Yaratma Ediminde Estetik Varlık Alanı

Ressam, Y. Mimar Nafi Çil

Değerli dostum saygın Mimar Güngör Kaftancı geçtiğimiz Kasım ayında beni aradı ve “Evrensel Mimarlığın Dünyasında Resim ve Heykel Sanatının Yeri”, “Felsefeyle Özgürleşen İnsan” ve de “Mimarlık, Plastik Sanatlar Yaratıcı Süreç” adlı kitaplarımın büyük bir bölümünü okuduğunu, etkilendiği yerleri iltifatını esirgemeden büyük bir övgüyle dile getirdikten sonra eleştirisine başladı:

“Estetik değerden ve yaratma ediminden, estetik değerin bir sanat felsefesi, güzellik felsefesi olduğundan çok sık söz ediyorsun. Benim düşüncemde bu değer kavramı nasıl ortaya çıkıyor sorusu var. Bir objeyi güzel yapan, değerli kılan nedir veya kimlerdir? Sanatçılardan oluşmuş bir kurul mudur? Yoksa her süjenin kendisi tarafından duyduğu haz mıdır? Bu konuda karar verecek olan, eser karşısında haz duyan seyirci midir? Bu her seyirci tarafından alınan bağımsız bir karar mıdır?”

Dostum Güngör Kaftancı’nın sorularına hak ettiği saygınlıkta yanıt için, çok karmaşık sanat felsefesinde, derinlemesine bir yolculuk yapmam gerekli oldu.

Öncelikle yaratma etkinliğinden ilk söz eden Antik Yunan düşünürleri için “öykünme”, yeri sanatlar dünyası olan bir kavramdır. Bu düşünürlere göre “insan aklı kuramsal ve kılgısal olarak ikiye ayrılır”. Kuramsal akıl, insanı en yüksek kavramları, doğruları ve yargıları kavramaya ve bunları “bilmek için, bilmeye” yöneltir. Kuramsal akıl Tanrılığın özü olan “salt düşünme”den pay alır ve bununla öncesiz ve sonrasız mutluluğa katılmış olur. Bu bir felsefi düşüncedir. İnsanı, günlük yaşamın amaçlarına yönelik eylemlere yönelten akıl ise, kılgısal akıldır. Kılgısal aklın yönlendirdiği yaşam etkinliklerinden biri, kendisini “sanat”ta gösteren “yaratma” etkinliğidir. Bu düşünürler için sanat, bir “öykünme” (mimesis) etkinliğidir, ereği ahlaksaldır. Bu nedenle sanat “psişe”nin yükselmesine hizmet eder. Sanat bir bilgi koludur; her bilgi gibi insana haz verir.

Aristoteles’in “poetika”da Platon’dan tamamen ayrı bir görüş içinde fenomeni üzerine eğildiğini görüyoruz. Fenomenolojik estetiğin sanat eseri karşısındaki tavrı, seyredenin duygusuyla ortaya çıkan bir yargı değeri olduğudur. Çünkü, psikolojist anlayış için sanat eseri seyreden öznenin duygularının çözümlenmesiyle anlaşılabilir. Bu koşullarda sanat eserleri, yargıya bağlı sübjektif değerler olarak yer alırlar. Estetik etkinlik bir öykünme, aldatıcı duyusal bilgi olduğu için doğruluktan yoksun bir bilgi etkinliğidir. Theodor Lipps’e göre estetik haz insanın kendi dışında bulunan bir objeden, kendi kendinden haz duymasıdır. Bu anlamda sanat eseri kendi kendimizden haz duymamız için bir vesiledir ve bir araç değerdir.

Aristoteles’in fenomenolojik estetik kuramı eser karşısında, eseri seyreden süjenin ilgisinin bilgisidir. Bu bilgi teorisi, bilgisinin yargılardan oluştuğunu söyler. İşte böyle bir psikolojizmin hakim olduğu sırada düşünür Husserl’in güçlü sesi “şeylere” dönelim der. “Şeylere dönmek”, sanat yapıtlarına dönmektir. Sanat yapıtlarının içkin varlığında yer alan özgün değerleriyle buluşmaktır ve de tek tek sanat eserlerinin estetik varlıklarını araştırmaktır.

Sanat yaratma etkinliği, B. Croce’nin estetik kuramına göre sezgi bilgisine temellenmiş bir etkinlik olarak bir bilgi etkinliğidir. Tinsel bir etkinlik olan bilgidir. Ne var ki “sanat” etkinliğinin “bilgi” etkinliği olduğu düşüncesi ilk kez B. Croce tarafından öne sürülmüş bir sav değildir. Sanat etkinliği ya da estetik etkinlik Kant ve Kant’çılar tarafından da ilk kez öne sürülmüş bir etkinlik değildir. On sekizinci yüz yıl düşünürü A. Baumgarten için de bir “bilgi” etkinliğidir ama bir “aşağı bilgi” etkinliğidir. Antik Yunan düşünürü Platon için ise, sanat etkinliği aldatıcı duyusal bir “bilgi”, doğruluktan yoksun bir “bilgi” etkinliğidir.

Sonuç: Her sanat etkinliği, her estetik etkinlik, her zaman bir yaratma etkinliği değildir ya da yaratma etkinliği düzeyine ulaşmış bir etkinlik değildir. Böyle olduğu halde, yaratma kavramının oluşmadığı koşullarda, bu etkinlik sanatla özdeş bir etkinlik gibi algılanır ve estetik etkinlikler, yaratma etkinliğinin alanı sayılır.

Görüldüğü gibi Antik Yunan düşünürleriyle başlayan sanat eserlerinin estetik değerleri, estetikçiyi ve sanat tarihçisini ilgilendiren gerçeklik dışı bir idealite alanıdır. Bu problemlerin çözümü ancak 1953 yılında Nicolai Hartmann’ın çığır açan anıtsal eseri Sanat Ontolojisi kitabının yayımlanmasıyla estetik değer, estetik psikolojizmden kurtulmuştur.

Sanat eserinin, estetik nesnenin sanat ontolojisi içinde araştırılması doğal olarak bizi hem güzellik fenomenine, hem de estetik değerlere götürür; güzel dediğimiz şey sanat eseridir. Estetik yönden bilgilendiğimiz varlık yine sanat eserinin varlığıdır. Sanat ontolojisi estetik için en temel araştırma disiplinidir. “Yaratma” etkinliği, tarihsel süreç içinde metafizik, yarı tanrısal bir kavram katına yükseltilerek parantez içine alınmış ve dolasıyla gözler önünde olup da hep göz ardı edilen bir kavram olmuştur.

Estetik Değer Nedir?
Estetik yaratmalar bilgi alanına girer ve her bilginin sahip olduğu kesinliği taşır. Bu nedenle sübjektif bir yargı değil, objektif olan bilgidir. Estetik yaratmalar kişiden kişiye değişme göstermez. Başka bir deyişle, yüksek değerlere kapalı olan ve her şeye araç değerler bakımından anlamaya çalışan insan için sanatın anlaşılması olası değildir. Bu nedenle yeni ve çağdaş sanatların bu kitleler tarafından anlaşılmaması doğaldır. Bu da rastlantılardan ileri gelmiyor, o sanatların kendi özünden yeniliğinden kaynaklanıyor. Yeni sanat, kitleleri karşısına almış durumda; bunun nedeni, yeniliğe ve değerlere kapalı olan halkın beğenisine yabancı oluşudur. Bu nedenle çağın sanatı, halkı şu iki sınıfa ayırıyor: Anlayanlar ve anlamayanlar. Öyle anlaşılıyor ki, yeni çağdaş sanat kesinlikle herkese göre değil; değerlere yönelik, özel yeteneği bulunan bir azınlığa ait. Bu azınlığın dışında kalan kitleler, romantik çağın etkisinden hala kurtulamamış ve taklit eden sanatın, nesnelerin tasviri anlayışı içinde gerçekleşen sanatın varlığında her şeye egemen olmaya alışmış olan halk, bu kitle, yeni sanat karşısında nesnelerden yola çıkmayan, düşünsel olana, düşünsel-olarak biçim veren sanat karşısında, kendi insan haklarının çiğnendiğini duyumsuyor. Oysa yeni sanat, tinsel harmoni içinde soyut bir gerçeklik kazanıyor. Bu nedenle anlaşılmaz oluyor ve bu sanat ayrıcalıklı insanlar tarafından benimseniyor.

Çağdaş ontoloji için “gerçek”, bir bilgi değeridir. O halde, bilgi değeri nedir? Bu değer, Nicalai Hartmann’a göre, bir özne ile bir nesnenin ilgisini, bağlılığını gösterir. Bilgi ilgisi içinde bu iki kendi başına var olan, karşı karşıya gelir. Özne, bu bilgi içinde nesneyi kavramak ister. Özne kendi dışına çıkmadan, “aşkınlık” kategorisi içinde yer almadan, sanat eserini kavrayamaz. Bu bilme içindeki özne, yetkin bir estetik algı bilinci içinde nesneyi kavrar. Kendini yetiştirmiş ve geliştirmiş değerlendirme yeteneğine sahip bir bireyin bilincinde bu kavranan şey nesnenin bütünlüğüdür ve meydana gelen bilgi de gerçektir. Algılanan nesne özne tarafından kavranırsa nesnedeki tinsel, duygusal nitelikler o nesnede bir canlılık, bir yaşam elde eder. Bu yaşam, bir yaratma etkinliğidir ve tine yükselen nesnenin varlığıdır. Yaşam, bir sanat yapıtında ortaya çıkan yeni bir gerçekliktir; bu etkinlik içinde yer alan öznede bir özgürlük duygusu doğar. Bu da bir değer duygusudur.

Bu yeni gerçek, yaratılan eserde içkin olan ve onun varlığında saklı olan bir tinsel varlığın sanat eserinde yansımasıdır ve bu bağımsız bir değerdir. Seyirciden, izleyiciden ve okuyucudan bağımsız olan, eserin varlığında yer alan bir değerdir.

Bunun böyle bağımsız bir değer olduğunu Çetin Altan şöyle dile getiriyor: “Hayır, yazı başkası için yazılmaz. Rilke, “Genç Şaire Mektuplar”a şöyle başlar; “Şair, ıssız bir adada kalmış olsa da, rüzgarın biraz sonra sileceğini bilse dahi, gene kumsaldaki kumlara mısralarını yazan adamdır”. Sanat, sanat için değildir, halk için de değildir, insanın varlık-temelinde bulunan sanat, yaratma, yüksek değerlere sahip özgür insan içindir. Yazıya layık olabilmek benim aracım değil, amacım. Tadına varan vardır, yoktur, onu bilmem.”

Büyük bir düşünür ve şair olan Melih Cevdet Anday diyor ki: “Bir şiir okuyucusu, özellikle benim şiirlerimi okuyan bir okuyucu, şiirlerden ve şiirlerimden haz almak istiyorsa, şiirin ne olduğunu en az benim kadar, hatta benden daha iyi bilmelidir. Çünkü şiir, çağımızdaki şiir, Aristoteles’in “Sanat nedir?”, “Sanatçı kimdir?” sorularının yanıtında yer alan dönemin şiiri değildir. Bu nedenle şiir okuyucusu da Aristoteles döneminden kalma bir okuyucu olmamalıdır.”

Şair Anday bu söyleminde çok haklıdır. Sanat bir kültür fenomenidir, böyle anlaşılması ve değerlendirilmesi gereken bir olaydır. Ve onu ciddi bir sorun olarak ele alan bir bilim vardır, bu da felsefedir, sanat felsefesidir. Bu nedenle her sanat yapıtı ve her yaratma edimi, içinde bulunduğu çağın tinsel varlık alanında özgürlük kazanır ve her gerçek sanat eseri çağının ruhunu taşır ve onu yaşatır. Yaratma etkinliğinin aydınlığa kavuşması, insan varlığının yeni bir bakış açısından algılanması ve kavranmasına olanak sağlayacaktır.

Bu estetik varlık bir yaratma olayıyla ilgilidir. Yaratıcı özne, sanatçıdır. Sanatçı, nasıl olduğunu bilmediği esrarlı bir olay içinde sanat eserini meydana getirir. Yaratılan şey, yaratıcısından ve onun öznesinden bağımsız bir yaşam olarak ortaya çıkar. Bu yaratılan şey sanat eseridir. Yaratılan bu eser bilinç sahibi bir “ben” olan özne için yaratılmıştır.

Düşünür, Ortega Y. Gasset’e göre, bir nesne onu oluşturan gerçek öğelerin yanı sıra ona değerini veren bir dizi gerçek dışı öğe de içerir. Tuval, çizgiler, renkler, biçimler bir tablonun gerçek öğeleridir; güzellik, uyum, incelik, yalınlık ise o tablonun değerleridir. Çünkü bir şey, bir mimari, başlı başına bir değer değildir, ama içerdiği değerler vardır, değerlidir. Ve nesnelerde bulunan o değerler gerçek dışı türden niteliklerdir. Mimarinin ve tablonun çizgileri gözle görülebilir, ama güzelliği, hayır: Güzellik “duyulur”, değerlendirilir. Renkleri görmek, sesleri işitmek neyse, değerleri belirlemek de odur. Ve nasıl nesnelerin özelliklerini giderek deneyimle öğrenebiliyorsak, değerlerini de öyle giderek, deneyimle öğreniriz, yavaş yavaş keşfederiz, daha ince bir değerlendirme yapabilecek duruma geliriz. Bu iki deneyim -algılama ve değerlendirme- birbirinden bağımsız gelişir. Öyle zaman olur ki, bir nesneyi gerçek öğeleriyle çok iyi tanırız da değerlerine gözlerimizi kapatmışızdır. El Greco’nun tabloları 300 yıla yakın süreyle kiliselerin duvarlarında asılı durdular. Ama özgül değerleri ancak geçen yüzyılın ortalarına doğru keşfedildi. Yine değerlendirme yetisiyle Manet’nin resimlerinde de açık hava güzelliğinin ortaya çıkması estetik değerlerde yeni ve özgün bir sanat anlayışının doğmasına neden oldu. Çünkü, -bizim değerleri “görmemizi” sağlayan- değerlendirme yetisi, duyusal ya da zihinsel kavrama yeteneğimizden tümüyle ayrıdır. Ve nasıl düşüncenin dahileri varsa, değerlendirmenin de dahileri vardır.

Tinsel varlık; doğasal alanın dışında olan bir alandır; yüksek değerler alanıdır, özgürlük, istenç, eylem alanıdır; öz bilinç alanıdır. Birey-üstü olan bir alandır; tarih ve kültür alanıdır; bireysel olanın birey-üstü olanla birey-üstü düzlemde nesnelleştirildiği “yaratma” alanıdır. Sınırsız bir “açılış” alanıdır.

İnsan varlığında, varlık bütünselliği ancak mikro kozmik-makro kozmik sfer kategorilerinin uyumlu birlik ve bütünselliğiyle gerçekleşmiş olur. İnsan bütünselliğini diyalektik mantık yoluyla ve öz bilinciyle kavrayabilir. Ayrıca bu Antik Yunan’dan beri “mutluluktur” ve insan yaşamının doğal ereğidir.

Ne var ki insan, reel alanda yaşamın eş anlamı olan bütünselliğini, mutluluğunu ve birliğini gerçekleştiremez. Yaşamın biyolojik saatle sınırlı olması olgusu insanı ölüme ve yokluğa yenik düşürür. Ama, canlı varlıklar içinde yalnızca insan varlığıdır ki, bu yazgıya direnir; reel alandaki yenilgiye teslim olmaz. Yaratma edimi yoluyla karşı durur. Çağdaş insan, bütünselleşme olanağını irreel-ideal alanda yaratma edimiyle gerçekleştirendir. Çağdaşlık şimdi ve buradaki evrensel “oluş”a bütünlüğünü kurmak ereğiyle katılmak bilincidir.

Yaratma Edimi Nedir?

E. Cassirer, tüm insan etkinliklerinde ve yaratma sürecinde ve de insan kültürünün bütün biçimlerinde “çoklukta birlik” ilkesinin bulunduğunu söyler. Sanat sezginin, bilim düşüncenin, din ve mitos duygunun birliğini verir. Sanat, insana canlı biçimlerin dünyasını açar; bilim yasaların ve ilkelerin dünyasını gösterir; din ve mitos yaşamın tümelliğinin ve temel benzersizliğinin bilincine varılmasıyla başlar. Çokluğun birlik, bütünlük haline gelmesine, ayrı şeylerin birbirleriyle uyuşmasına Pythagoras felsefesi “harmonia”, yani uyum adını verir. Uyum, çokluğun organik birliğidir. Bir bütünün ayrı bölümlerinin bir aynı sonucu gerçekleştirmek amacıyla düzenlenmesidir. Evrendeki her şeyi sayıya indirgeyen Pythagoras’a göre, sayılar arasındaki orantılar uyumu gösterir (altın kesim). Uyum kavramını sisteminin temeli yapan Leipniz de, “Uyum, en az emekle, olası en büyük sonucu, en çok varlığı elde etmektir. Uyum matematik bir şeydir, o bir orandan başka bir şey değildir” diye düşünür. Ona göre uyum, yalnızca düşünceye özgü bir şey değildir, aynı zamanda duyguya yönelen, haz veren, güzellikle bir arada olan bir duygu kaynağıdır.

Hem, her örgütlenmiş bir organizma olan her canlı ve birey, hem her yaratma, ve hem de her sanat yapıtı aynı ilkeye, “çoklukta birlik bütünlük” ilkesine dayalıdır. Canlı varlık, yaratma ve güzellik aynı ontolojik ve biyolojik temele bağlıdır; o, çokluğun uyumlu bütünselleşmesidir. Organizmadaki çoklukta birliğin bütünlüğün bozulması hali, birey için somut ve soyut anlamda ölümdür.

Yaşam varlığın ölüme, yokluğa karşı direnişlerinin tümüdür. Bir bakıma birlik bütünlük varlıkla eş anlama gelir. M. Heideger de varoluşu anımsatır. Ölüm düşüncesi insanı “hakiki varoluşa” bireyselliğe ve özgürlüğe götürür. “Existentializm” felsefesindeki bireysellik içinde var oluş anlayışı, hakiki var oluş kavramıyla ontolojideki birlik bütünlük kavramı, ölüm kavramı karşısında yan yanadır. Bireysel varlık olarak insanın hakiki var oluşunu gerçekleştirmesi, yaratma edimiyle olasıdır.

Yaratma edimi bir değil, birçok süreci içerir. Akatünvel Sanat Topluğu’nun sanat felsefesine göre “Yaratma ediminde, inorganik olanla tinsel olan, reel olanla irreel olan, akılsal olanla duygusal olan, bilinçli olanla bilinç dışı olan, bireysel olanla evrensel olan, arkaik ya da geleneksel olanla çağdaş olan aynı birliğe ve bütünlüğe ulaşırlar. Yaratma ediminde, bir defaya özgü ve yinelemez olan her yaratma ediminde, birey olarak insan makro kozmik sferdeki konumunun biricikliği ve “burada ve şimdi”nin koşulları bağlamında hakiki varoluşunu gerçekleştirme olanağını ele geçirir. İnsan, “meydana getirme”, “kurma” etkinliği yoluyladır ki, hem kendi sınırlarını ve hem de evrenin boyutlarını aşar; böylece, doğasal zorunluluklar karşısında bir özgürlük, ve biyolojik kapalılık karşısında bir açılış olarak tanımlanma olanağını kazanır; evrenin değerlerini çoğaltır ve büyütür.

Not
Prof. Dr. Süleyman Velioğlu, düşün, bilim (psikiyatri) ve sanat alanlarındaki bütünleşik çalışmaları sonucunda özgün “insan varlığı kuramı”nı oluşturdu. 2500 yıldır insan üstüne oluşturulan kuramlardan çok farklı nitelikte, 2000 yılında “İnsan ve Yaratma Edimi” adıyla kitaplaştırdı. Yine aynı yapıtta “onto psikiyatri” adını verdiği yeni bir bilim alanını temellendirdi.

Ayrıca geliştirdiği özgün sanat felsefesiyle 1967 yılında Ressam Tangül Akakıncı ile birlikte “Akatünvel Sanat Topluluğu”nu kurdu ve Tamer Akakıncı, Jülide Atılmaz Ünal, Belma Artut, Ulu Sungu ve Nafi Çil topluluğa katıldı. Sanatsal ve düşünsel varoluşunu İzmir’de sürdüren Nafi Çil’in etkinliğiyle 1984 yılında  A.Güven Zeyrek de topluluğa katıldı. Bugüne kadar topluluğa katılan ve topluluktan ayrılan bir çok sanatçı olmuştur.

Estetiği ve sanat ontolojisini çağdaş bir felsefe bilimi olarak Türkiye’de kuran düşünür, bilim ve sanat adamı Prof. Dr. İsmail Tunalı tarafından yazılan “Sanat Ontolojisi Temelinde Yeni Bir Resim Anlayışı” kitabı bir sanat ekolü olan Akatünvel topluluğunun özgün ve yeni bir bilimsel araştırmasıdır.