Sevince Bayrak, Oral Göktaş: Yıkmadan, mevcudun üzerine ekleyerek dönüştürmek Türkiye için çok acil bir konu…

“Koordinasyonunu İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yaptığı Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nda yer alacak olan “Hayalet Hikayeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi” projesinin küratörlüğünü üstlenen SO? Kurucuları Mimar Sevince Bayrak ve Mimar Oral Göktaş, proje kapsamında Türkiye’nin hemen her şehrinde var olan terkedilmiş yapıların kolektif olarak belgelenmesini hedef alıyor. Bu amaçla bir açık çağrıda bulunan SO? herkesi bulundukları kentlerdeki kullanılmayan yapıların fotoğraf ve videolarını #hayaletavcıları2023 etiketiyle paylaşmaya ve bu projenin bir parçası olmaya davet ediyor.”

SO? kurucuları Mimar Sevince Bayrak ve Mimar Oral Göktaş ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide, Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nda yer alacak olan “Hayalet Hikayeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi” projesi ile ilgili konuştuk.

Yasemin Şener İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra çalışmak için birlikte Şili’ye gittiniz. Şili’yi tercih etmenizin nedenleri neydi?

SO? Taşkışla’dan mezun olduğumuz 2005 yılı İspanyol mimarlığının revaçta olduğu bir dönemdi. Biz de bu furyaya kapılıp, İspanya’ya gitmek istedik, başvurular yaptık. İspanya’da sevdiğimiz bir ofisten kabul gelince çok sevindik ama vize sorunu gözümüzü korkuttu. Tam o yaz, İstanbul’da UIA Kongresi’nde Şilili mimar Mathias Klotz’un sunumunu dinledik. Aslında bugün bakınca Şili mimarlığının alametifarikası olan özelliklerin çok baskın olmadığı, o zamanlar zaten aşina olduğumuz bir mimari Mathias Klotz’unki. Onun ofisini araştırırken, Plataforma Arquitectura web sitesini gördük. Bugün Archdaily’e  dönüşmüş olan, orjinali Şilili mimarlık portalı, içinde onlarca ofisin işleri var. Hepsine başvurduk, ancak yanıt gelmedi. Sosyal medyanın bugünkü kadar mesafeleri kısaltmadığı bir dünyada herhalde beklenen bir şeydi dünyanın bir ucuna gönderdiğimiz iş başvurusunun ciddiye alınmaması. Fakat biz o kadar etkilenmiştik ki Şili’de olup bitenden, Türkiye’den vize de istemediği için kalktık gittik. Elimizde portfolyolar ofislerin kapısını çalmaya başladık. İki haftanın sonunda, tam ümitsizliğe kapılacakken Cooperativa URO1. ORG isimli, 29-30 yaşlarında dört ortağın kurduğu ofise kabul edildik. URO1’nun, -sonra dağıldılar ama- bizim mimarlığa bakışımız üzerindeki etkileri büyüktür. Maketle, malzemenin kendisi ile, proaktif yöntemlerle ve sadece insanı değil; döngüselliği, tasarımın etkilediği canlı-cansız tüm bileşenleri merkeze koyan yaklaşımları ile çalışmayı önemseyen bir ofisti.

Şili’deki mimarlık ortamına dair gözlemleriniz nelerdi?

SO? 2005 yılında Şili, Türkiye’ye çok benzer koşulları olan bir ülkeydi, politik ve ekonomik olarak. Ve yine burada olduğu gibi inşa etmeyi ve yapmayı seven bir kültür. Ama mimarlık açısından en temel fark; mevcut durumun kendisini bir bütün olarak, eksiklikleri ve yanlışları ile, iyi mimarlığın önündeki engeller olarak görmek yerine iyi mimarlığa giden yolun kendisi olarak görmeleri. Buna örnek bir anekdot anlatalım. Ofisteki stajyerlerden biri, bir mimarlık öğrencisi, hafta sonu bizi buluşmaya çağırdı. Yaşadığı mahallede, dördüncü çocuğu doğacağı için evlerine sığamayan bir aileye ek bir oda tasarlayıp inşa ediyormuş, biz de ona katıldık. Gecekonduyu, yani kendi kendine kısa sürede ev yapmayı icat eden bir coğrafyadan kalkıp gidip bu manzaraya şaşırmamızın sebebi, bir mimarlık öğrencisinin mevcut olanı anlama ve ona tasarımla yanıt verme çabasıydı. O yıllar aynı zamanda, Elemental’ın Şili’deki Quinta Monroy projesinin, mimarların yarısını tasarlayıp diğer yarısını yaşayanların ihtiyaç ve insiyatiflerine uygun olması için tasarlamadan bıraktığı konut sisteminin, inşa edildiği yıllar. Mimarlık ortamının öğrenciden profesyonele her aşamasına sirayet etmişti mevcut olanla hemhal olma çabası. Elbette aradan geçen on altı yılda köprünün altından çok sular aktı, Şili mimarlığı dünya sahnesinde başrole oturdu, Alejandro Aravena Pritzker aldı, Elemental projesi geldiği noktada pek çok eleştiri ile karşı karşıya kaldı. Yine de bizim gibi iki yeni mezun için dönüştürücü bir deneyimdi. Ofisteki deneyimimiz dışında iki ay boyunca Güney Amerika’yı gezerken gördüklerimiz de o zamana kadar maruz kaldığımız uluslararası akımların -Hollanda mimarlığı, İspanya mimarlığı gibi başlıkların- dışında yeni diller tanımamızı sağladı. Valparaiso Katolik Üniversitesi’nin okyanus kenarında, bir şairle beraber kurdukları ve 1976’dan beri adım adım, öğrenci ve hocaların beraber tasarlayıp inşa ettikleri yerleşke Ciudad Abierta (Açık Şehir), bir yeni mezun için masal diyarı gibiydi. Sadece mimarlık da değil, sonuçta Kuzey Amerika ve Avrupa merkezli bir kültürel hegemonya etkisinde büyüyen herkes için Güney Amerika edebiyatı, sineması, müziği, politikası ile yeni pencereler açan bir yer, biz de bundan biraz nasibimizi aldık.

Türkiye’ye döndüğünüzde kendi ofisinizi kurma kararını Şili’de aldınız. Sizi cesaretlendiren şeyler nelerdi? SO?’nun kuruluş süreci nasıl gerçekleşti?

SO? SO?’nun kuruluşu aslında senelere yayılan bir süreç, hem fiziksel hem de iş olarak; kurmaktan çok ilmek ilmek ördük diyebiliriz. Ama başlangıç için Şili’de gördüğümüz genç ofis, imkanları dört dörtlük olmayan ama yaptıkları işi kusursuz yapmaya çalışan genç mimarlar bizi cesaretlendirdi. Üstelik o ofisteki yapılan işler arasında, ülkede yıllarca süren dikta rejiminden sonra kültürel deneyselliği tartışan, Nautilus isimli, Santiago’nun en işlek yerine kurulan cam ev yerleştirmesi gibi projeler de vardı. Aslında bir mimarlık ofisi içeriğinin ne kadar çeşitli olabileceği konusunda da bize ilham vermiştir Şili deneyimi. Sonrası sıfırdan bir şey kurmaya çalışan herkesin başına gelebilecek, biraz meşakkatli ama bir o kadar da maceralı bir yol. Konforsuzluğun, kaybedecek bir şeyi olmama özgürlüğü ile karıştığı bir dönem. Şimdi geriye bakınca her adımı birbirini uyumla takip ediyormuş gibi görünen ama içinden geçerken belirsizliklerle dolu bir süreç. Ofisi kurduğumuz 2007 yılından bugüne geçen on beş yılda, içinde yaşadığımız şehrin, ülkenin ve dünyanın da bir o kadar inişli çıkışlı bir döneme sahne olması yolculuğumuzu daha da şenlikli, bazen de curcunalı hale getirdi.

Doktora teziniz “Bir Meydanın Öyküsü” adıyla İş Bankası Yayınları’ndan kitap olarak çıktı. Beyazıt Meydanı’nın hikayesini anlatmaktaki motivasyonunuz neydi?

SB Doktoraya başlarken amacım kentle ve mimarlıkla ilgili bir konuyu herkesin okuyabileceği bir kitap olarak yazmaktı. İstanbul’la olan inişli çıkışlı ilişkimizin nedenlerini merak ediyor ve bunun üzerine yazmak istiyordum. Tez konusu üzerine düşündüğüm 2009 yılında Beyazıt Meydanı pek kimsenin üzerine konuşmadığı ama aslında İstanbul’a dair çok fazla hikayenin ipucunu barındıran bir yerdi. Tamamen tesadüfen bu meydandan başladım, ama araştırdıkça bir meydan üzerinden aslında kentle olan aşk-nefret ilişkimizin temellerini anlatabileceğimi keşfettim. Özellikle meydanın benim araştırdığım 50 yıllık kesiti, 1914-1964 yılları arasındaki tartışmalar, hem bugün güncelliğini koruyan hem de başka meydanlar ya da kamusal alanların tasarım süreçlerine dair, daha da önemlisi kenti nasıl kavradığımıza dair soruları içeriyor. Daha tez yazma aşamasında, mimar olmayanların kente ve mimarlığa dair tartışmalardan haberdar olmasını ve katılmasını çok önemsediğim için akademik bir dil yerine herkesin okuyabileceği bir dilde ve formatta yazdım. Tez 2015’te bitti, 2019’da İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yayınlanırken, dilini ve formatını değiştirmedim. Tam da o yıllarda ve hala devam eden, kamusal alan tartışmalarını kutuplara hapsetme, gündelik politikaya mal etme yaklaşımının bir adım ötesine geçebilmek için, ideolojilere kurban gitmeyecek kamusal alanlara hepimizin ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için yazdım.

SO? çatısı altında mimarlığın hem kuramsal hem de pratik tarafında üretim yapıyorsunuz. Araştırma projelerine ve kuramsal üretimlere yöneliminiz nasıl oldu?

SO? Bizim Taşkışla’da aldığımız eğitim kuram, tasarım ve araştırmanın birbirine karıştığı bir süreçti. SO?’yu ilk kurduğumuz yıllar ise özellikle İstanbul’da inşaat çılgınlığının yaşandığı, gayrimenkul sektörünün patladığı yıllardı. Ancak yeni kurulan bir ofisin, eğer aileden mimar ya da müteahhit bağlantıları yoksa, ki bizim yoktu, o sektörde tutunması zor. Ayrıca bizim mesele edindiğimiz konuların sektörün öncelikleri ile çelişmesi de rotamızı belirledi sanırız. SO?’nun resmi olarak aldığı ilk iş, bir araştırma projesiydi. Proje, 2009 yılında İstanbul’da yapılacak Urban Age konferansı için LSE Cities ve Arkitera’nın düzenlediği atölye çalışması kapsamında beş genç ofisin önerilerini içeriyordu. Biz İstanbul’un hızlı kentleşmesinin Kuzey Ormanları ile olan ilişkisini dert etmiştik. Fakat biz aslında belediye binası yarışmasına proje hazırlarken bile gerçekten en iyi, en doğru işleyen binayı çizme amacı ile değil, belediye hizmet binasının içeriğini ve bunun mimarlık ve kentle ilişkisini araştırma amacındaydık. Belki de bu yüzden o yarışmalarda ödüller almış ama hiç birinci olamamış olabiliriz.

İstanbul Modern’deki Göğe Bakma Durağı sizin için nasıl bir başlangıç noktasıydı?

SO? Aslında bizim ilk uygulanmış işimiz Rotterdam’da bir yerleştirme ve İstanbul’da Dünya Su Forumu için yaptığımız bir stant; ancak hikayemizdeki önemli eşiklerden biri Göğe Bakma Durağı’ydı. Bizim hem tasarımını hem uygulamasını yaptığımız, ilk ve tek müteahhitlik deneyimimiz aynı zamanda. O kadar bilinmeyeni olan bir işte, dalgıçların kurulumu yaptığı, yüzen şemsiyelerin olduğu bir projede uygulamayı da yapmış olmamız, ondan sonraki tüm “deneysel” işlerimizde daha özgüvenli olmamızı sağlamış olabilir.

Özenli detaylarla ve zanaat ile biçimlenmiş küçük ölçekli projeler portföyünüzde önemli bir yer kaplıyor. Bu tür işlerin üretiminde büyük ölçekli projelere kıyasla ne tür farklılıklar bulunuyor?

İPA Florya Kampüsü Mevcut Yüzme Havuzu, SO?

İPA Florya Kampüsü Mevcut Yüzme Havuzu, SO?

SO? Ölçekten bağımsız olarak her projede özenli olmaya çalışıyoruz. Küçük projelerin avantajı ise yapıyla daha uzun zaman geçirebilmek, ama bazı projelerin yapı küçük de olsa takvimleri buna izin vermiyor. Özen göstermek vakit ayırmakla doğrudan ilişkili, belki de bu yüzden, projenin ölçeği kadar takvimi de etkiliyor gösterilen özeni.

Projeler öncesinde yaptığınız derin araştırmalar projelerin seyrini ve sonuçlanmasını nasıl etkiliyor? Size neler kazandırıyor?

SO? Beyaz sayfada tasarıma başlamak çok zor, araştırma dediğimiz, herhangi bir soruya kafayı takıp onunla meşgul olmak, o karın ağrılı süreci daha kolay atlatmamızı sağlıyor. Öte yandan projenin varacağı yeri baştan bilen tasarımcı rolünden uzaklaşmamıza, süreç boyunca öğrendiğimiz bir konumda olmamıza da sebep oluyor.

Araştırma odaklı projeler üretiyor olmak uluslararası ölçekte daha görünür olmanıza yardımcı oldu mu?

SO? Olabilir. Görünürlüğe değilse bile daha çok merak edilmemize sebep olmuştur.

4. İstanbul Tasarım Bienali için yaptığınız “Yüzen Ev”, MAXXI ve Danimarka Tasarım Müzesi’ne yolculuk yaptı. MAXXI, Yüzen Ev ve Kayıp Bariyer’e kalıcı koleksiyonunda ev sahipliği yapıyor. Ürettiğiniz bu işlerin uluslararası ortamlarda gördüğü  ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

SO? Projelerimiz son 1-2 seneye kadar gerçekten de yurtdışında yurtiçinden daha çok ilgi görüyordu. Yüzen Ev, ki konusu doğrudan İstanbul depremi ile ilgili bir proje olmasına rağmen, Tayvan’dan Uruguay’a pek çok ülkede yayınlandığında Türkiye’de hemen hiç kimse merak edip yayınlamamıştı. Biz o projeyi ilk olarak Venedik Bienali Türkiye Pavyonu için önerdik, konu fazla yerel bulunduğu için elendik, sonra Avrupa’da dört şehirde sergilendi. Bizim deprem sonrası yüzen geçici barınma birimi olarak tasarladığımız birimi, Avrupa mimarlık basını sele karşı bir alternatif çözüm olarak bağrına bastı, çünkü Avrupa’nın pek çok yerinde afet deyince akla deprem değil sel geliyor. Sorunun yanıtına gelirsek, bu ilgiyi kentsel tartışmaların, proaktif senaryoların mimarlığın önemli bir parçası olarak görülmesine bağlayabiliriz belki. Gayrimenkul sektörünün, inşaat ve malzeme endüstrisinin olduğu kadar; kentsel tartışmaların, spekülatif önerilerin de kendine yer bulabildiği bir mimarlık ortamı ve yayın dünyasında daha çeşitli projelere yer verilebiliyor.

“Hayalet Hikayeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi” projesinin kavramsal içeriğini sizlerden dinleyebilir miyiz? Projenin ana başlıkları nelerden oluşuyor?

SO? Mimarlığın Çuval Teorisi, Elizabeth Fisher’a ait olan Evrimin Çuval Teorisi’ni edebiyata uyarlayan Ursula K. Le Guin’den ilhamla önerdiğimiz bir başlık. Fisher, insanlara ait ilk kültürel aracın sanılanın aksine sivri ve keskin bir nesne yerine, bir çuval olabileceğini iddia ediyor. Le Guin ise, ilk çağlardan beri mağara duvarlarını süsleyen mamut avlama sahneleri yerine, çuvalına yulaf toplayanların anlatılmaya değer olduğunu söylüyor. Bienaldeki Türkiye Pavyonu’nun koordinasyonunu üstlenen İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), sergide yer alacak projeyi belirlemek üzere açık çağrı yaptığında, biz de bu iki metinden yola çıkarak, mimar olarak miras edindiğimiz imgeleri sorgulamayı ve o imgeler kadar güçlü ve güzel görünmeseler de yeni imgelere yer açmayı, bunu da kahramanlık hikayeleri yerine, sıradan, gündelik ama hayatın devam etmesi için gerek olanı anlatarak yapmayı önerdik. Bunu da ihmal edilmiş, çirkin, mimarlıkla ilgili herhangi bir hikayenin kahramanı olamayan terk edilmiş yapılar üzerinden yapmak istedik, çünkü bugün kentler için bu konunun acil olduğunu düşünüyoruz. Aslında serginin adı gibi kendisinin de ikili bir kurgusu var. Mimar olmayan, ya da pavyonda kısa vakit geçirecek ziyaretçiler için daha hızlı ve kolay algılanabilecek Hayalet Hikayeleri; mimarlar ya da pavyona daha uzun zaman ayırabilecekler içinse Mimarlığın Çuval Teorisi. İkinci kısım, aynı zamanda bu çok gerçek ama karanlık tabloyu, kentlerin geleceği için birer umut deposuna dönüştürdüğümüz renkli parçası olacak serginin.

Jürinin projenin seçimindeki gerekçeleri arasında Türkiye’de olduğu kadar dünyada da güncel ve önemli bir soruna odaklanması, zengin bir içerik ve araştırma yöntemi önermesi ve ölçekler arası yaklaşımıyla yapıdan şehirciliğe kadar uzanan bir ilgi alanı geliştirmesi geliyor. Bu araştırma ve içerik üretimi hangi yöntemlerl hayata geçecek? Sürecin bundan sonraki kısmı nasıl bir ekiple ilerleyecek?

SO? Projenin amaçlarından biri, Türkiye’nin hemen her şehrinde olduğunu bildiğimiz yüzlerce terk edilmiş yapının kolektif olarak belgelenmesi. Bunun için daha önceki bienallerde yapılmış açık çağrılardan farklı olarak belirli gruplara yönelik değil herkese açık bir çağrı yaptık. Böylece, hemen her kentte bulunan, irili ufaklı atıl yapılar kolektif olarak belgelenecek ve mayıs ayında açılacak serginin bir parçası olacak. Açık çağrıya yanıt vermek için bulunduğunuz kentteki kullanılmayan yapıların fotoğraf ya da videolarını #hayaletavcıları2023 etiketiyle, @hayalethikayeleri__ hesabından bahsederek paylaşabilir ya da hayaletavcilari2023@gmail.com adresine e-posta ile iletebilirsiniz. Bu esnada biz de iki aşamalı bir araştırma sürecini yürütüyoruz. Serginin asıl sorusu olan, “Bu binalarla ne yapabiliriz?”e aradığımız yanıtların, inşaat endüstrisinde, teknolojik gelişmelerde, akademide ve farklı disiplinlerdeki karşılığını bu süreçte oluşturmayı planlıyoruz. Projenin kurgusuna uygun olarak gün gün büyüyen bir araştırma ve tasarım ekibi var, grafik tasarımı ise Esen Karol yapıyor.

Proje tamamlandığında ne tür sonuç ürünler ortaya çıkacak? Araştırmalar hangi yöntemlerle sergilenecek?

SO? Projenin amacı bitmiş ürünler elde etmek yerine var olan bir probleme dikkat çekmek ve bu problemin alternatif çözümlerini tartışmak. Yapıları yıkmak yerine dönüştürmek, 2021’de Pritzker ödülünü alan Lacaton & Vassal’ın dünya mimarlık gündemine taşıdığı bir yaklaşım. Bizim önerimizden farklı yanı, 1950-60’larda inşa edilen ve hala kullanılan toplu konut bloklarını yıkmak yerine ekleyerek dönüştürmeyi öneriyorlar. Biz de Türkiye’deki devasa terk edilmiş yapı stoğunu açığa çıkarıp, bu yapıları yıkmanın ya da kaderine terk etmenin çözüm olmadığını söylüyoruz ve bu yapıları Geleceğin Laboratuvarı olarak görmeyi öneriyoruz. Türkiye’nin bu anlamda gerçek bir laboratuvar olduğunu düşünüyoruz. Kullanılmayan o kadar çeşitli yapı tipolojileri var ki; havaalanları, ulaşım yapıları, tatil köyleri, eğlence parkları, okullar, AVM’ler, konutlar ve daha nicesi…

18. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nin küratörü Lesley Lokko Geleceğin Laboratuvarı başlıklı açık çağrısında madunlaştırılmış ve kolonize edilmiş gruplara, ırk eşitliği ve iklim adaletine vurgu yapıyor. Bu kavramlar projenizin düşünsel altyapısında nasıl bir yer kaplıyor?

SO? Lesley Lokko’nun metni, her ne kadar odağında Afrika olsa da, başvuru aşamasında bizim için yol gösterici oldu. Kriz ortamında her şeye rağmen umutlu olmanın geçer akçe olduğunu bize hatırlatan Lokko, Geleceğin Laboratuvarı olarak gördüğümüz terk edilmiş yapılardan nasıl umut dolu hikayeler çıkarabileceğimizi hatırlattı. Ayrıca Lokko’nun metnindeki karbonsuzlaştırma vurgusunu da inşa etme ve yıkma eyleminin çevresel etkileri ile ilişkilendirebiliriz.

Türkiye pavyonunun küratörlüğü sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

SO? Hayalet Hikayeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi sergisinin bizim için en heyecan verici kısmı, Venedik’te kurulacak Türkiye pavyonundaki tartışmayı Türkiye’ye taşıma fırsatımızın olması. Terk edilmiş yapıların arşivini oluşturmak için yaptığımız açık çağrımız bunun için attığımız ilk adım. Sonrasında farklı şehirlerde değişen terk edilmiş yapı örnekleri üzerinden tartışmalarla konuyu daha geniş ve çok disiplinli ortamlarla paylaşmayı hedefliyoruz.

Bienallerin mimarlığın geçmişini yorumlamak, bugününü anlamak ve geleceğini biçimlendirmek anlamında birer araştırma laboratuvarları olduğunu düşünüyor musunuz?

SO? Bienaller için fikir üretmek bizim için alternatif bir iş yapma biçimi. Dert ettiğimiz ama hangi ortamda geliştirebileceğimizi bilmediğimiz konuları kendimize bienal işi edinmeyi alışkanlık haline getirdik! 2015 yılında, 3. Tasarım Bienali’nin küratörleri Beatriz Colomina ve Mark Wigley’in ofisimizi ziyaret ettiği sıcak bir yaz günü başlayan bu süreç, 2018’deki 4. Tasarım Bienali’nde küratör Jan Boelen’in o seneki Venedik Bienali için yaptığımız başvuruyu görüp sergiye davet etmesi ile devam etti. Bunlar gerçekleşen işlerimiz. Bir de Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nun daha önceki yıllardaki açık çağrılarına her seferinde yeni bir öneri ile iştirak ettiğimizi düşünürsek, sanırız sorunun cevabı evet. Bienaller bizim için merak ettiğimiz soruları derinleştirmek için birer fırsat. Ziyaretçi olaraksa bienalleri kentle ilişkimizin bir süreliğine de olsa değiştiği etkinlikler olarak görüyoruz. Adalar’da denizin üstüne yer alan hayvan heykellerinden Boğazkesen’de bir muhallebiciye, İstanbul’daki bienaller zihinlere geçici imgelerle kalıcı hatıralar ve soru işaretleri nakşediyor.

Sizce bu tür bienaller, mimarlığın mimar olmayanlar tarafından da anlaşılması, geniş kitleler üzerinde farkındalık yaratılması ve tartışılmasına zemin hazırlayan platformlar mı? Eğer öyleyse sizce bu misyonlarını gerçekten yerine getirilebiliyorlar mı?

SO? Biz bu seneki Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nu bu amaçla ele almak istiyoruz. Mimarlığın mimar olmayanlar tarafından da anlaşılması, kentlerde daha iyi koşullarda, daha adil yaşayabilmemiz için bir önkoşul. Bizim kendi aramızda meslektaşlarımızla yaptığımız tartışmalar önemli ama ancak mimar olmayanlar da iyi mimarlık ve daha yaşanabilir kentleri talep ederse dönüşüm başlayabilir. Bunlar uzun vadeli misyonlar ve başarıya ulaşmasından daha önemli olan bıkmadan, tekrar tekrar denenmesi. Gezegenin geldiği son durumda mimarlık sadece mimarların insafına bırakılamayacak kadar önemli bir pratiğe dönüştü.

MEF Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve lisansüstü stüdyo yürütücüsü olarak görev alıyorsunuz. Burada düşünce ve araştırma projelerine ve mimarlık/sanat arakesitindeki üretimlere yönelik programlara yer verebiliyor musunuz? Öğrencilerin mimarlığın bu tür farklı üretim biçimlerine olan ilgileri nasıl?

SO? Kuruluşundan beri içinde olduğumuz MEF Üniversitesi Sanat Tasarım Mimarlık Fakültesi’nde (kısaca FADA) yaparak öğrenmenin ve araştırmaya dayalı tasarımın temel alındığı bir yaklaşım var ki bu da bizim ofisteki yaklaşımımız ile çok paralel. Aslında bu paralellik tesadüf değil, FADA’nın kurucu dekanı Arda İnceoğlu, bizim hem Taşkışla’dan hocamız hem de sonrasında pratikte de beraber çalıştığımız iş arkadaşımızdı. Proje stüdyolarındaki araştırma odaklı konulara öğrenciler ilgi duyuyor ancak bazen alışmaları zaman alıyor. Çünkü bizim de bazen zorlandığımız, araştırmanın tasarıma dönüşürken eriyip kaybolmaması, tasarımın bir parçası olabilmesi konusu yaptıkça öğrenilen bir pratik. Tasarım Bienali için Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji ve İnşaat Mühendisliği bölümleri ile iş birliği içinde yapmış olduğumuz interdisipliner stüdyoda örneğin, başlangıçta farklı disiplinlerden öğrencilerin beraber çalışması, aynı dili konuşması zordu. Ama dönem sonunda birlikte üretmenin iyi yanları keşfedildikçe çekilen zorluklar anlam kazanıyor. Geçen sene çok popülerken Metaverse konusunu işledik bitirme projesinde. Yine çok meşakkatli ama bir o kadar çok şeyi hep beraber öğrendiğimiz araştırma ve tasarımın iç içe geçtiği bir süreç oldu. Yüksek Lisans programımız Alternative Architectural Practices ise dört döneme yayılan (araştırma-tasarım-uygulama-tez) formatı ve tamamen kolektif çalışma disiplini ile Türkiye’deki yüksek lisans programlarından biraz ayrışıyor. Süreçte öğrenciler çalışacakları konu üzerine beraber detaylı bir araştırma yaptıktan sonra yine beraber bir tasarım ve uygulama yapıyorlar. En sonunda da programın o dönemki teması ile ilgili tezi yazıyorlar. Programın amaçlarından biri de mimarı sadece bir tasarımcı olarak değil, aynı zamanda mevcut durumu araştırıp ve bunun üzerine bir tasarım kurabilen, kendisine alternatif rotalar çizebilen bir bileşen olarak geliştirebilmek. AAP ilk dönem mezunları MEF Üniversitesi’nde şu anda bir prototipi yer alan, Fibrobeton ve MEF desteği ile uygulanan VOLUTE projeleri ile TÜBİTAK girişimcilik bursu alarak bir şirket kurdular ve araştırma projelerini bu çatı altında devam ettiriyorlar.

Bienal projesi dışında halihazırda masa üzerinde hangi işleriniz mevcut?

SO? Aslında ofiste epeydir bienalde mesele ettiğimiz yıkmadan dönüştürme projelerinin somutlaşmış halleriyle uğraşıyoruz. Mevcut yapıdan dönüştürdüğümüz Beylikdüzü Kültür Merkezi, İPA Florya Kampüsü Havuz ve Hangar yapıları uygulaması biten işlerimiz. Halen devam edenler arasında, tescilli olduğu için korunması gereken yapıları restore ederek dönüştürdüğümüz projeler, İBB Saraçhane Binası, Bodrum’da ev projeleri gibi. Kentsel ölçekte de yine Şişhane Metro çıkışına yakın Ceneviz sur kalıntılarının olduğu atıl bir bölgenin kentsel hayata katılmasını amaçlayan İBB’ye ait bir projemiz var. Bir de yine terkedilmiş ve tescilsiz durumdaki -otopark, depo, fabrika gibi- yapıları dönüştürmeyi amaçlayan yeni projeler de masa üzerinde.
Son olarak eklemek istedikleriniz?

SO? Yıkmadan, mevcudun üzerine ekleyerek dönüştürme meselesinin Türkiye için çok acil bir konu olduğunu düşünüyoruz. Hem içinde bulunduğumuz ekonomik durum, kaynak kıtlığı hem de gezegene verdiğimiz zararları göz önünde bulundurarak artık mevcut yapma biçimlerimizi tekrar düşünmenin, mimarlık eğitiminde de bunların yansımalarını tartışmanın zamanı geldi. İnşaat Türkiye gibi ülkelerde mekansal ihtiyaçtan çok ekonomik ve politik ihtiyaçlarla yapılıyor, o nedenle yıkıp yeniden yapmak hep birinci tercih. Bu da tartışmayı mimarların tek başına yürütmesini imkansızlaştırıyor, ama neden mimarlık bu tartışmanın tetikleyicisi olmasın?