Neyran Turan: “Bienallerde üretilen fikirlerin kentlerin ve mimarlığın gelişmesine katkıda bulunması gerekiyor…”
Venedik Bienali’nin 17. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nda bu yıl Neyran Turan’ın küratörlüğünde “Ölçü Olarak Mimarlık” başlıklı proje yer alıyor. Serginin kavramsal içeriğini “Mimarlığı çevrenin yeniden tahayyül edildiği bir ölçü olarak düşünebilir miyiz?” sorusu üzerine kuran Neyran Turan ile bu sorunun yanıtlarını, pandemi nedeniyle açılışı iki kez ertelenen serginin zorlu hazırlık sürecini ve kendi mimarlık yolculuğunu nasıl biçimlendirdiğini konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
Mimarlık yolculuğunuz nasıl başladığını ve yolunuzun Amerika’ya nasıl uzandığını kısaca sizden dinleyebilir misiniz?
NT: Mimarlık serüvenime İstanbul Teknik Üniversitesi’nde başladım. İnternet, okulu bitirdiğim yıllarda kullandığımız bir düzlem değildi. Hatta okulda seri yayınların olduğu bir kütüphane vardı ve çok iyi kitapları alamıyordunuz bile, orada okumanız gerekiyordu. Yani bilgiye ulaşmak zor ve önemli bir şeydi. Şu anki gibi zaten önümüzde değildi her şey, hep aramak zorundaydık. İşte o zamanlarda başka yerlerdeki eğitimlerin nasıl olduğunu, mimarlığın nasıl olduğunu merak ettiğim için arayışa girdim. Birkaç yıl İstanbul’da çalıştıktan sonra Amerika’ya gelerek Yale Üniversitesi’nde master yaptım. Ardından yeniden İstanbul’a döndüm. Sonra bir şeyleri biraz daha irdeleme isteğiyle Harvard Üniversitesi’nde doktoraya başladım.
Amerika’da farklı okulları ve kentleri tecrübe etmek bakış açınıza neler kattı?
NT: Yer değiştirdikçe farklı kültürleri görüyorsunuz, her okulun farklı bir ortamı var. Amerika’daki ve Türkiye’deki eğitim sistemleri farklı ama Yale’den Harvard’a gidince okullar da farklı, kentlerin mimarlık kültürleri de. Doktorayı bittikten sonra çalışmaya başladım. Houston’da Rice Üniversitesi’nde eğitimci oldum. Mimarlık eğitimi anlamında Rice Üniversitesi çok iyi bir okul. Bir Türk Texas’ta yaşarsa ne olur? İlk başta tabii çok afalladım kültürel olarak. İnsanların caddede yürümediği, her şeyin arabaya bağlı olduğu bir şehirdi Houston. Şehircilik ve çevre açısından en kötü şehir örneği olarak gösterilebilecek bir kentti. O da ayrı bir tecrübe oldu benim için. Şu anda California’da, Berkeley Üniversitesi’ndeyim. Texas ve California’yı yan yana koyunca hem politik anlamda hem de şehir olarak siyah ve beyaz gibi iki zıt kültür. Amerika içinde çok yer değiştirmiş olmak bile beni çok eğitti.
Harvard, Yale, Berkeley her mimarlık öğrencisinin hayallerini süsleyen okullar. Benzer hayaller kuran genç arkadaşlara söylemek istediğiniz şeyler var mı, kendilerini nasıl hazırlamalılar?
NT: İnsan kendi hikayesini anlatırken sanki yıllar öncesinde bunları planlamış gibi anlaşılıyor. Oysa ki bazen tesadüfi şeylerle karar veriyor insan. Her verilen karar da filtreden geçirilmiş, üzerinde çok düşünülmüş kararlar olmuyor tabii. O zamanlar beni en çok motive eden şey bir başkayı aramak gibiydi. Yani Türkiye ortamından memnun olmamak gibi değil… Öğrencilerin işi şimdi daha kolay, internet ile istedikleri bilgiye çok hızlı ulaşabiliyorlar. Her okulun web sitesine ulaşabiliyorlar. Ayrıca bu okulların bazı online derslerine uzaktan erişim de artık mümkün. Böylece hangi eğitimi almak istediklerine, hangi ortamda olmak isteyeceklerine daha bilinçli olarak karar verebileceklerine inanıyorum. Venedik Bienali küratörlüğünden sonra Türkiye’den birçok davet aldım, konuşmalara katıldım. Muhteşem öğrenciler var, ben çok heyecanlıyım Türkiye için. Çok güzel sorular geldi yaptığım sunumlarda, onların o kararları en iyi şekilde vereceğine inanıyorum.
Mete Sönmez ile birlikte kurucusu olduğunuz Nemestudio’dan söz edebiliriz belki biraz. Mimarlık ve kentsel ölçekte projeler ve araştırmalar yürütüyorsunuz. Kariyerinize akademik olarak devam ederken mesleğinizi pratik yaşamda da sürdürmeye nasıl karar verdiniz?
NT: Mimarlık mesleğinde çok farklı bakış açıları, çok farklı yorumlamalar olabiliyor. Örneğin, bina tasarımı yapan ve akademiye çok yaklaşmayan mimarlar olabildiği gibi, tam tersine akademide yer alıp dersler veren ve çok fazla mimari tasarımla ilgilenmeyen, hatta ona karşı olan mimarlar bile bulunuyor. Çok klasik bir cevap olacak belki ama benim için bu ikisi birbirini besleyen öğeler. Eğer ben tüm zamanımı sadece ders vermeye, kitaplar yazmaya ve konuşmalar yapmaya ayırırsam kendimi eksik hissediyorum. Bu çok düşünerek vardığım bir nokta değil, tamamen zevk aldığım bir şey: Elimin kirlenmesini, tasarım yapmayı, bir şeyler ortaya koymayı istiyorum. Nemestudio da ilk başta yarışma projeleri ve küçük ölçekli tasarımlarla başladı, şimdi biraz daha ölçeği büyütmeye çalışıyoruz. Tasarımla birebir ilişkide olmak isteyen bir ofisiz. Akademide olmamın avantajıyla spekülatif diyebileceğimiz, yani bir müşteri gelmeden kendi kendimize yaptığımız projeler de var. Bu ikisini hep dengede tutmaya çalışıyoruz, çünkü ikisinin de önemli olduğunu düşünüyoruz.
Nemestudio aynı zamanda dünyanın hemen her yerinde çeşitli bienallerde, müzelerde, sergi alanlarında da yer alıyor. Mimarlığın bu tür kavramsal üretimleri size ne tür bir zihinsel esneklik kazandırıyor?
NT: 20 yıl önce çok sınırlı sayıda mimarlık bienali vardı. Son yıllarda bir bienal patlaması oldu aslında. Mimarlar sergiler için daha çok üretim yapmaya başladılar. Bir anlamda “bienal mimarlığı” gibi bir şey de oluşmaya başladı. Bu hoş bir şey aslında ama bunun bir ileri aşaması da olması lazım bence. Bienallerin iyi tarafı, farklı türde mimarlıkların üretilmesini sağlaması, kalıpların üzerine çıkabilme yetisini getirmesi. Son yıllarda bienaller ve sergiler sayesinde mimarlar farklı farklı becerilerini kullanmaya başladılar. Bunu pozitif olarak görüyorum; çünkü, konvansiyonel anlamda yapılan mimarlığa da getirileri oluyor bunların; burada üretilen fikirlerden yararlanıyoruz. Bir disiplinin dışına çıkıp sorgulamamızı sağlıyor. Daha da ötesi izleyiciler mimarlarla angaje oluyor. Bienal olduğu zaman mimar olmayanlar mimarlığa bakmaya, öğrenmeye geliyor. Bienaller mimarlığın gelişmesi, değişmesi ve kendini analiz etmesi için etkili bir tartışma ortamı yaratıyor.
Öte yandan da bu fikirlerin sadece bienalde kalmayıp yaşadığımız kentlere, mekanlara veya mimarlığın gelişmesine katkıda bulunduğunu görmemiz gerekiyor. Belki bir 10 yıl sonra daha iyi göreceğiz bu katkıları. Geçtiğimiz 10 yıl bir patlama oldu, çok fazla sergi oldu. Onlar hakikaten önümüzdeki yıllarda bir değişiklik yaratmazsa o zaman hep beraber “Aslında güzel sergiler yapıldı ama olmasa da olurmuş” diyeceğiz.
Venedik Mimarlık Bienali’ne gelmeden önce siz zaten akademik olarak uzun süredir mimarlık ve şehircilikte alternatif çevresel tahayyül biçimleri üzerine çalışmalar yürütüyordunuz. Mimarlık ve coğrafya, mimarlık ve gezegen arasında farklı sorgulamalar ortaya koyuyordunuz. Bu çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
NT: Haklısınız, benim Amerika’ya gelmemle birlikte başlayan bir süreçti bu. Buradaki okul kültürleri, tartışmalardan da etkilenerek ve onlara bir cevap olarak kendimce geliştirdiğim bir rotaydı belki de. Yale Üniversitesi’nde hazırladığım tezde denizlere şehircilik gözüyle bakmaya çalışmıştım. Deniz üzerindeki petrol tesisleri, gayrimenkul projelerinin parselleri gibi denizi kutulara bölüyordu. Biz mimarlar genellikle yapı ve etrafındaki kent ölçeği üzerinden düşünüyoruz; daha büyük ölçeklerle her zaman ilişki kuramıyoruz. O yıllarda Dubai gibi kentlerde mimarlar çok büyük ölçekte projeler yürütmek üzere davet edilmeye başlamıştı. Harvard Üniversitesi’nde doktora yaparken birkaç arkadaşımla birlikte “Mimarlar olarak bu denli büyük ölçekte düşünmeye veya cevap vermeye hazır mıyız? Böyle bir eğitimimiz ve becerimiz var mı?” gibi tartışmalar başlamıştık kendi aramızda. Ardından New Geographies diye bir dergi çıkardık. Zamanla dergi çok ön plana çıktı ve bizimle benzer şekilde düşünen coğrafyacıları, mimarları, şehircileri bir araya getirdi. Böylece kafamdaki fikirler ilerledi ve İstanbul Boğazı’nın jeopolitik durumu ve şehircilik ilişkileriyle ilgili bir tez yazdım. Sonra öğrencilik bittikten sonra kendi kimliğimi daha çok bulmaya başlarken gezegen ve coğrafya ölçeğinden baktıkça mimarlık konularından uzaklaşmaya başladığımı fark ettim. Ölçekleri radikal şekilde değiştirmeye çalışan bir tarafım olsa bile, aslında daha konvansiyonel, bina ölçeğini seven biriyim ve bu yanımı görmezden gelemiyorum. Çünkü radikal rotalara doğru gidenler için bina çok daha konvansiyonel, klasik bir rotadır.
Sonrasında 17. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nun açık çağrısına katılma kararını nasıl aldınız?
NT: 2019 yılında o açık çağrıya başvuran hiçbir proje nasıl bir süreç yaşayacağını bilmeden başvuruyordu. Belki bazıları bilseler başvurmazdı bile, çünkü pandemi nedeniyle yaşanan ertelemeler dolayısıyla süreç çok uzadı. Üstelik belirsizliklerden dolayı stresli de bir dönemdi. Açık çağrıyı görünce böyle bir çalışma yapmak için doğru bir zaman olabileceğini düşündüm. Başvurdum, sonra finale kalanlardan ekstra bir çalışma daha istendi. Seçildikten sonra yaklaşık 5 ay boyunca pandemisiz çalıştık. Projenin o döneminde ana hatları çizilmişti aslında; o ilk dönemde hazırladığımız ve şu an yayında kullandığımız bir çok unsur var. Tam o sıralarda benim Architecture As Measure isimli kitabım da yayınlandı. İngilizce yayınlanan bu kitap içinde Nemestudio’nun projelerinin de olduğu, genel olarak sözünü ettiğim bu araştırmaları aktardığım, Türkiye Pavyonu’ndaki konuyla doğrudan alakası olmayan bir kitaptı. Türkiye Pavyonu’ndaki sergi sanki o kitaba ilave edilebilecek yeni bir bölüm gibi gelişti.
Pandemi döneminde çalışmalarınızı nasıl sürdürdünüz? Proje bu süreçten nasıl etkilendi?
NT: Pandemiden sonra çalışma şeklimiz biraz değişti. Bir bilinmezlik dönemiydi; acaba bienal diye bir şey olacak mı, olamayacak mı diye sorguladığımız, sıkıntılı bir süreçti. Belirlenmiş tarihler iki kez ertelendi ve bienal Mayıs 2021’de nihayet açıldı. Aslında ilk bakışta, mimarlara projeler üzerinde çalışmak için bir yıl daha zaman eklendi diye düşünmek çok normal; ki bizde de öyle oldu ama total anlamda bakınca bu çok ideal bir senaryo değildi. Sonuçta mimarların başka işleri de var, çeşitli kısıtlamalar altında yürüttükleri projeler var, herkesin bu kadar zamanı ve bütçesi yok bu hazırlığı 2 yıl sürdürecek. O açıdan çok zorlanan takımlar oldu, bizim için de çok zorluydu tabii ki.
Pandemi bizim projemizi iki açıdan etkiledi bence. Birincisi, konuştuğumuz konunun yani iklim değişikliği ve onun etkilerinin ne kadar acil bir konu olduğunu bir kez daha anlamış olduk. Gündelik olanla gezegensel durum arasındaki ilişkiye Covid’den daha iyi bir örnek verilemezdi. Covid 19, insanların çok büyük ölçeklerde doğayla olan tuhaf ilişkisinden, kaynak sömürüsünden, yani hayvanların ve insanların yaşam dengesinin bozulmasından kaynaklandı. Yani virüs bu şekilde yayıldı ve hepimizin gündelik hayatını değiştirdi. İster istemez projeye uygun bir zemin de yaratmış oldu. Tartışmalarımız daha da yoğunluk kazandı, içeriği de ona göre değiştirdik.
Pandeminin çalışmalarımıza ikinci etkisi ise şu oldu: Sergiye ek olarak yayınladığımız bir web sitemiz var. Genelde bu tür sergiler için çok kısa sürede bir sergi kataloğu üretirsiniz. Bizde hızlı üretim bir basılı kitap yerine, zamana yayılan bir web sitesi fikri vardı en baştan beri. Mayıs 2020’de serginin açılmasından sonra Kasım 2020’ye kadar 6 aylık süreye yayılan ve katman katman büyüyen bir web sitesi olarak düşünmüştük. Sonra serginin açılışının ertelenmesi nedeniyle uzayan süreyi değerlendirip yayını daha önce başlattık. Bu da pandemi sürecini, açılışın ertelenme sürecini serginin bir parçası haline getirmek gibi bir şey oldu.
Architecture As Measure isimli kitabınızın içeriğiyle serginin içeriği arasındaki benzerlik ve farklılıklar neler?
NT: Serginin kitapla aynı ismi taşıyacak olması baştan beri bir tartışma konusuydu. Aynı ismi kullanırsak sanki sergide bu kitabı sunuyormuşuz gibi anlayanlar da olabilir diye çok düşündük. Evet, böyle bir riski vardı ama yine de tutmalıydık, çünkü aynı teorik pencereden çıkan iki projeydi. “Architecture as Measure” aslında benim 2019’dan 5-6 yıl kadar önce üzerinde çalışmaya başladığım, yazılarımı ve projelerimi harmanladığım, biraz önce sözünü ettiğim “gezegensel tahayyül” diyebileceğimiz, mimari açıdan yeni yaklaşımların gerekliliğini savunan bir kitap. Son yıllarda mimarlıkta özellikle iklim krizi nedeniyle gelişen yaklaşımların olduğunu, onların üzerine gidip başka bakış açıları geliştirmemiz gerektiğini savunan bir kitap.
Çevre sorunlarını tartışırken doğanın dengesinin bozulduğu düşüncesi var. Öncelikle hangi doğa? Gezegenin her noktası artık şehirleşmiş durumda, her noktasından bir kaynak çıkarımı var. Ayrıca insan-doğa ilişkisi açısından bakınca sanki biraz daha apolitik bir söylem ortaya çıkıyor. Sanki doğanın dengesini bütün insanlar birlikte bozduk gibi anlaşılıyor. Aslında tamamen öyle değil; sizin ya da benim doğaya olan etkimizle bir petrol şirketinin etkisi çok farklı. Bazı ülkeler, bazı şirketler, bazı gruplar çok daha fazla zarar veriyor dünyaya. Bu eşit dağılımlı bir etki değil. Bu bakış açısının yetersiz olduğunu artık biliyoruz. Bu tip bir çevrecilik yaklaşımı, yeşil bina yaklaşımı çok üstte kalan bir yaklaşım; sorunun gerçek kaynağına inemeyen bir yaklaşım. Veya mimarlık ölçeğinde sanki teknolojik çözümlerle iklim değişikliğini çözebiliriz yaklaşımlarını da yetersiz buluyorum. Çünkü bunun olmayacağını biliyoruz, o kadar kolay değil. Bu çok sistemik bir problem çünkü.
Kitap, bu yaklaşımların ötesine giderek “Başka türlü bir gezegensel tasavvurdan bahsedebilir miyiz?” sorusuyla yola çıkıyor. Ve buna yanıt olarak öncelikle iklim değişikliğinin bir doğayı koruma sorunu değil, kültürel ve politik bir sorun olduğunu fark edersek mimarlık bunun için ne yapabilir düşüncesi gelişiyor. Yani mimarlığın kendi işleyişinde de bu sistemik problemlerin, çevre adaletsizlikleri diyebileceğimiz şeylerin ve çevreyle ilgili olan her şeyin izdüşümü var. Biz kanunlarımızla, kullandığımız malzemelerle, kurallarımızla, her şeyle bu sistemin bir parçasıyız. Çevreyi nasıl algılıyorsak grafiklerimiz de ona göre gelişiyor.
Kitapta Nemestudio’nun yaptığı farklı projeler ve yaklaşımlarla bu konu işleniyor. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’ndaki sergide ise gezegensel ve gündelik arasındaki ilişkiye daha çok mimari ve inşaat kapsamında bakıyoruz. Aslında yeniliği, farklılığı bu. Biraz Türkiye konteksinde bu duruma bakıyoruz. Türkiye bağlamında inşaatın içindeki, iç işlerdeki politikaya bakıyoruz, iklim değişikliğiyle nasıl ilişkilendirildiğine bakıyoruz. Sergi kitabın inşaatla ilgili bir bölümü olabilecek bir proje aslında.
Bienal sergisi küratörlüğü sizin için nasıl bir deneyimdi? Neler öğrendiniz? Bu süreç size neler kattı?
NT: Bienaller kapsamında daha önce de çok sergi yaptım, grup çalışmalarında bulundum. Bu projenin belli katmanlarını, belli kısımlarını daha önce deneyimledim ama hepsini bir arada, bu şekilde yaşadığım bir proje olmamıştı. Çok değişik bir süreci vardı projenin; sanki büyük bir araştırma projesi gibiydi. Kitabımın da bir tür yansıması olduğu için kişisel bir hale de geldi benim için. Bir kitabı çıkarırsınız, kitabın tartışmaları olur hani, kitap da bitmemiş olur böylece. Benim için yıllar önce başlayıp katman katman süren bir iş oldu ve bir noktada da bitmesi gerekiyordu. Bir yerde kapanıp başka bir bölümün başlaması gerekiyordu. Çok değişik, çok öğretici bir tecrübeydi her açıdan. İnsanın kendi yazdığı bir kitabı tekrar değerlendiriyor olması aslında stresli de bir şey. Kitabı tekrar ele alıp onun üzerine bir şeyler koymaya çalışmak, başka insanları buna eklemlendirmek, katılımcılarımızın da seslerini duyurmak, onları da projeye katmak çok kıymetliydi. Dioramaları yani yerleştirmenin tasarımını da Nemestudio yaptı. Aslında ben bu projede hem küratör olarak hem de sergi tasarımcısı olarak iki farklı rolde bulundum. Dolayısıyla çok yoğun çalıştığım bir süreçti.
Bu kadar emeğin ardından pandemi nedeniyle sergiyi daha az insanın ziyaret edecek olmasını bir tür şanssızlık olarak değerlendiriyor musunuz?
NT: Mutlaka her katılan bunu düşünmüştür, keşke bu yıl olmasaydı da daha fazla kişi görseydi gibi. Açıkçası ben tam olarak o psikolojide olamadım; çünkü belirli bir süre biz bienalin gerçekleşeceğinden emin değildik. O bilinmezlikten bu sonuca gelmesiyle kendimi minnettar hissettim açıkçası. Çok insan gidemeyecekse bienal neden gerçekleşti diye de sorulabilir ama ben buna çok katılmıyorum. Çünkü Venedik Mimarlık Bienali’ndeki sergiler her zaman seçili bir gruba hitap ediyordu zaten. Aslında açılış sırasında oradaydım ve çok sayıda katılımcı vardı, çok gazeteci vardı. Pandemi biraz daha etkisini yitirdiğinde bir patlama olacağına inanıyorum. Bunu da pek kimse bilmiyor ama bienalin en büyük katılımcıları İtalya’daki okullardır. Onların bir eğitim programları var ve lise öğrencileri mesela eğitime geliyorlar buraya. Bence sergi yapan herkesin bunu düşünmesi lazım. O öğrencilerle serginin nasıl angaje olduğu çok önemli, sadece mimarlar için yapılmıyor bu sergiler. Dolayısıyla İtalyan okullarından öğrenciler yine gelecek. Kısaca genel bienal izleyicisi olan %80’lik grup değişmeyecek aslında. Mimarlar açısından bir azalma olabilir belki; ama onların da sergi başında veya sonunda dönemsel ziyaretleri olacaktır.
Bienalin genel sergisini ve diğer ülke sergilerini nasıl buldunuz? Önerebilecekleriniz hangileri?
NT: Pandeminin uzaması sebebiyle bienal katılımcıları olarak kendi aramızda Creators Collective diye bir grup oluşturduk. 60 ülkenin hepsi katılmadı buna ama biz katılanlar içindeydik. Bu grup ara ara buluştu, o yüzden diğer ülke pavyonlarını çok az gezebilsem de önceden zaten çoğunun içeriğini biliyordum. Genel olarak ana sergide 120 küsür proje vardı. 60 tane de ulusal pavyon var. Yani toplamda “Birlikte nasıl yaşayacağız?” sorusuna verilmiş 180 tane farklı yanıt var. Bu cevaplar arasında ben genel serginin Arsenale’de olan bölümünü gezdim, bize çok yakındı çünkü yeri. Ulusal pavyonları daha güçlü bulduğumu söyleyebilirim. Bunun birçok nedeni olabilir. Serginin kendisi de hoş ama bazı noktalara çok fazla ayak basıyor. Ulusal pavyonlarda da Japonya zaten yıkılacak olan bir binanın bütün parçalarını Venedik’e taşımıştı. Serginin içinde binanın parçalarını görüyorsunuz; bazı bölümleri binanın Venedik’teki inşaatında çalışan kalfalar tarafından yeniden birleştiriliyor. Burada birkaç tane enteresan tartışma var bence: Bir tanesi işçilik; İtalya’daki bir işçinin onu yapabilmesi. Diğeri, yıkılan bir binanın tekrar canlanması; binanın bütün malzemelerini görüyorsunuz. Binayı bina yapan tüm ögeler sergilenmiş durumda. Bence çok basit ama duru ve güçlü bir duruşu var.
Finlandiya sergisi de çok ilgimi çekti. Bir araştırma projesi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bir konut tahsisi olmuş. Ahşap işi yapan şirket modern evler geliştirmiş, sonra onlar dünyaya da pazarlanmış. Çok spesifik bir konuya bakıyor ama konuyu iyi işlemiş. Amerika’nın pavyonu da ilginçti. Amerika’da insanların %90’ı tekil evlerde yaşıyor. Bu evlerin de basit ve herkesin yapabileceği belirli bir inşaat tekniği var. O tekniğin üzerine giden bir proje ve serginin çok büyük bir binası var. Tabii onu da söylemek lazım bazı pavyonlar Giardini’de, bazı pavyonlar Arsenale’da. Giardini’deki pavyonlar Amerika, Avrupa ülkeleri falan ve onların kocaman kendi binaları var. Ve her gelen ilk başta Giardini’ye gidiyor. Yani Bienal’e 100 kişi geliyorsa onun yüzde kaçı Türkiye pavyonunu görebiliyor emin değilim. Tüm sergi alanı içinde görünürlüğümüz daha az. Amerika pavyonunda da o büyük binanın önünde o ahşap evlerden inşa etmişler ve çok ilginç duruyor, içinde gezebiliyorsunuz.
Bundan sonra ufukta sizi ne tür yeni projeler bekliyor?
NT: Aslında ufukta birkaç tane yine sergi ve spekülatif kavramsal projeler var, bu tür işlerimiz devam edecek. Onun yanında daha müşteri bazlı projeler de gelmeye başladı. Mimarlık üzerine yaptığımız tüm bu konuşmalar proje pratiğimizi nasıl etkileyecek, merakla ve heyecanla bekliyorum. Bir mimar inşaat yaparak da çok şey öğreniyor. Tüm bu teorik çalışmaların pratiği nasıl etkileyeceğini, gerçekten elimiz kirli şekilde yaptığımız, inşa ettiğimiz şeylerin spekülatif, kavramsal yönümüzü nasıl etkileyeceğini deneyimlemiş olacağız. Pratik ve kavramsal üretimlerimizi bir arada sürdürdüğümüz sürece heyecanla çalışabileceğimi, ama bir tarafın diğerini ele geçirmeye başlaması halinde kendimi tekrar eder duruma geleceğimi düşünüyorum. Çünkü ikisi birbirini besleyebiliyorsa yenilendiğimi düşünebiliyorum.
Çok teşekkür ediyorum Neyran Hanım. Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
NT: Milliyet Gazetesi’nin içinde böyle bir projenin olması çok heyecan verici bunu söylemek istiyorum. Hem Türkiye’deki mimarlık ortamı hem de mimar olmayan okuyucular için çok güzel ve heyecan verici bir proje; umarım devamı gelir. Bazı ülkelerde mimarlık, şehir kültürünün içine çok işlemiş durumda ve bunun her açıdan çok yararlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Belki sizinki gibi yayınlar bunun sağlanması ve oluşturulmasında önemli bir rol oynayacaktır.