Günümüzde ihtiyaç duyduğumuz mimarlık okulu nasıl bir eğitim modeli üzerine kurgulanmalı? Mimarlık eğitimi, içinde yaşadığımız yüzyılın hızla değişen ihtiyaçlarına nasıl uyum sağlayabilir, eski ile yeninin neresinde durabilir, geleneksel ile teknolojiyi nasıl bir araya getirebilir, farklı ağlar içinde nasıl farklı üretebilir ve ne tür alternatifler yaratabilir? Mimarlar ve akademisyenler cevapladı…
Derleyen: Yasemin Şener Çobanoğlu, Mimar
4. İstanbul Tasarım Bienali geçtiğimiz yıl “Okullar Okulu” başlığı altında Jan Boelen küratörlüğünde düzenlendi ve tasarım eğitimi hakkında bir tartışma başlatmayı hedefledi. “Bauhaus’tan 99 yıl sonra tasarım disiplini ve dünya çok farklı bir yerde olmasına rağmen tasarım eğitimi büyük ölçüde aynı kaldı” diyen Jan Boelen, denenip onaylanmış tasarım ve eğitim modellerinin dünyanın daimi kriz halini ele almak için ihtiyacımız olan cevapları sunamadığını savunuyor.
Peki, günümüzde ihtiyaç duyduğumuz mimarlık okulu nasıl bir eğitim modeli üzerine kurgulanmalı? Mimarlık eğitimi, içinde yaşadığımız yüzyılın hızla değişen ihtiyaçlarına nasıl uyum sağlayabilir, eski ile yeninin neresinde durabilir, geleneksel ile teknolojiyi nasıl bir araya getirebilir, farklı ağlar içinde nasıl farklı üretebilir ve ne tür alternatifler yaratabilir?
Mimarlar ve akademisyenler cevapladı.
“Tasarıma yönelik bilginin üretilmesi, değerlendirmesi ve paylaşılması stüdyo sınırlarını aşan bir ağ bağlamsallığı içinde kurgulanabilir.”
LALE ÖZGENEL
Doç. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü
Gündelik hayatın kapsadığı çeşitli durumların giderek dijital ortam ve ağlar üzerinden yönetilebildiği gerçeği ile yüzleşmekteyiz. Evden hasta takibi, internet üzerinden alışveriş, telekonferans, resmi bilgi ve belge edinebilme, para ve fon yönetimi gibi sayısız operasyonun herhangi bir hizmet sağlayıcı gerektirmeksizin doğrudan bilgisayar ortamı üzerinden yapılabildiği ve bunu sağlayan yazılımların ve arayüzlerin interdisipliner ortaklıklarla oluşturulduğu bir dünyada, mimarlık eğitimi ve inşa eyleminin de salt geleneksel akademi yaklaşımı ile yürütülmesinin çok boyutlu ve zamana uyumlu bir tasarım yetkinliği sağlayamayacağı düşünülebilir. Zira mimarlık eğitimi özünde tasarıma konu olan problemin ve/veya durumun olası her türlü boyutunun irdelenmesi ile başlayan ve olası senaryolar içinden önceliklendirme ve rasyonelleştirme yapılmasıyla sonlanan bir bilgi, fikir, tartışma ve yorum geliştirme eğitimi. Bir çeşit data yönetimi olarak da adlandırabilecek bu durum günümüzde hemen her meslek için edinilmesi gereken bir yetkinlik.
Mimarlık dünyasında edinilen bilginin yeni teknolojik mecralarda başka bir boyuta taşınmasıyla veya yeni anlamlar üretecek başka bir bilgiye dönüştürülmesiyle alışılmadık ve inovatif mimarlık ve tasarım durumları geleneksel mimarlık eğitimi içinde yaratıcı nişler ve kapsüller oluşturmakta. Çeşitli disiplinlerin katkısıyla şekillenen ve stüdyo/atölye odaklı konvansiyonel mimarlık eğitiminde gelenekselin yanı sıra bu yeni durumların ve interdisipliner bilgi yönetiminin mimarlığın öğretilmesinde daha etkin bir rol üstlenmesi beklenebilir. Bu rolün en etkin stüdyo ortamında gelişebileceğini ön görüyorum. Mimarlık okullarının ortak bileşeni olan stüdyo/atölye ortamı, dinamik bilgi akışlarını zamanın teknolojik olanakları üzerinden bünyesine tamamlayıcı, zenginleştirici ve çoğaltıcı katmanlar olarak eklemleyebilir. Farklı ağlar içinde, stüdyo ortamı geleneksel aktörleri olan stüdyo hocaları dışında yeni katılımcıların, kendi ağları üzerinden geliştireceği fikirlerle kreatif moderatörlükler şeklinde gelişebilir. Temsil araçlarının ve ortamlarının da dijitalleştiği günümüzde stüdyo/atölye eğitimi, odağına farklı disiplinleri ve teknik alanları alarak bilgiyi katmanlar olarak birlikte inşa ederek, geleneksel eğitim ortamına göre daha entegre ve deneysel süreçler içeren bir network ve iletişim ortamına evrilebilir.
Tasarıma yönelik bilginin üretilmesi, değerlendirmesi ve paylaşılması stüdyo sınırlarını aşan bir ağ bağlamsallığı içinde kurgulanabilir. Böylece tasarım stüdyosu/atölyesinin ‘odak’, kalan derslerin ise ‘servis’ olarak görüldüğü geleneksel eğitim modeli; programı oluşturan tüm bileşenlerin sağladığı bilginin tasarlama sürecini geliştirecek şekilde yönetilebileceği, sürece farklı aktörlerin dışardan eklemlenmesine ve katkı koymasına açık bir ağ ortamına dönüşebilir mi?
”Bütün mimarlık okulları aynı ‘kalıp’ içinde ele alınmasa ve bulunduğu yer, öğretim kadrosu, öğrenci niteliği gibi konular gözetilerek kendine özgü koşulları oluşturulsa daha verimli olunabilir.”
NEVZAT SAYIN
Mimar, NSMH
Sizin tanımınızla “İçinde yaşadığımız yeni dünya düzleminde mimarlık eğitiminin nasıl bir model üzerine kurgulanması gerektiği” sorunsalını “Mevcut durumu gözeterek Türkiye’de mimarlık eğitimi nasıl olmalı?” haline getirmekle başlayabiliriz. Çünkü bu konuda evrensel olanla yerel olan arasında esasa dair farklar var. Bu farkların kaynağını içinde yetiştiğimiz kültürel çevre, üniversite öncesi eğitim, devletin eğitim konusuna bakışı gibi içinden çıkılması zor meseleler oluşturuyor. Bu yüzden Türkiye’nin verili koşulları içinde daha iyi bir mimarlık eğitimi için yapılacak bir şeyler olup olmadığını tartışmak kullanışlı sonuçlara varmamızı sağlayabilir.
a. Bütün mimarlık okulları aynı ‘kalıp’ içinde ele alınmasa ve bulunduğu yer, öğretim kadrosu, öğrenci niteliği gibi konular gözetilerek kendine özgü koşulları oluşturulsa daha verimli olunabilir.
İTÜ, ODTÜ ile Dicle ya da Trakya Üniversitesi mimarlık okullarının aynı program üzerinden çalışma çabaları olmayacak duaya amin demek gibi bir şey… Bunun yerine okullar, bir tür ‘bölge okulu’ gibi davranarak proje ve ders konularını kendi koşullarını gözeterek belirleyebilir ve bu belirlemeye bağlı olarak istedikleri okullar ya da hocalardan destek alabilirler.
b. Bütün öğrencilerin aynı kalıp içinde ele alınması yerine, kendi eğilimleri doğrultusunda gelişmelerini sağlayacak bir okul olsa çok daha iyi olabilir.
2017 yılında katıldığım ODTÜ-diploma öncesi ve İTÜ-diploma projelerinin jürilerinden çıkardığım sonuç çok düşündürücü; üniversite sınavını kazananların en üst katmanından gelen bu öğrencilerin tembel olmadığı açık, bu aşamaya kadar geldiklerine bakılırsa başarılı oldukları da ortada; ama bütün bunlar jürilerde gördüğüm başarısızlıkları ortadan kaldırmıyor. Bu yüzden her öğrenci aynı şeyi, aynı şekilde yapmak yerine, yapmak istediği şeyin iyisini yapmaya yönlendirilse şayet, hem düşüncesini oluşturmak hem de düşüncesini anlatabilmek için uygun ifade araçlarını kullanmak konusunda desteklenerek çok daha iyi bir sonuç alınabilir.
c. Atölyenin temel eğitim mekânı olduğu kabulüyle diğer bütün dersler tarafından desteklenen, atölye merkezli bir mimarlık eğitimi üzerinde uzlaşılsa ve bu uzlaşma doğrultusunda her öğrencinin öğrenim hayatı boyunca işgal edebileceği bir masası ve dolabı olsa aidiyet hissi gelişebilir.
Başka görüşler olsa bile bana göre mimarlık eğitiminin ana mekânı atölyedir. Diğer bütün dersler atölyede olacak olanları desteklemek için vardır. Bugün neredeyse sadece “tashih almak” için gelen öğrencinin atölyede olması/kalması sağlanmalıdır. Çünkü benim gözlemim o ki; öğrenciler hocalardan çok birbirlerinden öğreniyor. Onların anlamlı bir biçimde bir arada olmaları sağlanabilse sonuç çok daha farklı olacaktır. Bu gelişme için rekabetçi bir eğitim yerine dayanışmacı, paylaşımcı ve katılımcı bir yöntem çok daha verimli olabilir.
d. Sadece çizmeye değil, yazmaya, film yapmaya, konuşmaya eğilimli öğrencilerin bu kulvarlarda iyi olmalarını sağlayacak destekler bulunsa öğrenim hem daha renkli hem de daha verimli olabilir.
Biraz önce çizmeye çalıştığım çalışkan ve başarılı öğrencilerin kayıtsızlıklarının nedenleri içinde bilmedikleri ve o güne kadar öğrenmedikleri bir yöntemle sonuca varmaya çalışmalarının istenmesi çok önemli bir paya sahip. Bu yüzden her öğrencinin başlı başına bir proje olduğu varsayımı ile ona özgü bir yol bulmak ve o yolu geliştirmek yaptıkları işi ciddiye almalarını ve böylelikle anlamlı bulmalarını sağlayabilir.
e. Birinci yıl, liseden gelen, çalışmaya alışkın öğrenciler için bir hazırlık sınıfı gibi değerlendirilerek bir ‘mimarlık kültürü’ sınıfı olarak kurgulansa ve diğer tasarım disiplinleriyle ortak derslerin ve ortak çalışmaların olduğu, yoğunlaştırılmış bir temel eğitim olarak ele alınsa çok daha iyi bir kaynak kullanımı sağlanabilir.
Üniversite öncesi eğitimin boşlukları mimarlık gibi çok geniş kapsama alanı olan bir konuda iyice belirgin hale geliyor. Bu yüzden diğer tasarım disiplinleriyle bir arada olmaları ve büyük amfilerde alınan derslerle hem bir arada olmalarının sinerjisi hem de bu sinerji sayesinde öğrenmeleri özendirilebilir. Geniş katılımlı dersler okulun kimliğini ve bu kimlikle birlikte öğrencinin kendi kimliğini oluşturmak konusunda azımsanmayacak bir katkıya sahiptir. Mimarlık tarihi, sanat tarihi, sosyoloji, felsefe, sanat, edebiyat gibi temel eğitim konularının birinci sınıfta ve bu şekilde ele alınması, sonraki sınıflar için çok önemli ve çok kolaylaştırıcı bir katkı sağlayabilir.
f. İkinci ve üçüncü yıllar mimarlık düşüncelerinin ve yapıp etmelerinin yoğunlaştırıldığı mimarlık dersleri ve atölyeleriyle donatılsa şimdi olduğundan çok daha iyi olabilir.
İlk yılın temel eğitimiyle devam eden öğrenciyi, ısınma turlarını tamamlamış bir sporcu gibi kabul edebiliriz. İkinci ve üçüncü yıllarda atölyenin yanı sıra yerinde yapılacak ‘kapı dışı çalışmalar’ın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mimarlık eğitiminin gerçekliğinin mimarlık pratiğinin gerçekliğinden ayrı bir şey olduğu söylenebilse bile değme noktalarının olmayacağı söylenemez. Bu değme noktalarının hissedilmesinin ortamı ise alan çalışmasıdır. Bu yüzden öğrencilerin gruplar halinde alanda olması, hem bir arada olmayı ve çalışmayı öğrenmeleri hem de konunun içine girmeleri için bulunmaz bir ortam sağlayabilir.
Öğrencilerin, ikinci yıl aynı ya da benzer konularda çalışmaları paylaşım, katılım ve ortak çalışma becerilerini arttıracaktır. Üçüncü yıl ise yatkın oldukları konulardaki kişisel ağırlıklı çalışmaları arttırılarak paylaşımcılığın yanı sıra becerileri de arttırılabilir.
g. Dördüncü yıla kadar eğilimleri belirlenmiş öğrenciler bu eğilimleri doğrultusunda yazı, çizi, film, maket, kitap gibi ifade kanallarını kullanarak bu konulara yakın olan hocalarla çalışsa ve diploma projesini de bu bağlamda sunsa okul sonrasına çok daha iyi hazırlanabilirler.
Son sınıfa kadar eğilimleri belirlenmiş öğrencilerin bu eğilimleri doğrultusunda proje/tez yapmalarının sağlanması ve bu çalışmalarını uygun temsil teknikleriyle anlatmalarının desteklenmesiyle çok daha iyi bir noktaya taşınacaklarını ve çalıştıkları konuya ilişkin dile hakim olmalarıyla öz güvenlerinin artacağını söyleyebiliriz. Diploma projelerinin hoca olmadan hazırlanması bana yanlışmış gibi görünüyor. Eğer mutlaka bir dönem hocasız çalışılacak ise 402 yerine 401 projesinin böyle ele alınması daha doğru olur. Ama bana göre hiç bir dönem hocasız çalışılmamalı. Çünkü bu yöntem öğrencinin başıboş kalmasına ve konuyla bağının kopmasına yol açıyor. Oysa ilgisinin ve yoğunluğunun en üst düzeyde olmasıyla sonuçlanacak bir son projenin okul sonrası için önemli bir destek olduğu açıkça görülebilir.
“Öğrencinin müşteri, öğretim elemanının da servis sağlayan eleman olarak görüldüğü günümüz düzeninde, bırakın disiplinler arası öğrenimi, minimum nitelikte bir üniversite öğrenim ortamı bile yaratılamaz.”
ÖMER KANIPAK
Mimar, Fotoğrafçı
Mimarlık okullarının eğitim endüstrisi ile -evet ne yazık ki eğitim bir endüstri artık- çıkar ilişkisi olan kâr odaklı kurumlar haline geldiğini görüyoruz. Toplumun adaletsiz sınıflara ayrışmasının nedeninin kurumsal olarak işletilen eğitim sistemleri olduğunu öne süren ve okulsuz bir toplum teorisini ortaya atan Ivan Illich’in görüşleri bu noktada önem kazanıyor.
Öte yandan mesleklerin ayrışması ve alt kompartımanlara bölünmesinin üzerinden çok zaman geçti. Polymath yani her konuda bilgisi ve becerisi olan insandan uzmanlaşmış insanın yüceltilmesine dönüşen profesyonel yaşam artık disiplinler arası çalışmanın erdemlerini övüyor. Mimarlık eğitiminin artık usta-çırak modelini geride bıraktığını düşünmek istesem de, eğitim kurumlarının bu dönüşüme yeterince adapte olduğunu sanmıyorum.
Öğrencinin müşteri, öğretim elemanının da servis sağlayan eleman olarak görüldüğü günümüz düzeninde, bırakın disiplinler arası öğrenimi, minimum nitelikte bir üniversite öğrenim ortamı bile yaratılamaz. Üniversitelerin bilgi üretmek, ufuk açmak, sorgulamak, eleştirmek gibi en temel özellikleri yok edilerek mevcut düzende salt yetenek kazandıran kurslara indirgenmiş durumda.
Bir eğitim modeli mi, yoksa öğrenim modeli mi geliştirmemiz gerekiyor, öncelikle bu ayrımı belirlemek gerekiyor. Öğrencilerini ayaklı cüzdanlar olarak görmeyen bir öğrenim ortamını yaratmanın ilk koşulu üniversitenin bir eşik, diplomanın ise bir ehliyet olmadığı bir anlayışı yaratabilmekten başlıyor. Elbette mimarlık mesleği birtakım yetenek ve bilginin kazanılmasını gerektiriyor. Ancak mevcut eğitim düzeninde bu safhanın üniversite kadrolarının tüm enerji ve zamanını emdiğini, eleştirel sorgulama ve bilgi üretiminin ise birkaç döneme sıkıştırılmış zayıf yüksek lisans programları ile geçiştirildiğini görüyoruz.
Eğitim kurumlarının her şeyden önce önlerinde önemli bir soru var: Katı çerçeveli kurumsal neo-liberal düzene iş gücü yetiştiren, sertifika odaklı kurslar mı olmak istiyorlar; yoksa bu düzeni eleştiren, sorgulayarak ve yeni bilgi üreterek, kendi kendine öğrenen bireyler için bir ortam mı yaratmayı tercih ediyorlar? Bu sorunun cevabı pek çok sorunun çözülmesini de sağlayacaktır.
“Esnek düşünmeye, kavramları sorgulamaya ve dönüştürmeye açık, farklı bilgi alanları ve uzmanlarla birlikte çalışmaya gönüllü, adaptasyon yeteneği kuvvetli tasarımcılar yetiştirmek önemli olacaktır.”
PINAR GÖKBAYRAK
Mimar, PAB Mimarlık
Bugün için planlanan eğitim modellerinin, geleceğin dünyasında yer bulacak profesyoneller için kurgulanması gerektiği gerçeğini zihinlerde tutarak mimarlık eğitimini de bu bakış açısıyla ele almalıyız. Ciddi bir değişim içinde olduğumuz bir dönemde; dünyanın kısıtlı doğal kaynakları tükenmekte, ciddi oranlardaki nüfus artışı nedeniyle kentlerin altyapı ihtiyaçları ve kır-kent arası uçurum gittikçe artmakta. Bir yandan ise teknolojinin getirdiği pek çok yenilik gündelik hayatımızın içinde, çok yakın zamanda robot teknolojisindeki gelişmelerle de pek çok alanda işgücü ve üretim anlamında dengeler değişecek gibi görünüyor. Tüm bu belirsizlikler ve dönüşümler içerisinde, mimarlığın ve mimarın tanımının değişeceği kuşkusuz ama nasıl değişeceği ve ilerideki toplumda nasıl bir mimara ihtiyaç duyulacağını da şimdiden öngörebilmek kolay değil.
Bu durumda, esnek düşünmeye, kavramları sorgulamaya ve dönüştürmeye açık, farklı bilgi alanları ve uzmanlarla birlikte çalışmaya gönüllü, adaptasyon yeteneği kuvvetli tasarımcılar yetiştirmek önemli olacaktır diye düşünüyorum. Gerek yapma bilgisinin sürekli değişimi ile sürekli öğrenmeye açık olmak, gerekse dünyanın karşısındaki yeni zorluklara karşı sürekli sorgulayarak pozisyon alabilmek önem kazanacak. Ancak önümüzdeki dönemde belki de her şeyden önemlisinin, etik eğitiminin önceliklendirilmesi olduğuna inanıyorum. Sosyal ve ekonomik farklar gittikçe artarken, adil ve şeffaf bir toplum düzeni için her paydaşa ciddi bir görev düşecek gibi gözüküyor. Mimarın mesleki sorumluluğunun farkında olması ve kişisel değer yargılarını inşa ederken sosyal fayda gözetmesi, gelecekteki belirsizlikte her mimarın profesyonel hayatında önemli bir kılavuz olacaktır. Kuşkusuz, dünya tarihinde benzer dönüşümler, benzer dönemler daha önce de yaşandı. Bugüne dek çok yönlü düşünebilen, açık zihinli tasarımcılar bir sonraki dönemin ruhunu belirledi; yine benzeri olacağı şüphesiz.
“Türkiye’de yaptığımız en kritik hatalardan biri, mimarları lisans derecesini aldıkları gibi pratiğe başlatmamız.”
SELÇUK AVCI
Mimar, Avcı Architects
Bauhaus, toplumun teknoloji ve modernizm ile tanışmasının zirvesinde yaratıldı. Okulun, teknoloji ve inovasyonun etkisini en çok benimsemiş olan ve daha da önemlisi, teknoloji ve sınai zekalı bir ulus inşa eden bir ülke olarak Almanya’da ortaya çıkması pek de sürpriz değildi. Kendisinden önceki klasik mimarlık eğitimine karşı pek çok yönden apaçık bir cevap niteliği taşıyan Bauhaus okulu, bilimsel modernizmin -bir toplumu sonsuza kadar değiştiren- paradigma kaymasına tanıklık etti.
Bauhaus’un yaptığı şey sadece yeni modernizmi sanatçıların, tasarımcıların ve mimarların eğitiminde tanıtmak değildi; aynı zamanda bu mesleklere yönelik çok disiplinli düşünce fikrini de beraberinde getirdi. İlk bakışta birbirinin tam zıttı gibi görünen sanat ve mühendislik, bilim ve felsefe gibi disiplinlerin dünyayı görme ve yorumlama yöntemlerini, Bauhaus’un öncülüğünün ardından eğitim sistemimizde yaratmak istediğimiz dengeli bakış açısının temeli olarak ele alabiliriz.
1923 tarihli “Sanat ve Teknoloji: Yeni Bütünlük” sergisi bu görüşü örneklendirdi ve daha sonra Bauhaus atölyeleri, seri üretim için uygun nitelikte ve kendi dönemi için tipik olan ürünlerin prototiplerinin dikkatli bir şekilde geliştirildiği laboratuvarlar olarak kullanıldı. Sanatçılar ve mimarlar, modern teknolojilerin yeni olasılıklarını benimsedi.
Walter Gropius’un o ünlü sözünde olduğu gibi “mühendisliğin bittiği yerde mimarlık başlıyor” ve bence bu söz bugün, geçmişte olduğundan çok daha fazla geçerli. O zamandan beri Bauhaus’un multidisipliner metodolojisi, mimarlık eğitiminin metodolojisi olarak kabul edildi. Dünyanın dört bir yanındaki mimarlık okulları bu yaklaşımı sahiplendi ve yaklaşık bir asır sonra bile hala mimar ve mühendislerin eğitiminde en uygun yaklaşım olarak görülmeye devam ediliyor. Global arenaya bir şeyler katan mimarlar yetiştirmek için Türkiye’de de bu multidisipliner modeli geliştirmemiz ve mimarlarımızı eğitme şeklimizi değiştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de yaptığımız en kritik hatalardan biri, mimarları lisans derecesini aldıkları gibi pratiğe başlatmamız. Buna karşılık Avrupa, Birleşik Krallık ve Amerika’da bir mimar çalışma dünyasına girmeden önce bu aşama tamamlanmamış sayılır. Birleşik Krallık’ta RIBA, birinin resmi olarak profesyonel hayata dahil olabilmesi ve kendini “Mimar” olarak adlandırabilmesi için eğitim ve denetimli uygulamayı birarada içeren ve yaklaşık 8 yıl süren, üç aşamalı bir program yarattı. Bauhaus’un multidisipliner düşünme metodolojisi, mimarlığın dokunduğu, içerdiği tüm değerlerin deneyimlenmesini sağlıyor ve mimarlara mesleğin karmaşıklığının ve sorunlarının daha ustaca üstesinden gelebilmelerini öğretecek katmanlı bir eğitim üzerinde duruyor. Bu teori-pratik-teori-pratik yaklaşımını geleceğin ihtiyaçlarıyla uğraşacak mimarlar üretmek için uyarlamamız gerektiğine inanıyorum.
“Mimarlık artık tek başına sonuca ulaşılan bir hizmet olmadığı için disiplinler arası çalışma ve birlikte üretme kültürü de eğitim sürecinin bir aşamasında mutlaka yer almalı.”
SEMRA UYGUR
Mimar, Uygur Mimarlık
Günümüzde mimarlık eğitimi, 20. yüzyıl başında olduğu gibi yenilikler geliştirmeyi günün koşullarına çözümler üretebilmeyi başaramadı; tüm dünyada nerdeyse aynı nitelikte işler yapılarak her yer sıradanlaştırıldı. 2000’li yıllara kadar ülkemizde her mimarlık okulu kendi öğreti nitelikleri ile anılırken, artık tümü yıldız mimar yetiştirmeyi hedeflemiş gözüküyor. Oysa gerçek hayatta çok farklı alanlarda hizmet sunan mimarların farklı eğitimler alması çok önemli ve gerekli.
Eğitim sürecinde hedefler, orta öğretimden konu hakkında fikirsiz gelen öğrencilerin başedemeyeceği ve algılayamayacağı kadar büyütülmeden, önce öğrencinin yaşadığı bölgeyi, kenti, tarihi ve dokusuyla tanıması, anlaması, sorunlar ile yüzleşmesi sağlanmalı. Bunlar keyifli geziler ile de yapılabilir. En basit haliyle, her gün yürüdükleri yollar farklı bir yönüyle incelenebilir.
Üç boyutlu, hatta sosyal yönüyle dört boyutlu olan mimari, yalnızca iki boyutlu anlatımlarla eğitim aşamasını tamamlamamalı. Dokunarak deneyimlemek, deneyimle tasarlamak, gözlemlemek atlanmaması gereken çok ciddi bir basamak. Malzeme tanımak, üçüncü boyutu dijital olarak değil, dokunarak algılamak çok önemli bir deneyim. Tasarımın ayağa kaldırılışı, yapma bilgisi ve zanaatkarlık gerektirir. Zanaatın, emeğe dayalı estetik üretimin yok olduğu yapım süreçlerinde vasat, sıradan, bulunduğu yerin özellik ve değerlerini içermeyen, kalıcılıktan uzak birer tüketim nesnesi olan ürünler çevremizi donattı. Malzeme, basit anlatımıyla taş taş üstüne koyma ve teknoloji için yapı meslek okulları ile mimarlık okulları bir araya getirilebilir. Mimarlık artık tek başına sonuca ulaşılan bir hizmet olmadığı için disiplinler arası çalışma ve birlikte üretme kültürü de eğitim sürecinin bir aşamasında mutlaka yer almalı.
Dijital mimarlık ve çağdaş zanaat bir formül olarak görülebilir. Artan dijital imkânlar, mimarinin sebebini ve anlamını değiştirmemeli; ancak yeni bir boyut olarak, sağladığı görsel imkânlar değerlendirilmelidir. Dijital ortamla gelen görsel dildeki değişim ve çeşitliliğin göz ardı edilemez kolaylıklar sağladığı açık bir gerçek. Ancak yazılım kullanım becerileri, mimarlığın değerlendirmesinin bir parçası olmamalı, yalnızca araç olarak kalmalıdır.
Etrafımız bu kadar çok gereksiz ürün ile donatılmışken belki de artık yeni yapmak değil, var olanları daha nitelikli ortamlar için nasıl iyileştirileceğine yönelik eğitim modeli geliştirmesi en gereklisi olabilir.
Her eğitim modelinin, mimarlığın bir dünya görüşünün yansıması ve düşünsel boyutu olmadan olmayacağı gerçeği ile birlikte duyarlılık gerektirdiği kesinlikle atlamamalıdır.