“Ülke pavyonları arasında kendi pavyonlarının mimarisine/mekanına odaklananlar ilgimi çekti. Belki onlar da bu yankı odasına kayıt olmak yerine içe dönmeyi tercih etmişlerdi bu sene. “

Ertuğ Uçar, Mimar
TEĞET

Adı ilan edildiğinde Lesley Lokko’ya webde bakmış, Ganalı-İskoç mimar ve akademisyen kimliklerine ek olarak çok satan bir romancı olduğunu öğrenmiştim. Akademik hayatı dışında, Afro Amerikan-Anglosakson roman karakterlerinin kol gezdiği aşk ve entrika dolu popüler romanlar yazıyormuş; ben okumadım hiçbirini. (Son romanı Soul Sisters’ın kindle satış rakamı en son 160 binin üzerindeydi.) Fanları goodreads’i yorumlarla dolduruyor, yayınevi transferleri gündem oluyordu. Böyle renkli ve kendine ait bir ikinci dünyası olan Lokko bienale farklı bir bakış getirebilirdi belki. Onun seçilmesi zaten kendi başına 2023 sergisinin Afrika’yı tema alacağının kesin ilanıydı. Öyle de oldu. Genç Afrikalılar ve Diasporadaki Afrikalıların işlerinin doldurduğu serginin ikiz temasını küratör şöyle ilan ediyordu: “Dekolonizasyon ve Dekarbonizasyon”.

Lokko, girişte duvara yazılı -ve iyi aydınlatılmadığından zor okuduğum- ana metinde vurguladığı force majör analojisinde, sergiye yaptığı çağrıların sonucunda ortaya çıkacak olanın tıpkı force majör kriterleri gibi öngörülemez, dıştan ve beklenmedik olacağını yazmış. Ben sergiden, Lokko’nun romancı tarafına dayanarak biraz daha okunaklı bir üst kurgu, editoryal bir dokunuş beklerdim; işlerin dizilişinde bir izlek arardım; bulamadım, sergi bana çok dağınık geldi. Çoğunluğu iklim krizi, karbon salınımı, kaynakların tüketilmesi, sömürgecilik ve ırkçılık üzerine kurulu yerel anlatılar açıkçası bana yeni bir şey katmadı. Uzunca bir süredir söylenegelenleri, bu kez çoğunluğunu Batıda yaşayan ve üretenlerin teşkil ettiği Afrika kökenliler söylüyordu. Batı, suçunu tamamıyla üzerine alması gereken meseleleri tartışması için, sözü bu bienalde bu sorunlardan en çok çeken ve yaratılmasında en az mesuliyeti olan kıtaya vermiş. Sonuç da açıkçası Lokko’nun dediği gibi beklenmedik olmamış.

Şüphesiz bunlar çok önemli meseleler, Zizek’in Antroposenin Sonu’nda (2010) yazdığı gibi “şahit olduğumuz ancak ciddiye almadığımız” meseleler. Ancak on yıllar boyu tekraren tartışılması, içini boşaltmak üzere, belki de boşalttı. Zizek haklı. Yine aynı kitaptan özetleyerek aktarayım; ciddi global tehditlerle başa çıkmak için kolektif savunma stratejileri oluşturuyor ve örtbas etmeye, karartmaya, kendimizi kandırmaya başlıyoruz. Tam da Türkiye’de seçimle sınava tutulduğumuz günlerde Bienal bana başka bir yankı odası gibi geldi. İklim krizinin farkında olanlar, farkında olan diğerlerine bu tehditi anlatıyor.

Ülke pavyonları arasında kendi pavyonlarının mimarisine/mekanına odaklananlar ilgimi çekti. Belki onlar da bu yankı odasına kayıt olmak yerine içe dönmeyi tercih etmişlerdi bu sene. Kendi pavyonlarının (mimarı heykeltraş Giacometti’nin kardeşi Bruno Giacometti), Venezuela pavyonuyla (mimarı Carlo Scarpa) komşuluğunu vurgulayarak aralarındaki mekanı yeniden düzenleyen, eklemelerden arındıran İsviçrelilerin sakin tavrı hoşuma gitti. Eurovision’a şiirle katılmak gibi.

Kendi pavyonunu Data Merkezleri gibi erişime kapatarak bahçeye kurduğu sergide beton maketler, ses ve ışıkla fiziksel çevredeki değişim üzerinden yeni teknolojik dünyayı anlatan İsrail de ilgi çekiciydi.

Ve son olarak “A Place to Be Loved’ başlığıyla pavyonlarının tasarım sürecini çeşitli analog tekniklerle anlatan, hatta mimarın orjinal çadırını bahçeye çağdaş malzemelerle tekrar kuran Japonların zarif sergisini sevdim.

Türkiye Pavyonu ise birçok mimar gibi benim de üzerinde düşündüğüm bir konuyu, terkedilmiş, atıl yapı stoğunun nasıl değerlendirebileceği konusunu Arsenal’deki güzel tersane gözüne kurduğu uzun masada tartışıyor. Önemli sorular soruyor. Yıkmadan yapamaz mıyız? Atıl binalar nasıl tekrar hayatımıza girebilir? Mevcuttan neler öğrenebiliriz? Sevince ve Oral bu konuyu tarih, edebiyat ve mimarlıktan kuvvetli referanslar, yerelden ve dünyadan örneklerle akıcı bir şekilde ele almışlar. Türkiye sözü en net ülke pavyonları arasında. Sergi kitabı çok iyi. Venediğe gidemeyenler kitaptan edinmeli. İklim krizi, kaynakların tükenmesi gibi konuları ortaya bir çözüm yolu koyarak, mimarlık mesleğinin kendi pratiğinden bir bakış açısıyla ele alıyor.