Seçkinliğin İzleri ve Anekdot Olarak Zamantaşı

Prof. Dr.İhsan BİLGİN

“Delfoi’deki bilicinin efendisi ne söyler ne de gizler. İşaret eder.” Herakleitos

Maçka vadisi yine gündemde; ağaçlara bacaklı hayvan muamelesiyle başka yere taşımakla yaşattıklarını sanıp toplu halde sürüyorlar. Köpekleri de rahatsız etse de kedilerin asla razı olmayacağı köklü canlıların bu toplu kıyımı karşısında bir teselli olabilecek bir Şişli Belediyesi projesi vardı: M. Konuralp’in Maçka vadisine gömülü Teşvikiye Parkı’nı sanat galerisi eksenli renovasyon projesi… Siyasi beceriksizliklerle kendi partililerinin ayağına dolanıp uygulanamadı. Oysa tam da mimarın semte, kente ve çağdaş sanatla mimariye malolmuş Maçka-Sanat’ının yok olma tehdidine maruz kaldığı bir dönemde (bkz. YAPI 422; Ocak’17; s.8) mimarından yeni bir galeri de ayrı bir teselli konusu olacaktı. Olmadı.

İzlerinden önce Yetersizliği ve Hayalkırıklığı

Mehmet Konuralp’in kendi yaşam alanı Teşvikiye sokak hayatına gençlik yıllarında bıraktığı izlerden Sevim-Butik artık yok. Maçka-Sanat kapandı. Öte yandan Teşvikiye’nin kullandığı ve semtin Harbiye ile Maçka vadisi kesişme hattında bulunan parka yapılması planlanan sanat-galerisi, bizzat Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü inisiyatifiyle Konuralp’e sipariş edilmişti. Konuralp’in yeni tasarımı parkın, ancak plan üzerinden seçilen “kentsel eşik” rolünü günlük yaşamda deneyimlenebilir bir şekle büründürdü. Uygulansaydı, parka girip çıkmakla birinden ötekine de geçildiğinin farkına varılacaktı… Olmadı.

Valikonağı Caddesi girişine konan birkaç basamak çözümün belirleyici ilk hamlesi. O basamaklar sanat galerisini eğime gömmekle mümkün oluyor. Boylu boyunca yayılan eğimi ustaca kademelendirince, park rekreatif işlevinin yanısıra lineer park hattına yayılmış eşikler silsilesini de bünyesinde barındırıyor.

Sosyal İz

Sonuçta İnönü soyadlı yerel iktidar sahibi bir siyasetçi (Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü) ile orada doğup serpilmiş, çalışıp kariyer edinmiş Sinan ödüllü bir mimarın (Mehmet Konuralp) işbirliği yapıp, projesi hazır mevcut semt parkına bile yeniden şekil verememenin çaresizlik tortusunu telafi için, sonuçlananamamış işbirliklerinin hatırasını da içerecek mütevazi bir iz bırakmaya rıza gösterip bu izin semtin orijinal morfolojisine gömülmüş Tunaman pasajı/otoparkı boşluğuna yerleşecek bir kent mobilyası olarak saat olmasında anlaşıyorlar, hattâ bunun da taştan mamul “zamantaşı” adlı bir saat olmasında da mutabık kalıyorlar.

Semantik Kapasite: Vehim ve Yanılsama

Taşın adının Nişantaşı türevli olduğu, daha söylerken fazlalık gelen derecede aşikâr. Biçimden önce bir içerik imâsı olsa tasarımcısı söylerdi. Yine de benim gibi, Teşvikiye-Nişantaşı ad rekabetini sırf daha eski değil cılız içeriğine rağmen “ı” harfi vurgusunun (Nışantaşı) İstanbul şivesi edasıyla kazanışına içerleyenler çekişmeyi tersine çevirme amaçlı bir şerhin izini arayabiliyor. Ne de olsa Pervititch’e bile “Nicantatch” diye yazdırmış adını.

Nişantaşı-Teşvikiye isim rekabetinin arka planına gelince: Burası Ihlamur Kasrı’na kadar inip Levent Çiftliği denen av sahasının tepelik bölgesiyken bulunan av sahası donatısı nişantaşları sonra iskân edilirken süs mahiyette kent mobilyaları olarak çeşitli yerlere yerleştirilmiş: İsim rekabetinin öteki tarafı Teşvikiye buranın imar sürecinden kaynaklanıyor. Burası konumunun saraya yakınlığı ve büyüklüğüyle yeni taşınılan Dolmabahçe Sarayı’yla içiçe olması gereken, elit saray bürokrasisinin kolay ulaşacağı topluca iskân bölgesi olmaya en elverişli yer olarak bir imar planı ve hiyearşiye uygun parselasyon sistemiyle imara açılarak o elite tahsis edilip iskânı “teşvik” için mahalle ölçekli kamu yaşamının asgari kurum binaları cami ve karakol baştan karşılıklı yapılarak, parsel inşaatları tahsis edilen devlet erkânına bırakılmış. Çoktan iskân edilmiş düzayak komşu Kurtuluş semtinin varlığı da yerin lojistik avantajı olmuş. İşte diğer adı veren anahtar sözcük “teşvik”in hikâyesi… Mevcut yerleşmenin oluşum hikâyesine işaret eden bir sözcük yerine önceki işlevinin işareti kent süsleriyle adlandırılmanın zaafı, Beyoğlu yakasının Haliç yamacı semti Okmeydanı ile kıyaslanınca daha iyi anlaşılır. Okmeydanı, ateşli silah öncenin silahı ok-yay kullanmanın denenerek öğrenildiği yerdir. Dolayısıyla sırf saray çevresi elitinin kullandığı değil; her İstanbullu nüfuslunun kendi nişantaşının olduğu; tüm kente hizmet veren anonim bir kamusal alandır. Okmeydanı’nın kentsel dönüşüm tehdidiyle gündeme gelişini vesile yapıp sorunsallaştıran Aslıhan Demirtaş master atölyemizin mimarlık eğitiminin tutturulamayan hedefi araştırma atölyesine örnek katkısı ile öğrendiğimize göre o nişantaşları Teşvikiye’deki gibi teşhir edilen kent süsleri olmak yerine mezar taşları olarak mezarlığa saçılıp kentin mahrem hafızasına malolmuşlar. Kıyaslanınca hem eski işlevinin sosyalliği hem de sonra Rossi/Benjamin aracılığıyla sözünü edeceğim değişen zaman algısı ifadesi bakımından daha dolgun bir hikâye oluşuyla: İki sosyal seçkinin (İnönü ve Konuralp) hayalkırıklığının sembolik ifadesi zamantaşı’ndan hazır ustasının eline düşerek yapılmış ve “zaman” gibi çağdaş sosyal felsefeye damga vurmuş bir kavramla adlandırılmışken Nişantaşı adlandırmasına Teşvikiye’den yana ağırlık koyması beklentim de yerli-yerine yerleşiyor sanırım (1).

Esas konum seçkinliğin ilk izlerine çoktan değindim bile. İnönü soyadı başlıbaşına bir prestij izi zaten, ama onun Teşvikiye’deki maddi izi de eksik değil. Teşvikiye Caddesi’ne yanyana dizilip sonra yeni kuşak varislerin parselleriyle apartmanlaşacak ahşap köşk dizisinden ayrı, üstelik manzaralı Maçka vadisi bayırı kavşağı Taşlık mevkiine İnönü ailesine bir de Rüknettin Güney imzalı betonarme bir modern köşk yapılıyor.

Evet, köşkler içinde bile ayrıcalıklı böyle bir köşk,“milli şef” lakaplı siyasi pozisyonsuz kimseye nasip olmazdı, ama sonuçta her şey geçici… Ardından gelen Adnan Menderes, İstanbul’un taze odağı Gezi Parkı’na adıyla birlikte konmuş İnönü heykelini de evinin önüne taşıtmakla, İnönü iktidarının gücünden ziyade güçsüzleşmesinin, kısmileşmesinin izine dönüştürmüş. Seçkinlerin hayalkırıklığını telafi için buldukları çare “zamantaşı”na gelince.

40 Yıl Arayla..

Aklına, gözüne, eline güvendiğim genç bir mimar arkadaşımla telefonla konuşurken “Tunaman’ın yanından geçerken bir saat göreceksin…” lafımı tamamlamaya fırsat bulamadan “Gördük, Mehmet Konuralp mi yaptı?” diyerek 40 yıl önceye sürükledi beni… Yeni mezun olarak adını dahi bilmeden çalışacak genç aradığı duyumuyla iş için kapısını çalmış, başta antresindeki 2 metre boyunda yosunları üzerinde küple, İTÜ kütüphanesinin noksan yayınları, radyosu ve mobilyaları, kendisinin de tutum ve jargonunu hemen benimseyip birkaç yıl çalışacaktım. Sonuçta yargılamaya değil, iş bulmaya gitmiştim. Beni hemen çarpıp zamanla da kanaatimi pekiştiren şey, zamanın köhne devlet okul, hastane ofis ve hükümet konağı binalarından ibaret devlet işlerini almak için yarışmaktan başka yolu ve ilişki kaynağı olmayan mimarlarının enseleri karartmış kavruk tutum ve söylemlerinden farklı, özgüvenli karakter profiliydi. Zihni, mimarlığı bilmeyen bir toplumu eğitmekle değil, mimarlığın kendisiyle meşguldü. Kışları Teşvikiye’de oturup yürüyerek High-School’a gitmiş, yazları Göztepe sayfiyesinde geçirmiş seçkin aile mensubu olarak devrin mimarlık okunacak iyi adresinin de Londra-AA (Architectural Association) olduğunu erkenden keşfetmişti. Mimarlık özgüven ve gururla yapılabilir bir iş olarak o büroda girdi gündemime. Ben de o çaylak halimle ona Oda yönetimi için birbiriyle yarışan sol çevrelerle hiç teması olmamasına rağmen içinde olduğum grubun başkan adayı yapacak olgunlukta gözükmüş olmalıyım. Seçim kazanılamasa da ilişkinin aşısı tutmuştu. Ne de olsa -Türkiye’nin Marksist soluyla tanışmasa da- Marksizmin temelinin atıldığı Londra’da eğitilmiş biri olarak, zamanın asgari sosyoloji bilinci yoksunu Teşvikiyelileri gibi kapıcıları işçi sınıfı temsilcisi sanacak kadar uzağında da değildi.

Sonra bizim ve izleyen kuşağın mesleki formasyonumuzda önemli rolü olacak Alpaslan (Ataman/Alp)’i de arkadaşı olarak bürosunda ilk ben tanıdım. Her sabah mimarlığın muhayyel bir zihni merciinin gönüllü komiseri edasıyla, uğrar, zaten birkaç kişinin çalıştığı büronun aktüel konularında frapan şeyler söyleyip giderdi. İzleyen yıllarda önce benim, sonra Han (Tümertekin), Emre (Arolat), Murat (Tabanlıoğlu) ve Gökhan (Avcıoğlu)’nun bürolarına aynı edayla takılıp, hattâ Arif’le (Suyabatmaz) ortak yarışmalara girip seçkinliğe tahvil edebileceğimiz izler bıraktı. Anlattıkça anlatmayı da öğrenip, Sedad Eldem’in kitaplarında da payı olmasının yanısıra bizlerin de ısrarlarıyla yazdığı ve Han (Tümertekin)’in büro etkinliği olarak yayınlayacağı “Bir Göz Yapıdan Külliyeye” kitabıyla Anadolu odaklı coğrafyaya ait bir tür esnek standart programlı yapı stokundan akılcı teorik/zihinsel soyutlama üreten Eldem sonrası yegane kişi oldu.

Alp’in yegâne özgün malzeme türevli soyutlamayı yapan kişi olması, kırılmanın bizim kuşakla yaşanacağı okuma/yazma/konuşma -çizme/yapma karşıtlıklarının ikinci kümesinin militanı olmasını engellemiyor (2). Tersine, kavrama dönüşmüş sözü, mimarın kafa karışıklığının başlıca sorumlusu diye görüyordu. Bu zıtlaşmanın eğlenceli anısı şudur: Bir ara “contingent” (olumsal) kavramı aramızda sık geçer olunca; bu işlerin aramızdaki sorumlusu bellediği bana anlamını sormuş; hazırlıksız yakalanıp, “Vukubulması mümkün, ama zorunlu olmayan vaka” gibi kestirme bir anlatım yolu bulamayıp lafı uzatınca anlamayıp, o bayıldığı vecize formu aracılığıyla özetlemeye sığınıp “Anladım; ‘yumurtaya can veren Allah’ diyorsunuz”demişti. Bu zeki anlayış zirvesi anlayışsızlık sembolü vecize de, aramızda kavramın kestirme tanımına dönüşmüştü.

Özetle Konuralp 80’lerin başında bana mimarlığı seçkinlik özgüveniyle taşıyan bir istisnai kişilik olarak göründükten 40 yıl sonra ve arada İstanbul’un gözde mimarları olacak kuşakta işleri yanısıra Alp aracılığıyla da izler bırakmanın ertesinde, o yaşlara şimdi gelmiş meslektaşımın karşısına bu kez aleladeler içinde ayrışan bir tasarımıyla çıkıp dikkatini çekmişti.

İnsan ilişkisine dair şeylerden söz ettim de tasarımcı bir mimarı konu edip, insan ilişkileriyle yetinip nesneden kaçmak olmaz.

Tasarım/İmalat İzi

Geriye kaldı Teşvikiye’deki saatin kendisi: Bana “Onu görmelisin!” dedirten, genç arkadaşımın da dikkatini hatırlatmaya gerek kalmaksızın Teşvikiye’nin ayrıcalığına gölge düşürecek başka yerlerden farksız bina ve nesne yığını toz-bulutu içinde o saate çektiren özelliği neydi? Tek başına mimari tasarım ürünü olduğunun aşikarlığı değil. Öyle olsa saatin bulunduğu boşluğu belirleyen otoparkı çevrenin özensiz yığınından ayrıştıracak belirgin dağarcığıyla, hiç değilse yatay bantların keskinliğiyle altı çizilmiş sandviç misali tekrara dayalı katmanlaşma içerikli program kurgusunun dışavurumuna dayalı mimari tasarım, aklı, eli, gözü birlikte çalışan dostumun çoktan dikkatini çekmiş olur, sözü saatten önce zaten oradan açmış olurdu.

O zaman artık zamantaşı adlı kent mobilyasına yakından bakabiliriz: İlk dikkati çeken dijital (rakamlı) değil akrep-yelkovanlı oluşu; demek herkesin kol saati taktığı hiç değilse cep telefonunda saat taşıdığı bir devirde kolay okunurluk diye yeni icat işaret sistemini değil, eskisini seçmiş. Saatin arkalı-önlü oluşundan dairesel şekline, hattâ rakamların karakterine gar saati anonimliğinin peşinde olduğu besbelli.

Ama saatli sefere yetiştirme tedbiri olmadığını sırf garda değil, şehrin içinde oluşundan değil, boyutunun minyonluğundan da belli. Oralardan tanıdığımız saatin benzeri yapılmış o kadar. Bunların tasarımcı tercihi oluşu besbelli olsa da kendisinden de dinledim. Nitekim belediyenin teknokratları, elbette başkanlarına destek amacıyla iş edinip saat seçkinliğinin adresi İsviçre’den 1 metre çaplı ve arkalı-önlü olmayan dijital rakamlı iki saat getirtmişler de tasarımcı muhayyilesi sansürüne takılmış.

Şekli-şemaliyle gar saatinin çağdaş tasarımdaki öncü adresi/müellifi de hiç değilse bizlerin malumu: Aldo Rossi. Duvar saatinden kol ve cebe giden menüsünü Alessi için tasarlamıştı. Alessi markası sokağa konamayacağına göre, Konuralp soluğu o saatlerin imzasızıyla Karaköy’de dükkân işleten Meyer’in kapısını çalıyor. Ama orada da sokakta bırakılacak hazır ürün yok. Zaten konacağı yerde asılacak duvar da yok.

Rossi’nin angajmanının W. Benjamin referansıyla zaman olduğunu biliyoruz: “Saatlerimizi zamana en dayanıklı malzeme kağıttan yapana kadar, paslanmazla idare edebiliriz” (3) derken zamanın herşeyi aşındırıcı özelliği kadar Benjamin’in Klee’nin ‘angelus novus’ referanslı tarih tezine de dikkat çekmişti. Yalnızca o değil, Rossi’nin erken işi Milano Municipio meydanında direniş temalı çeşme anıtının habercisi olduğu dramatik sahnelerinde aşındırıcı gücüyle zaman teması belirgindir. Hattâ Gallaretese bloğu ile Modena mezarlığı projelerindeki derin gölgelerinin kuytusunda da benzer bir zaman algısı gerçeküstücü yorumu de Crico sahnelerinin izi aşikârdır.

  1. Konuralp’in 70’lerde, hocası öğrencisiyle burada ıskalanıp geçiştirilmiş benzeri konulara kütüphanesi ve büro içi söylemiyle aşinalığının canlı tanığıyım. Ne de olsa mimarlık kültürü derslerini daha 50’lerde Reyner Benham’ın kendisinden dinlemişti. Ama bu aşinalığı ne büro dışı kamu alanına taşıdı, ne de projelerin eşlikçisi bir söyleme dönüştürdü.

Buradaki bir tür geri duruş anlamındaki mahçubiyeti anlamlandırmak üzere Orhan Koçak’ın modern şair/ şiir monografileri kitabı “Kopuk Zincir” (OK_KZ; Metis’12)’de kitabın kuramsal zemini işlevli bölümünde açıkladığı görsel-işitsel imge farklılığına ressam Komet’in şair olarak da hassasiyet gösterişine işaret ederken kavramsallaştırarak kullandığı “anekdot”a başvurulabileceği kanısındayım:

“İmgenin işlevini anekdot üstlenmiştir. Komet’te; fıkra olarak değil, bir değinme ve değme olarak, bir ihtimaller yoğunlaşması olarak anekdot…” (OK_KZ; s.259)

Maddi ve fikri esasına zanaatkârca bir sadakatin değinmek ve değmek için çok-bilmiş kitabiliklerden daha uygun olacağını epeydir sindirdiği; saati taşıyacak dayanak yokluğunda zamantaşı’nı ayakta tutmak için seçtiği taşın Nişantaşları ölçülü boyutları ve üzerine açtığı boşluk ile kaidenin isabetli maddiliği kadar, saati çevreleyip taşa ankre eden paslanmaz tercihi ve tasarımından da belli ki, Konuralp’le Alp’i buluşturup Rossi’yi de referans yapan 60’larda daha çocuk bile olmayan dostuma bu nesnedeki seçkinlik kadar öznel kimliğini de imâ eden de bu yerli yerinde değme ve değinme kararları olmalı.

Son: Seçkinlik Diyalektiğe Gelir mi?

Akademi (MSÜ)’de yetişmiş biri olarak Alp’in itirazı sanatçının değil entellektüelin izineydi… Merhum sanatçı eşim Deniz (Bilgin) siyah eloxal giydirme cepheli Zincirlikuyu Karayolları Binası için “Mehmet’in kendisine benziyor. Siyah paltosuyla Teşvikiye’de yürürken görünce binayı görmüş gibi oluyorum” demişti.

Ben bitirmek için yine bıraktığım yerden Koçak’ın Komet yorumuna döneyim:

“…Komet’in şiirinin hem güç aldığı hem de boğuştuğu düşünsel zemberekler çok daha haşindir. Sevinç ve hafiflik de bir ‘akıllı silah’ gibi davranmak zorunda kalabiliyordur: Son 50-60 yılın ağırlaşmış felsefi birikimini çelmemek üzere seferber edilen bir teknik. Daha yüksüz, daha suçsuz bir hayat özlemi. Altmışlar diyelim. Komet’in arkadaşı Edip Cansever şöyle betimlemişti. ‘Yakama hiç çiçek takmadım. Ama Çiçek Pasajı’nın bizleri yeni takındığı koparılmış çiçekler gibiydik. Bin dokuz yüz altmışlardaydık.’ Komet’in kitabı bu hayranlığın daha o zamandan kendi içinden gelen bir kara düşünsellik tarafından kemirilmeye başlandığını da ortaya koyuyor. Olabilir-olabilir mi? Keşke olsaydı.” (OK_KZ, s.260)

Alp de Komet’le aynı yıllarda Akademi (MSÜ)’de okumuş. AA mezunu M. Konuralp’le de ahbaplığa başlamıştı.

Konuralp’in seçkinliği de o kara düşünsellik tarafından; “Negatif Diyalektik” diyelim; kemirilmeye başlansaymış. Başlayabilir miymiş? Keşke başlasaymış…

Notlar

1.Yeri gelmişken; teşvik-taşı/zamanı gibi adlandırmalarla olabilecek safdil müdahaleleri kastetmeyeceğimin okurların malumu olduğunu sanıyor, zamantaşı’nn yerinde bir adlandırma olduğu kanaatimi tekrarlıyorum.

2.Bizim ve sonramız kuşağın akademik anlamdaki kuramla meslek tarihimizde ilk kez buluşarak mesleğin yakın geçmişinden kopuşunu Esra Akcan’ın “Çeviride Modern Olan” kitabının modern Türkiye mimarlığına katkısı aracılığıyla tartıştığım bir “Rağmen” yazım için bkz: ”Mimarlıkta Tarih, Teori Deneyim 2” YAPI 429; Temmuz’17; s.6 vd.

3.Kâğıdın dayanıklılığıyla tabii ki yazılı belgenin kalıcılığı kastediliyor.

“Bu yazı YAPI Dergisi’nin 436 Nisan 2018 sayısında İhsan Bilgin’in “Rağmen” başlıklı köşesinde yayımlanmıştır.”