“Son dönemde pratik mimarlık ile teorik ve kavramsal bakışlar birbirinden çok ayrı düşmeye başladı diye düşünüyorum. Meslek pratiği ile kavramların birbirinden bu kadar kopması, bir noktadan sonra mimarlık yapmanın ayıp bir şeymiş gibi görülmesine yol açıyor.”

Kerem Erginoğlu, Mimar

Lesley Lokko, Gana ve İskoç kökenleri nedeni ile farklı sosyo-kültürel katmanlara sahip bir mimar.  Yaşadığı coğrafyada hissettikleri ve deneyimledikleri üzerinde birtakım kurgular geliştirmeye çalışmış. Sorduğunuz soruyu Venedik’te bulunan diğer mimar arkadaşlarımla da konuştuk. Mimarlık bir açmaza mı girdi? Mimarlık konuşmak yerine onun etrafında bambaşka şeyler üzerine mi konuşuyoruz ve bu gerçekten mimarlığa bir katkı sunuyor mu? Bu doğrultuda birtakım görüşler oluştu. Bu sadece bende oluşan görüşler değil, genel olarak tartıştığımız, ilk sergi öncesi ön açılışa gittiğimizde gruptaki insanların genel görüşüydü. Bu arada tekrar vurgulanan Afrika’nın kolonileşmesi ve şimdi dekolonizasyon dedikleri yani koloniden kurtulma durumu aslında ne kadar gerçek? Bence dünyada kolonileşmenin şekli değişti. Artık eskisi gibi o ülkenin yönetimini ele almadan da yarattıkları teknolojilerle, dayatılan ekonomik modeller ve yaşam biçimleriyle kolonileşmeyi devam ettiriyorlar.

Bir de özellikle Giardini tarafında yani bu serginin bahçe tarafındaki ana holde eskiden yapılan bienallerdeki kurgularla karşılaştırdım hatta dönüp daha önceki bienallerin küratörlerine tekrar baktım. Benim hatırladığım kadarıyla mimarlık üzerine en fazla söz söyleyen Rem Koolhaas’ın küratörlüğündeki 2014 yılındaki sergiydi. Ondan önceki yıllarda “Common Ground” başlığıyla David Chipperfield’in sergisi ve  Sejima’nın küratörlüğünü yaptığı “People Meet in Architecture” temalı sergiler daha anlamlı gelmişti bana.

Dediğim gibi daha iyi bienaller oldu sadece şunun sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bu bienallere neden ihtiyaç duyuyoruz? Yani bu kadar iletişimin geliştiği bir çağda, insanların Venedik gibi çok hoş bir şehirde buluşması çok kıymetli. Fakat karbon ayak izimizi azaltalım, dünyadaki duruşumuzu, yaşam biçimlerimizi değiştirelim dediğimiz noktada yine aslında çok klasik fuar niteliğinde bir buluşmaya ön ayak oluyoruz. Bunun ne kadar doğru olduğunu bir daha düşünmek lazım. İnsanların bir araya gelmesi şüphesiz kıymetli ama yapılış ve toplanış biçimi bu mu olmalı konusunu çok yakın gelecekte tartışır hale geleceğiz sanırım. Zaten bu yaşanılan tıkanıklık biraz onun etkisi çünkü birçok ülke pavyonunu gezdiğiniz zaman aslında mimarlıktan çok neredeyse sanat veya bir takım genel ilkelerin vurgulandığı bir slogan haline gelmiş durumda. 

Mimarlığı gördüğünüz pavyon sayısı çok kısıtlıydı. Beni etkileyen İsviçre Pavyonu oldu. Kendi pavyon binalarının hikayesi üzerine kurgulamışlar bütün hikayeyi. Büyük holdeki halıda pavyonun orijinal planını yapmışlar. Hemen yanı Venezuela pavyonuydu. Venezuela bilindiği üzere hem yönetim biçimi hem ekonomisi ile sürekli üzerinde tartışılan bir ülke. Bu ikisi arasındaki orijinal olan duvarları tekrar açmışlar ve komşular arasındaki ilişkiyi tekrar vurgulamaya çalışmışlar. Çok basit gibi görünen, ama fikri iyi anlatan bir uygulamaydı bence. Tabii ki İsviçre’de yapılmış birtakım yapıların örneğini görmek de hoş olabilirdi ama kendi pavyonlarının hikayesi üzerinden çıkıp Venezuela ile tekrar kurdukları ilişki beni etkiledi. Beğendiğim bir başka pavyon da Litvanya Pavyonu idi. Burada tasarlanan dev marketteki raflarda bugüne kadar ülkelerin kendi pavyonlarında kullandıkları sloganlar, konu başlıkları ve projeleri sergileyerek bir anlamda bienalin son 10 yılının bir özetini çıkarmışlar. Mimariyle ilgili birçok farklı fikir ve kavramı market raflarında buluşturmayı beceren bu pavyondaki ironi ve mizahı yaklaşımı çok zekice buldum. 

Enteresan bulduklarımdan bir tanesi de Arsenal’de hem de ana sergi salonunda David Adjaye’nin kendi yaptığı gerçek yapıların ahşaptan maketleriyle yine diğer tarafta (Arsenal) betondan yapılmış maketler oldukça etkiliydi. Yani onların kurgusu ve mimarlık pratiğinin ortaya koyduğu gerçek ürünler beni etkiledi diyebilirim. 

Brezilya Pavyonunda sıkıştırılmış toprakla yapılan basit kurgu ve onun içindeki hikayeler son derece etkileyiciydi. Zaten sanırım bir ödül de aldı. Brezilya Pavyonu bina olarak da benim çok sevdiğim yapılardan bir tanesidir. Gidenler kaçırmasınlar derim.

Ben gezdiğimde henüz Çin pavyonu açılmamıştı. Sonraki yorumlardan okuduğum kadarıyla Çin Pavyonunda gerçekten mimarlık üzerine bir şeyler söylenmiş diye anlıyorum. Özbekistan Pavyonunu da gezemedim ama hakkında iyi yorumlar var. Bienal bitmeden Venedik’e mimarlık öğrencisi oğlum Ömer’le tekrar gitmeyi planlıyorum. İkinci turda bu pavyonları da göreceğim. 

Ben özellikle mimarlık üzerine bir şeyler söylemiş oldukları için Türk Pavyonunu beğendim. Özellikle fikren çok doğru buldum. Hatta konu ilk açıklandığında kullanılmayan binaların önerilmesi için çağrı yapıldığında notlar aldım ama maalesef ihmal edip veremedim. Yaptıkları araştırma bence çok kıymetli. Ciddi bir arşiv oluşturulmasına ön ayak olabilir. Bütün bu yapılan üretimin ve yapı geçmişinin saklanması, kültürel ve mimari bellek oluşumu açısından son derece önemli.  

Türkiye’de bir binanın koruma kaydı varsa, korunmak zorunda olduğundan dolayı korunuyor ama koruma kaydı yoksa binanın korunma sebebi “Ya biz bu binayı yıkınca yenisini yapamayız” endişesi ile oluyor. Ancak bir şekilde o binayı tekrar yapma konusunda bir risk varsa güçlendirme ve yeniden işlevlendirme yoluna gidiliyor. Yıkmak daha kArlıysa maalesef kimse o yapının şehirle kurduğu ilişkiye, toplum hafızasındaki yerine ya da önemine bakmıyor. Mevcut hükümetin politikası özellikle belli bir döneme ait olan yapıları yok etmek üzerine kurulmuş durumda. Mesela onların kaydı bile olsa rahatlıkla yok edebiliyorlar veya o kayıtları silebiliyorlar. Dolayısıyla bu konudaki kaygı ekonomik ya da siyasi oluyor. Bu konuyu gündeme getirdikleri ve başarılı bir şekilde kurguladıkları için Sevince ve Oral’ı tebrik ediyorum. 

Son dönemde pratik mimarlık ile teorik ve kavramsal bakışlar birbirinden çok ayrı düşmeye başladı diye düşünüyorum. Ben sonuçta mimarlık pratisyeni olarak işin pratik ve üretim tarafındayım. Teorik ve kavramsal kısma saygım var ama mimar olarak benim bile anlamakta zorluk çektiğim birtakım sergilerle karşılaştım.  Belki yeterince vakit ayıramadığım için de olabilir.  

Meslek pratiği ile kavramların birbirinden bu kadar kopması, bir noktadan sonra mimarlık yapmanın ayıp bir şeymiş gibi görülmesine yol açıyor. Geçtiğimiz mart ayında Cannes’daki MIPIM Fuarı’na gittim. Öylesine dev bir oyun içinde mimarlığın ne kadar küçük bir yerde durduğunu orada daha iyi anlıyorsunuz. İş geliştiriciler, yapım sistemleri, proje yönetim firmaları, pazarlamacılar, hukuk firmaları… Yani bizim kendimizi önemsediğimiz kadar bir yerimiz yok bu oyun alanında. O yüzden de kendi içimizde daha net söylemler geliştirmeliyiz diye düşünüyorum.