Sinema, Kehanet ve Sürdürülebilirlik
Prof. Dr. Şengül Öymen Gür
Sürdürülebilirlik üzerine çalışmaların yoğunlaştığı, ülkemizde de birçok akademisyenin ilgi duyduğu enerji sakınımı, planetimizin korunması, doğaya olan gereksinmemizin önemli konular haline geldiği bir dönemdeyiz. LEEDS ödülü almak uğruna da olsa bazı mimarlık firmalarının konuyu önemsediğini biliyoruz. Bu konuda Foster + Partners’tan Michael Pawlyn, Dezeen’e verdiği bir röportajda, “Sürdürülebilirlik bizi gitmek istediğimiz noktaya götürebilir diye kendimizi kandırdık.” dedi (Ravenscroft, 2019). 2019’un başlarında Foster + Partners, Zaha Hadid Architects ve David Chipperfield Architects gibi büyük mimarlık bürolarının da dahil olduğu bir grup, Mimarlar Bildiriyor (Architects Declare) manifestosuna imza koyarak iklim ve biyo-çeşitlilik acil durumunun altını kalın çizgilerle çizdiler. Donald Trump’ın, ABD’yi Paris Sözleşmes’inden çekmesine karşın, RIBA bunu mimarların muazzam bir meydan okuması olarak niteledi. Mimarlar kadar birçok sivil toplum kuruluşu da bu anlaşmayı teşvik etti. Finlandiya etkisiz karbon (carbon neutral) eylemini 2035 yılında tamamlayacağını, Avrupa Birliği 2050 yılında bu sorunun tamamen çözüleceğini beyan etti. Bu anlamlı değişikliğin gerçekleşmesi için Foster grubundan Trott en çok gereksinme duydukları şeyin “aktif destek” olduğunu söyledi.
Çözüm ise karbon emisyonunu birkaç mimarlık firmasının azaltmasında ya da Foster’ın “0”a indirmesinde yatmıyor. Zira dünya mimarlığının yaklaşık %80’inden fazlası mimarsız mimari zaten… Çözüm, bu duyarlılığın mimari proje eğitiminde ve uygulamasında içselleştirilmesinde yatıyor. Victor Olgyay’ın Design with Climate (1963) konulu kitabını okuduğum tarihten bugüne proje derslerimde coğrafya ve yeri çok önemserim. Ama bu işler öyle bir iki proje hocasının geniş kapsamlı düşünmesiyle de olup bitecek gibi değil.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 37. Başkanı Richard Nixon (1969-74), diğer adıyla “teflon tava” nasıl bir coşkuya kapıldıysa 8 Kasım 1973 tarihinde kongreye Acil Enerji Yasası önerisi verdi. Konu ciddiydi. Mimar Peter Eisenman, 20. yüzyılın fikir adamı, Manfredo Tafuri dahil kimsenin pek anlamadığı konut sentaksı (grameri) çalışmaları yapmaya başladı. Evlerin içi yoktu. Her şey bir kurguydu. Kimsenin anlayamadığı bu çaba tıpkı Nixon’un önerisi gibi heba oldu. Aslında Eisenman mimaride her şeyin gramer kurgusunda yattığını söylemeye çalışıyordu ve bu gramere yeni kavramlar yerleştirilmedikçe hiçbir yeni ve değerli kavramın mimarlığın anterioritesinde (tarihi birikiminde) yer alamayacağını söylüyordu. Enerji sakınımı ve dünyanın geleceği konusundaki kaygıları bu yapının (mimarinin temel değerlerinin) bir parçası değildi ve buraya zihnen ve fiilen yerleştirilme güçlüğü vardı. En azından zaman istiyordu. Ama zaman su gibi akıp gidiyor ve biz mimarlar hala denge, işlev, estetik ve semantik gibi kadim kavramları aşıp başka bir boyuta geçemiyoruz.
Gerek mimar ve gerekse mimar olmayan toplumun algı ve biliş dünyasının genişletilmesi için farklı ve zengin ortamlara gereksinmemiz var. Medya hizmetimizde… Biraz ajitasyon şart gibi görünüyor ve aklıma sinema sanatı geliyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki İngilizcede film ve “movie” arasında ciddi bir fark vardır. Movie, bir olay ve kolay yanıtlar üzerinedir. Film ise ya kendinden kapsamlı bir kavramı irdelemek veya anlam üretmek üzere kurgulanır. Amacı seyircinin anlağının sınırlarını zorlamak ve böylece seyirciyi başka bir frekansa taşımaktır. Seyirci sinema salonunu, geldiğinden daha donanımlı bir insan olarak terk eder. Gerçek ile tasavvurun sınırlarının karıştığı yerde çocukların algı ve biliş faaliyetlerinin kötü etkilendiği biliyoruz. Filmi gerçek ile karıştırdıkları olur. Superman olup çatıdan uçmayı denemeye kalkan çocuklar herkesi üzer. Birkaç kötü örnek dışında filmler insan yaşamında çok önemlidir. Bir kısmı geleceğe dair öngörüler ve kehanetlerle doludur. Fransız roman yazarı Jules Gabriel Verne’in Dünyanın Merkezine Seyahat (1864), Deniz Altında Yirmi Bin Fersah (1870) ve Seksen Günde Devr-i Alem (1872) gibi romanlarından yapılan filmlerdeki hemen her şey zaman içinde gerçek olmamış mıdır? Kehanetlerle dolu gelecekçi hayal gücü yaşam, doğa, zaman-mekan, evrim üzerine eğilebilir ve de zaten eğilmektedir.
Yem Yayın harika kitaplar yapıyor. En son elime geçenlerden biri “Sinemada Mimarlık”. Çok hoş ve değerli bir yapıt. Yazılar senaryonun ortamına, kentsel, kırsal mimariye ve doğaya odaklanıyor. Ancak, 68 adet yazı arasında mimarlığı planetin geleceğine dair uyaran filmler yok. Onları da ben ekleyeyim. Kasvetli, dehşetengiz filmler ama ciddi senaryolar… Bunları mimarların ve geleceğin mimarlarının izlemesinde yarar var.
Bu filmlerin bir kısmı bulaşıcı virüs veya mikropların neden olduğu pandemilerle ilgili. Örneğin, bir viral korku filmi olan “Contagion” zaten Mart 2020’den beri hayatımızın gerçeği. Bu ölümcül canlının bulaş hızının ekolojik dengenin bozulmasıyla artabileceğini düşünmek gerekir…
“Children of Men” insanlığın büyük felaketlerle başa çıkmasında en önemli rolü oynayan üreme kapasitesiyle ilgili. 18 yıl insan soyu üremeden yoksun kalıyor ve bu durumu düzeltecek hiçbir tedavi yöntemi yok. Bu filmde ölüm yok, cinayet yok, fiziksel şiddet yok, ama bunun yanı sıra geleceğe dair hiçbir umut ve beklenti de yok.
“Perfect Sense” zor zamanlarda yaşanan romantik bir ilişkiyi konu alıyor gibi görünse de insanın beş duyusunu birbiri ardına kaybetmenin dehşetini vurguluyor. Buna ne neden olabilir diye düşünmek gerekir. Ne?
“World War Z”ye gelince; bu küresel aksiyon korku filmi zombi formülünü yeniden yapılandırıyor ve zombilerin ölüp-dirilmesi yerine bulaşıcı bir virüsün neden olduğu “zombileşmeyi” işliyor. Isırılan herkes zombi oluyor. Bu durumda Covid 19’u yeğlemek lazım. En azından ölmeyi beceriyoruz.
Evrenin beklenmedik denge sarsıntıları ki buna insanlığın neden olduğu pekala düşünülebilir. “Deep Impact” bir asteroidin dünyaya çarpması sonucu oluşan yıkımı, “Armageddon”, ki her bakımdan Deep Impact’ten daha üstün bir filmdir, evrendeki patlamaları konu alıyor. Atmosferi delen dengeyi de deler…
“This is the End” dünyanın patlaması gibi bir senaryoya dayalı olarak yapılmış bir korku filmi. Herhalde doğal afetler arasında büyük patlamadan daha korkunç bir şey olamaz. Dünyanın sonu senaryosu olası bir senaryodur, acaba planetimize daha iyi davranırsak bu durum ertelenebilir mi?
Doğal afetlerin konu edinildiği filmler arasında “Dante’s Peak”, “Volcano” gibi filmler var. Volkanik patlamanın Los Angeles’ın göbeğinde gerçekleşme olasılığı korkunç bir olasılık. “Twister” (Aliens) bugüne kadar yapılmış en iyi tornado filmlerinden biri. Tornado önlenemez olsa da gerçekleşeceği çok önceden kestirilemez mi?
Filmlere konu olan afetlerin bir kısmı doğrudan su ile ilgili. Genellikle daha büyük diğer felaketlere eşlik eden bir durum. Tayland’da bir sayfiye yerinde geçen “The Impossible”, bunlardan en ürkütücü olanı. Tsunami dehşetinin yanına gerilimi ve derin üzüntüyü ekliyor. “Poseidon Adventure” su altında depreme denk gelen bir denizaltıda geçiyor. “Denizdeki Cehennem” diye Türkçe’ye çevrilmesi kadar doğal bir şey olamazdı. “The Perfect Storm” Wolfgang Petersen tarafından 2000 yılında çekilen ve Sebastian Junger’ın da romanından senaryolaştırılmış bir film. Ticari bir balık avlama gemisinin fırtınaya yakalanmasında her bireyin verdiği kurtuluş mücadelesini anlatıyor. Bütün bunların olasılık olduğunu mimarın, eğitimcinin izlemesi ve gelecek kuşaklara izletmesi gerekiyor.
Biz mimarlar ütopya denince, Archigram’ın Yürüyen Kent (1963)’ini ya da Constant Nieuwenuys’ın Yeni Babil (1959-60)’ini düşünüyoruz. Ultimat durumları göz ardı ediyoruz. Fosil karbon dioksit emisyonu 60 yıla kalmaz 1000 Gt’yi aşacak. İklim kontrolü yapılmazsa 2400 yılında küresel ısınma sınırı aşılacak ve 2100’lerden sonra kontrolden çıkacak (Potsdam Institute for Climate Impact Research). Dünyamızın kaynaklarını elimizde sonsuz dünya varmış gibi kullanıyoruz. Geleceğin tek ütopyası sürdürülebilirlik ütopyası olmalıdır.