Unutmanın en derinde sağaltıcı bir yanı olduğunu kabul ediyorum ancak bu derin unutma ve yok sayma halinin ancak topluluk psikolojisi ile ilgisi olabilir diye düşünüyorum.
Bununla birlikte, derinlerde mekana dair birçok şeyin belirleyici gücü olduğunu düşünen bir
mimarlık fikriyle çatışmadan yaşamanın yolu da bu yüksek perdeden “ignore etme” refleksi
olabilir.

Nadir görülen bir serçe türü ile ilgili detayların konuşulduğu toplantıyı etkileyici bulabilirsiniz. Ancak mimarlık gibi görünür/görünmez şekilde her şeyin çerçevesini çizen bir disiplinin, etrafında olan bitene bu denli mesafeli oluşunun anlaşılır bir yanı olamayacağında artık hemfikir olmalıyız. Abdi Güzer’in yazısında bahsettiği “eleştirel mesafe” öyle bir mesafe haline gelmiş durumda ki temas etmek ve ilişkilenmek artık neredeyse imkansız. Önünüzden geçen, mekana dair her tür dert
bu mesafe ile birlikte uzaklarda görünmeyen bir noktaya dönüşüyor. Bununla birlikte coğrafyamız nesneler üstü bir mimarlık-mekan ilişkisi konuşmak için inanılmaz bir laboratuvar. Üstelik mimarlık nesnesi konuşmak da bana göre aşağı görülecek bir uğraş alanı değil; keşke farklı cephelerden yapılabilseydi…

Bir türlü bitiremediğim ve Yasemin Hanım’ı oyaladığım yazının buraya kadar olan bölümünü gece geç saatlere kadar güç bela toparlayıp yatıyorum. Sergisini hazırladığım “yılbaşı ağacı” konulu bir içeriğin ve yakın zamanda katıldığım muhtelif “seçkin” mimar toplantılarının etkisiyle tuhaf bir kabusun içinde buluyorum kendimi… Tepesinde mavi ibikli bir serçe olan, eğreti bir yılbaşı ağacının etrafında homurdanarak kendi kendine konuşan bir mimar topluluğu var önümde. Herkes aynı anda anlaşılmaz bir tonda konuşuyor. Sonra dikkatli bakınca tüm katılımcıları teker teker tanıyorum aslında. Konuşuyorlar ancak ağızları yok; homurtunun sebebi bu… Rüyamda dahi bu sebep-sonuç
ilişkisine takılmış olmaktan ötürü kendime kızarak ne dediklerini anlamaya çalışıyorum ve homurtular giderek daha net hale geliyor: 2021 yılının mimarlık mevzuları konuşuluyor bu
ağacın altında.

Yeni açılan AKM tartışması sürüyor bir köşede: “O merdiven artık olamayacak” diyor birisi… “Ticari bir proje” diyenleri “Yeni bir kültür odağı olarak İstanbul kent hayatına katılmış olması çok iyi oldu” görüşü takip ediyor. Dalların ve kırmızı süslü seramiklerin arasından kafasını uzatan ünlü bir mimar “Ben olsam şöyle şöyle yapardım” diye giriyor söze. Cephesinden Gezi Olayları’na, madde olarak mekanından Taksim Meydanı’ndaki anlamına kadar bu derece önemli bir yapıya ilişkin ancak “rüyamda” görebileceğim çeşitlilikte bir tartışmaya şahit oluyorum.

Ağacın sol tarafında Galataport sohbeti dönüyor: “AVM’den başka bir şey değil” diyenleri, “İstanbul’u ve Boğaz’ı hiç bu açıdan görmemiştik” diyenler izliyor. Antrepo yapılarının korunma olasılığından, bizim gibi memleketlerde bunun imkansızlığından, Piano’nun yeni İstanbul Modern yapısına ve
önündeki meydana konuşmalar dalgalanıyor. Cruise gemilerini bloke edecek, katlanan levhaları övenlerle cephe tasarım dilinin çeşitliliğini beğenenler ve eğreti bulanlar arasında tartışma sürerken “Proje toplumla hiç paylaşılmadı, öylece tepeden indi bir kere” diyen daha “sosyalist” mimarın sesi kalabalıkta kayboluyor.

Dallarının bir bölümü yanmış ağacın ön kısmında, sanat meraklısı üç kişi Contemporary
İstanbul ile ilk defa neye benzediğini gördüğümüz Haliç Port projesini konuşuyorlar. Dönüşüm projesinin Haliç dokusuna vereceği zarardan tüm yerleşimin kamu yararı fikriyle başlayan ve gelişmiş bir yatırım projesine dönüşen hikayesi, homurtular içinde tartışılıyor. Sanatın bu endüstriyel karaktere nasıl yakıştığından ve aynı zamanda ne kadar ticari olduğundan bahsedilirken, 25 yıl sonra bu mekanı ilk kez gördüklerinden söz ediyor insanlar.

Ağacın çevresindeki homurtular, sosyal konutun memleketteki imkansızlığından kamusal alan denemelerinin neden başarısız olduğuna, İBB’nin açtığı yarışmaların sonuçsuzluğuna kadar genişleyen bir çeşitlilikte savrulurken kendimi A0 kağıt boyutunda devasa bir Cem Dinlenmiş karikatürü içinde gibi hissediyorum. Bu kadar homurtunun içinde tam “Yaşasın yazacak birçok konu buldum!” diye düşünürken elinde içkisiyle yanıma bilgece yaklaşan hocam “Eleştirel mesafeyi korumalısın Selçuk” diyor ve ben uyanıyorum…