Suyun Kıyısında Mimarlığın İzleri 5: Mimari Yapıların Su ile Olan İlişkileri
Vedat Tokyay, Mimar
Suyun İçindeki Yapıların İktidar İlişkileri
İktidar ve güç ilişkileri elbette mimarlığın tüm alan ve zamanlarına egemen durumdadır. Piramitlerden tapınaklara, alışveriş merkezlerinden rezidanslara kadar, antik dünyadan bugüne uzanan bir dizi mimari yapı, toplum düzleminde egemenliklerini sürdürürler. Kralların ölümsüzlüğünün mimarisi olan piramitler ile tanrıların evleri olan tapınaklar elbette ölümlüleri korkutarak onların iktidarı olurlar. Finans dünyasının evi olan alışveriş merkezleri de ölümlülerin dünyasında en az merkez bankası kadar güçlüdür. Eskiden olduğu gibi korkutmazlar; bir kara delik gibi herkesi içlerine çekerek iktidar olurlar.
Suların iktidarı ise hem antik dünyada hem de çağdaş dünyada halen sürdürülmektedir. Özellikle, Hinduizm ve Budizm gibi Uzakdoğu dinlerinin egemen olduğu Doğu toplumlarında dünya, “dört ulu deniz ortasında yüzen, dört köşe veya sekiz köşeli bir ada” olarak hayal ediliyordu. Irmakları tüm ülkeye yayılmış Çin’de ise, gök tapınağı ve evrene egemen olmak iddiasında bulunan hükümdarların temsili merkezi sayılan köşk, dağın tepesinde ve bir havuzun ortasında bina edilirdi. Bu havuz aslında okyanusları simgeliyordu. Dolayısıyla, Doğu hükümdarları saraylarını ya suyun içinde yaparlar ya da büyük havuzlarla kuşatırlardı. Buradaki iktidarın ana düşüncesi, ulaşılmazlık ve kullarının ölümlü dünyasından uzakta ve suyun içinde izole biçimde durma isteğidir.
İlk örneğimiz olan Jal Mahal Sarayı, 17. yüzyılın sonunda Hindistan’ın Caypur kentinde yapılmıştır. Man Sagar Gölü’nde kurulmuş olan bu saray, beş katlı olup dört katı suyun altına, büyük olasılıkla göl tabanına oturmaktadır. Restorasyon çalışmalarında görülmüştür ki, suyun altındaki katlarda kayda değer bir nem görülmemiştir. Son teras katıysa, bir bahçe olarak düzenlenmiştir. Böyle bir anlayışa Batı monarşilerinde rastlamak olanaklı değildir (Resim 1).
Modernizme kadar, iktidarı cisimleştiren mimari yapıların çoğunlukla iktidarı elinde tutanların sarayları olduğunu biliyoruz. Belki, Orta Çağ’da bunun bazı istisnaları olduğunu söylemeliyiz. 12, 13. yüzyıllar Bolonya’sında, zengin ailelerin aile prestijlerini güçlendirmek üzere 32 metreden 97 metreye uzanan taş kuleler yaptıklarını biliyoruz. 50 bin kişilik nüfusuyla Avrupa’nın beşinci büyük kenti olan ve ilk Ticaret Odası’nı kuran Bolonya’da, hem yoğun tekstil üretimi hem de ticareti ellerinde tutan büyük tüccarlar iktidarlarını göstermek üzere yüksek taş kuleleri seçmişlerdi.
Milenyumla birlikte, suyun içinde yüksek rant değeri olan gayrimenkuller inşa etmek Finans-kapital’in iktidarını pekiştirecek stratejiler oldu. Buna en iyi örneği, Dubai Palmiye Adaları olarak verebiliriz. Medyada gördüğümüz gerekçe ise, “kentin kimliğini değiştirerek denizin içinde ve kentin silüetinde yeri olacak yüksek katlı popülist ve ikonik mimari yapılar yapma arzusu…” Kentsel kimliği neden ve hangi yöne doğru değiştiriyoruz?
Mimariye yerleşim planından bakarsak, karadan çok ince bir dizi köprü bağlantıları ve monoraylı bir toplu ulaşımla kopmuş ve palmiyenin gövdesini simgeleyen bir omurgayla, omurgaya bağlı palmiye dallarını ifade eden 16 adet ince uzun alan ve hepsinin en dışında omurgaya köprüyle bağlanılan dairesel bir ada vardır. Omurganın dallarla buluştuğu yere kadar, gökdeleni de içerecek biçimde çok katlı ve yoğun bir yerleşmeyle rezidanslar, oteller ve alışveriş merkezleri yer almaktadır. Dallarda tatil evleri, en dıştaki dairesel alanda saraylar ve oteller, palmiyenin giriş ağzına yakın sağda ve soldaki ince uzun adalarda da golf alanları, bulunmaktadır (Resim 2).
Açıkçası, yarım yüzyıl sonra kesinlikle bitecek olan petrolü elinde tutan Finans-kapital, iktidarını yenilemenin yollarını aramaktadır.
Suyun İçindeki Yapıların Hareket Edebilirliği
1980 Venedik Bienali için Aldo Rossi’nin tasarladığı yüzer “Dünya Tiyatrosu”, hem Venedik’in 18. yüzyıldan gelen yüzer tiyatro ve karnaval geleneğiyle, hem de kentsel peyzajda bir mimari yapının geçiciliği düşüncesiyle ilintilidir. 9.5 metre çapında ve 11 metre yüksekliğindeki kare prizma yapının üzerinde, 6 metre yüksekliğindeki sekizgen bir yapı ve sekizgen piramidal bir çatıdan oluşan form, çelik konstrüksiyonla oluşturulmuş; içi de dışı bir gemi gibi ahşapla kaplanmıştır. Yapının toplam yüksekliği 25 metredir. 400 kişilik tiyatronun ortasında sahnesi, çevresinde de oturma yerleri ve balkonları bulunmaktadır. Bienal boyunca yapı, aynı bir gemi gibi, Venedik’in değişik bölgelerine yüzerek performansını sürdürmüştür (Resim 3).
Yapıların Suyun Üzerindeki Yansıtma Olgusu
Mimarlar neden yapılarını suda yansıtmayı severler? 14. yüzyılda üretilen Elhamra Sarayı, 21. yüzyıl insanına neler hissettirir? Bu yansıtma havuzunun bizlere tuttuğu ayna nedir? Bu avlularda su olmasaydı, yansıma olmasaydı, bu saray bu kadar güzel olur muydu? İnsanın iki temel duyusu olan görme (havuzu ve yansımalarını) ve işitme (çeşme ve fıskiyelerdeki ses) duyularını aynı anda duymalarını sağlayan bu mekanlar, bize “sevinç ve hafifliğin olduğu düşsel bir ortam” duygusunu aşılamıyor mu? (Resim 4).
Mies van der Rohe’nin Barselona Pavyonu’nda iki yansıtma havuzu vardır. Mies, sanki binasının hafifliğini ve saydamlığını güçlendirecek katı olmayan bir çevre aramış ve o çevreyi yansıtma havuzunda bulmuştur. Yansıtma amacıyla ilgili olarak şunları söyler: “Bu binayı tasarlarken duvarlarında ışık ve gölge oyunları olan bir yapı değil, havuzunda parlak ve değişken yansımaları olan bir yapıyı düşündüm” (Resim 5).
Niemeyer’in yansıtma fikri ve amacı ise çok farklıdır. Çok yapısının önünde yansıtma havuzu bulunmasının nedeni, biraz da yapının taşıyıcı strüktürü olan kolon ve kirişlerle kurduğu, beyaz renkli ön kabuğu yansıtmak ve formu büyütmektir. Brezilya Başkanlık Sarayı’nda, yukarıdaki çatı plağına ve zemine çok ince bir kesitle basan, yatayda da elele vermiş insanları anımsatan heykelsi bir dış cephe oluşturmuş ve cam duvardan kopuk heykelsi form algısının güçlenebilmesi için onu havuzda çoğaltmıştır. Sanki su, tüm ülkeyi simgeliyor, el ele vermiş insanlar da suyun içinde yansıyarak ülkeyi çoğaltıyorlardı (Resim 6).
Gehry’nin Bilbao Guggenheim’da yaptığı ise, ışığı kullanarak yansıtmayı iki yönlü ve karşılıklı yapmaktır. Her şeyden önce, ırmağın hareketleri ve gün ışığının durumuna göre yapının tüm amorf formları ve dokusu, Nervion Nehri’ne tepetaklak yansımıştır. Bu durum, hem formun gücünü biraz daha fazla ortaya çıkarmış, hem de çevresindeki ortamla ilişki kurabilmiştir. Bu etki işin yarısıdır. Peki, titanyum kabuğun suya benzerliğine ne demeli? Titanyum, büyülü bir ayna gibidir. Günışığının suyun üzerine yansıyarak titanyumun eğrisel kabuğu üzerinde, kendi sürreal yansımalarını yaratmasıyla, ikinci yansıma etkisi oluşmuş olur (Resim 7).
Suyun Kıyısındaki Yapıların Doğa ile Bütünleşme Arzuları
Suyu; doğanın ayrılmaz bir parçası, devamı gibi görmemize rağmen onu tasarımla şekillendiririz. Yapay göller, havuzlar, kanallar böyle oluşur. Sözünü ettiğimiz şeyleri, yani; su, doğa ve mimarlığı bir araya getirecek tutkalın sırrını elinde tutan mimarların birkaç istisnayla, Uzak Doğu’lu olduklarını belirtelim. Bunun birkaç katmanlı nedeni, bu toplumların geleneksel mimarlıklarında bu üç ögenin fazlasıyla bir araya geldiği, doğu felsefesiyle eğitildikleri ve tek tanrılı dinlerden çok farklı olan dinsel kültürlerinde ana konu ve temaların doğayla çok bağlantılı olduğu bir coğrafyada yaşamış olmalarıdır. Öyle ki Tadao Ando, bu temayı bir kiliseye bile uyarlayabiliyor. Sudaki Kilise yapısında şeffaf bir cephe, içinde haçın yer aldığı bir gölete ve göletin arkasındaki koruluğa bakmaktadır. Bu örnekte, suyun parçası olduğu doğanın mimari yapıyla bütünleşmesini sağlayan tema, kutsal olanın doğa olduğu inancıdır. Haç, doğanın içindeki suya yansımaktadır. Böyle bakıldığında, yapının geçirgen yüzeyi sayesinde algılanan “doğanın içine gömülmüş kutsallık” temasıdır. Yukarıdaki Elhamra örneğinden farklı olarak, suyun üzerine kilise değil, bizzat çevresindeki doğa ve çelik haç gölete yansımıştır. Yansıyan ve yansıtılan ilişkisinde, kilise ve içinde oturanlar izleyici, suyun ve doğanın ortasındaki haç ve doğaysa izlenendir. Dolayısıyla buradaki yansıtma kavramı, kilise yapısının değil, dinsel düşüncenin bir haç üzerinden doğaya yansıtılmasıdır (Resim 8).