“Eleştiri”* Persona non Grata
Mimar Ömer Selçuk Baz
Coğrafyamızda eleştirel kültürün gelişmemiş olması yerli yersiz dile getirilir, nerdeyse istisnasız her alanda. Siyesetten sinemaya, arkadaş ilişkilerinizden iş hayatına kadar süren bu kültürel ketumluk, arka kapılar ardında umarsız saydırmalara, çekiştirmelere dönüşür. Ve bu riyakar tutum, azıcık tuhafsansa da kabul gören davranma biçimi olarak kodlarımıza yerleşiktir.
Her meslek alanında öyle midir bilemiyorum, ancak mimarlık topluluğu da bu kötü huydan payına düşeni fazlasıyla almış görünüyor. 1980’lerde ve 1990‘larda rivayet edilen mimarlık alanına eleştirel bakış, konuşulduğu biçimiyle hiç var oldu mu bilmiyorum; ama yerini bazen sipariş üzerine gelişen, ölçüsüz, övgü metinleri ile dost sohbetlerinde “O da mimarlık mı ya?” arasında bir yere bıraktığı çok açık.
Pek çok iş alanının bu çerçevede davranmasını anlayabiliyorum; bir kültürel davranma biçimi, eğitim mevzusu diye geçiştirebilirim. Ancak mimarlık eğitimi gibi özünde, kuruluşu eleştiri üzerine inşa edilmiş bir disiplinin bu davranış kalıbı içinden çıkamıyor olmasını kavrayamıyorum(!). Kavrayamıyorum derken, “usulen” öyle… Esasen hepimiz nedenini bal gibi de biliyoruz. Herkes kendi halinde akıntılarda boğuşan mimarlık gemisinde bir diğerinin ayağına basmak istemiyor. Açıkça konuşanlar ya mimarlık yapmaktan/ortamından umudunu kesmiş olanlar ya da kara kuzgun olmakla gerile gerile övünebilecek bir azınlık. Peki, bunların arasında bir yerde, kimliklerden uzak, kişiselleştirilmeyecek, yapılana edilene odaklanan bir mimarlık eleştiri dizisi – yazısı neden yok?
“Hiç mi yok be kardeşim!” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, neredeyse hiç yok! Vakti zamanında bunu yapmaya girişen ve yeltenenler de kanaatimce sonuç alamayacaklarını düşünüp bu kültürel konfor alanına doğru tıpış tıpış çekilmişler. MİM programının birinci konuğu Abdi Güzer -ki kendisi bence muhteşem bir hatiptir- programın ekseriyesinde Nevzat Sayın’ın “Abdi, muhteşem mimarlık eleştiri yazılarından sonra bu alanı nerdeyse tamamen terk etmenin nedeni ne?” sorusuna cevap vermeye dahi yeltenmiyor ya da 2000’lerin başında Han Tümertekin’in yanılmıyorsam Arredamento’da yayınlanan esaslı mimarlık eleştiri yazıları bir türlü sürdürülemiyor. Esas konu, mimarlık ortamında bunu yapabilecek karakterlerin fazlasıyla mevcut olması. Ancak bunun beyhude ve çokca zahmetli, hatta müthiş alıngan mimarlık ortamında yaratacağı etkilerden çekiniliyor. Ama yine de ortamda dokunduğunuz nerdeyse her zat, eleştiri eksikliğinin yarattığı çölleşmeden, kısırlıktan yakınıyor.
Benim bu yersiz “Memlekette, neden mimarlık eleştirisi yok?” başlıklı yazımın sebebine gelecek olursak… Geçtiğimiz ayki Milliyet Mimarlık ekinde, sevgili Suha Özkan’ın “Antakya Müze Otel” ile ilgili bir yazısı yer aldı. Suha Özkan, yazısının son bölümünde, benim Müze Otel ile ilgili eleştirel yazımdan bir alıntıya yer verdi. Kendisi son derece zarif bir şekilde yayın öncesi yazısını benimle de paylaştı. Yazısında, hakikaten birçok açıdan çok etkileyici Arolat yapısını üstün yönleri ile tanımlıyor ve son bölümde yazısını benim de bu yapıyı teknik ve estetik üstünlükleri üzerinden tarifimle bitiriyor. Ancak, yazımın özü tabii ki Suha Özkan’nın alıntıladığı bölümden ibaret değildi. Hatta esasen, nerdeyse bu parlak mimarlığın ardında gizlediği kaygan zemine yaslanıyordu.
Anımsayalım, “Antakya Müze Oteli, Zırlamalar, Kaygan Zemin ve Kamu Yararı Adına…” başlıklı yazı şöyle başlıyordu: “Lafı dolandırmadan en son soracağımı başta yazayım: “Mimarlığı ne kadar iyi olursa olsun, 2500 yıllık bir Roma dönemi arkeolojik kalıntısı üzerine otel yapılır mı?”
Ve şöyle bitiyor: “Ben görüyorum ki, zemin kaygansa bazen ne kadar iyi mimarlık yaptığınızın hiçbir önemi kalmıyor. Sizi de her şeyi de içine çekiyor. Bütün bu ve diğer “mırıldanmalar, mızmızlanmalar” bundan. Keşke daha gerçek kavgalar edebilseydik şimdiye kadar. Bu yazıyla birlikte dertsiz başıma bela aldığımın da farkındayım, bir tarafın temkinli bir Arolat övgüsü, Emre Bey’in haksız bir kritik ve diğer bir “guruldanmalar” fikri üzerinden hafiften bileneceğinin de ayırdındayım. Olsun… Esas olan şu; ulu mimar ve her şeyin panzehiri mimarlık düşüncesi yükünden, totemleşmiş kağıttan kaplan mimar hayalinin bir yerinden ayağına dolansak beraberce, dokunup azıcık silkelesek, şu hepimizin olana odaklansak, mimarlığın çoğu zaman daha önemsiz olabileceğini de konuşsak, bu mevzuları büksek, üzerinde dolaşsak benim için kafi, kimseye yaranamamaya da razıyım.”
Bu yazının yazılmasının üzerinden iki yıl geçti ve hala ve hatta daha da sert biçimde aynı yerde duruyorum. Coğrafyamız bir çeşit “Vahşi Batı” kanunlarıyla imar ediliyor. Emsaller, yoğunluklar, yükseklikler bir yana, ayrıcalıklı imarın, mevzuat deliklerinin içinden geçen mimar tipinin el üstünde tutulduğu bir yer burası. Hepimiz halihazırda bu “kriminal” sistemin parçasıyız. Üstelik mimarlık yapmıyor, üretmiyor olmanız sizi suç ortağı olmaktan tam olarak kurtaramıyor. “Hepimiz eşitiz ama bazılarımız daha eşit” oksimoron değinmesindekine yaklaşarak, az ya da çok tasarlıyor, düşünüyor, yazıyor ve hatta yazmıyoruz.
Eee mimarın da en iyi yaptığı işlerden birisi, malum “self rasyonalizasyon” mekanizmasını mükemmelen işletmek. Bu “Vahşi Batı” kanunları içinde kendine umarsız yollar, kanallar açma kabiliyetine sahip birer süper(!) figürüz.
Cinayetin, zorbalığın, banka soygununun, kuralsızlığın hakim olduğu bir coğrafya ve zamanı, referansla inşaat ortamımıza benzetmem biraz abartılı olmuş olabilir. Ancak dikkatle bakarsanız her güç sahibi “yatırımcının” kendi kurallarını yazdığı, yazabildiği bir dünyanın araçları olarak mimarları “kriminal” olarak tarif etmenin o kadar da ters olmadığını görebilirsiniz.
Kimileri “Robin Hood”, kimileri “Al Capone” ve kimin nereden baktığına göre karakterlerin öyküleri değişip duruyor. Bu pozisyon, mimarlık eleştirisini ve yeri geldiğinde anlamlı, yürekten övgüsünün değerini hiç mi hiç azaltmaz. Aksine anlamlı, samimi bir yerginin, övgü ve takdirleri daha da anlamlı bir yere taşıdığını düşünüyorum. Ayrıca tek başına kalmış övgünün, kaybolmuş ve tatmin edemeyen, dumansı, cılız bir hali var.
Bu eleştirinin baş köşesinde “Müze Otel” duruyor gibi görünebilir. Değil; öylesi samimiyetle haksızlık olur. Bu argümanın merkezinde, kaygan zeminden müteşekkil mimarlık ortamımızın ürettiklerine bakma şeklinin genişliği ya da miyopluğunun ürettiği sert bükülmeler var. Bu bükülme, bizi gerçek ucundan tutup rehberlik edebilecek bir eleştiriden ilelebet mahrum bırakıyor. Çokluğumuz, ürettiklerimiz bir arada gibi duran, birbirini hiç görmeyen, gördüğünün ne olduğunun farkında olmayan adalar gibi.
Sanıyorum öyle tuhaf bir anda yaşıyoruz ki; nesneler, paketler ne kadar afili olursa olsun, gelecekte ne yaptığımızdan çok, ne yapmadığımızla ve bunları nasıl konuşup konuşmadığımızla anılıyor olacağız. Ya da umarım…