ÖzerÜrger Mimarlık
“Yapısal ve kentsel ölçekte tasarımın özünün ‘nesne’ değil, ‘mekan’ olduğuna inanıyor; mekanın üreteceği potansiyellere odaklanıyoruz…”
İnsan, yapı ve çevre arasındaki ilişkileri tasarlayarak bireyin kent yaşamına dahil edildiği işlere imza atan, ele aldıkları her kentsel tasarım projesinde kamu yararına taleplerde bulunarak şehre yeni kamusal alanlar kazandırmayı öncelikli tutan Mimar Ali Özer ve Mimar Ahmet Mucip Ürger ile son dönemde İstanbul’da, Kocaeli’nde ve Antalya’da hayata geçirdikleri dikkat çekici planlama projeleri üzerinden ölçekler üstü kent ve mimarlık yaklaşımlarını konuştuk.
Yasemin Şener, Mimar
Yasemin Şener Mimarlık yolculuğunuzun nasıl başladı? Mesleğe yöneliminiz nasıl gerçekleşti?
Ali Özer Benimki tesadüf bence. Ablam ODTÜ’de okuyordu, ben de ODTÜ’ye girmek istiyordum. ODTÜ’deki bölümler arasında da bilgisayar, elektronik ve mimarlık bölümleri ilgimi çekiyordu. O zamanlar biz tercihleri önden yapıyorduk. 5-6 tercih yapmıştım ve bunlardan birini kazanamazsam sınava tekrar girerim diye düşünmüştüm. Dolayısıyla mimarlık istediğim birkaç meslekten biriydi benim için.
Ahmet Mucip Ürger Ben tercihlerimi yaptığımda aralarında mimarlık bölümü yoktu. Çünkü çok saçma belki ama ortaokulda resim öğretmenim “Senin hayatta yapamayacağın tek meslek mimarlık” demişti bana. Mimarlık hakkında edindiğim ilk izlenim buydu. Dolayısıyla tercihlerim arasına yazmamam gerektiğini düşünüyordum. Sonra fikir almak için fizik hocamı aradım. Onun yorumu da tamamen değişikti. Tercihlerim arasında inşaat mühendisliğini görünce “İnşaatı boş ver, mimarlık daha klas bir meslek, onu yaz” dedi. Ben de yazdım.
YŞ Öğrencilik yıllarınız nasıl geçti? Galiba birer yıl farkla mezun oldunuz…
AÖ Mucip ile sınıf arkadaşıydık ama ben bir yıl sonra mezun oldum. Aslında bütün derslerimizi beraber aldık. Sadece ben son sene tasarım dersini almadım. O sene biraz yüksek lisanstan biraz da doktoradan dersler alarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Baktım Mucip ile rekabet etmek zor, ondan bir sene sonra mezun olayım dedim! Doğru da karar vermişim, Mucip o sene Archiprix’te ikinci oldu. Sonradan ben de Archiprix’te birinci oldum, Mucip’in yokluğunda… :)
AMÜ Çok güzel enstalasyonlar yaptılar Jale Erzen ile, stüdyo dersi almadığı o seneyi oldukça iyi değerlendirdi Ali. Genel olarak aktif öğrencilerdik. Birlikte yarışma projeleri yapıyorduk. Uluslararası yarışmalara girdik. Hatta o yıllarda Antalya’da düzenlenen ulusal bir öğrenci yarışmasını kazanmış, o vesileyle öğrenci halimizle orada güzel bir tatil bile yapmıştık.
YŞ ODTÜ’de aldığınız eğitimin size neler kattığını düşünüyorsunuz?
AMÜ ODTÜ Mimarlık’ta aldığımız eğitimden en çok etkilendiğim nokta bilgiyi doğrudan sunmuyor olmalarıydı. Başlangıçta beni en çok zorlayan şey de bu olmuştu; hatta sinirlendiğimi de hatırlıyorum, niye tam bilgi vermiyorsunuz falan diye. Sonradan bunun bir metodoloji olduğunu fark ettim ve kendi kendine öğrenmenin ne kadar faydalı olduğunu anladım. Benim için mimarlık eğitiminin en etkileyici kısmı bu “öğrenmeyi öğrenmek” meselesiydi. Bugün kendi hayatımda hala bu metodolojiyi uygulamaya çalışıyorum. Okullarda girdiğim stüdyo derslerinde bilgiyi olabildiğince doğrudan vermemeye, kalemi mümkün olduğu kadar az kullanmaya çalışıyorum. Özel hayatımda kendi çocuklarıma öğretmeye değil de meraklandırmaya çalışarak yaklaşıyorum. Bu nosyonu gerçekten ODTÜ Mimarlık Bölümü’nde edindim. Benim için çok kıymetliydi.
YŞ Hepimiz mimarlık okullarında benzer süreçlerden geçtik. Mimarlık mezunlarının uzmanlıklarından farklı alanlarda, farklı mesleklerde cesurca varlık göstermelerini bu kendi kendine öğrenme yatkınlığına bağlayabilir miyiz sizce?
AMÜ Kesinlikle! Günümüzde mimarlık eğitiminde temel tasarım dersleri kalksın mı kalkmasın mı diye sık sık tartışılıyor. Bence kesinlikle olması gerekiyor. Çünkü esas bu nosyonu kazandıran şey, Johannes Itten’lardan, Bauhaus’lardan kurgulanan, önce zihni temizlemek ve sonra kendi kendine öğrenmeyi öğretmek metodolojisi, temel tasarım derslerinde veriliyor. Bizim dönemimizde biraz sertti, kabul ediyorum. Kritik edilip yumuşatılabilir.
AÖ Mucip konuyu güzel stüktüre etti. Evet, benzer şeyleri okulda hepimiz yaşadık, fakat o dönem bunun ne kadar farkındaydık veya ne kadar içselleştirmiştik onu tam hatırlamıyorum. Ancak şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki beni şekillendiren ve şu anki ben yapan iki şey varsa birisi Ankara Fen Lisesi’nde yatılı okumam, diğeri de ODTÜ Mimarlık’ta aldığım eğitimdir. Bu tabii o okullardaki hocaların marifeti, nihayetinde fakülteler duvarlardan oluşmuyor. Her ne kadar ODTÜ Mimarlık’ın duvarları da çok güzel olsa bile okulun içindeki karakterlerdi bizi asıl biçimlendiren. Türel Saranlı hocamızı bu vesileyle anmak isterim. Kavramların sadece ucunu açıyorlardı bize. Sanki sadece suyun akacağı yeri gösteriyorlardı, sonra herkes kendi akışını kendisi biçimlendiriyordu. Bir öğrenme stratejisiydi bu ve hayata bakışımızı, memlekete bakışımızı yapılandırdı.
YŞ Mezuniyetinizin ardından ODTÜ’de yüksek lisans eğitimine yöneldiniz. Bu süreçte aktif çalışma hayatının içinde de yer aldınız…
AMÜ Mezun olduğumuzda 2001 ekonomik krizi vardı ve pek iş de yoktu etrafta. Ben bir iş bulmuştum ama yapmak istediğim iş o değildi ve birkaç ay sonra bıraktım. O boşluğu biraz mastır ile kapatmak istedik. Çok da iyi geldi bana. Lisans sırasında mimarlığın kuramsal tarafına eğilmeye çok da vakit bulamadığımızı fark ettik. Hem o açıdan beslenme fırsatı bulduk hem de o tarafta edindiğimiz bilgiyi Ali ile birlikte yarışma projeleri üreterek değerlendirmiş olduk.
AÖ Bir yandan mastır yaparken bir yandan da uzaktan mühendislik firmalarının mimar açıklarını kapatıyorduk. Staj yaptığımız ofislerin entegre olduğu, ilişkide olduğu mühendislik firmalarının genç mimar talebini bir süre evden karşıladık. Bazı mimarlık ofislerine yardım ettik. Kendimiz de çok sayıda yarışma projesi ürettik.
YŞ Özer\Ürger Mimarlık’ı kurmaya nasıl karar verdiniz?
AMÜ Bugün bulunduğumuz noktaya gelmemize Ali’nin çok güzel bir konuşması vesile olmuştur. Bence her şey o gün, o konuşmayla başladı. Ben bir yandan pek de memnun olmadığım bir işte çalışıp bir yandan yarışma projesi çizerken Ali “O işi bırak gel, en kötü ne olabilir ki? Burada birlikte düşeriz kalkarız ama sonunda mutlaka ayakta kalmayı başarırız” dedi. Kendi ofisimizi kurmak konusunda o sıralar çok cesaretim yoktu. Endişeliydim ama Ali müthiş bir özgüvenle beni ikna etti. Aslında ofisimizi o gün, orada kurmuş olduk. Ardından tabii çok uzun süreçler geçirdik ama kendi ofisimizi kurup kendi ayaklarımızın üzerinde durma kararını orada verdik.
AÖ Bu kararı verirdik ama kuramayabilirdik. O konuşmadan iki ay sonra ulusal yarışmalardan birinde, hem de ödülü hiç de fena olmayan bir yarışmada üçüncü olmuştuk. Yarışmalarda üst üste gelen ödüllerle beslendiğimiz ilk yıllar bizi ayakta tuttu. Yoksa ayakta kalmak çok zordu ve çok kolay vazgeçebileceğimiz bir dönemdi.
AMÜ Cesaretimizin çok hızlı kırılabileceği dönemlerdi yani.
AÖ Karşılaştığımız tecrübeli mimarlar “En az beş sene bekleyeceksin, ilk beş sene ofiste pas pas da yaparsın, takım elbiseni giyip toplantıya da gidersin, hatta toplantıda olmayan ekibinden ‘ekibimiz’ diye söz edersin” diyorlardı. Gerçekten ilk beş yılda epey zorlandık.
AMÜ Yapma diyen de vardı canım. Böyle hayran olduğumuz mimarlardan bazıları “Bu işi yapmayın, sakın şirket falan kurmayın” diyordu. Aslında 2005’te Ankara’da kuruldu bizim şirketimiz. 2010 yılında İstanbul’da ikinci bir ofis açtık.
YŞ İstanbul’da ofis açma kararını nasıl aldınız?
AÖ 2008-2009 yıllarında Mucip’in o dönem sevgilisi şimdiki eşi Özge, İstanbul’daydı. Mucip bir gün geldi ve “Benim İstanbul’a gitmem lazım, İstanbul’da bir ofis açsak” dedi. Ben de “İstanbul’da ofis açacak paramız yok ama sen yine git İstanbul’a, biz Ankara ofisten çalışmaya devam eder, seni finanse ederiz” dedim.
AMÜ Başka bir cümle daha kurdun, “Beni bırakıp gidiyorsun yani” dedin :)
AÖ Mucip o dönem İstanbul’a yerleşmedi ama olaylar öyle bir gelişti ki ben Mucip’ten önce evlenip İstanbul’a yerleştim. Çok komik ama bu sefer ben aynı soruyu sormak zorunda kaldım Mucip’e, o da aynı şekilde “Git İstanbul’a, ben seni buradan finanse ederim, merak etme” dedi tabii ki!
AMÜ Dolayısıyla 2010’da bu ofisi tuttuk. Bir süre Ankara-İstanbul arasında gidip gelerek sürdürdük. Sonra İstanbul’da yerleşik hale geldik ama Ankara ofisini kapatmadık, işleyen bir sistemi ve düzeni vardı. Hala da devam ediyoruz, orada da bir ekibimiz mevcut.
YŞ Mimarlık serüveninizin başlarında benimsediğiniz prensipler hangileriydi? Tasarıma yaklaşım ve çalışma metodolojileri açısından geçen yıllar içerisinde nasıl bir dönüşüm geçirdiniz?
AÖ Aynı ekolden, aynı tezgahtan çıktığımız için zaten bakış açılarımız da birbirine benziyordu. Hala ortak olmamızın en önemli nedeni mimarlığa bakışımız kadar hayata bakışlarımızın, kurduğumuz ilişkilerin ve sosyal çevremizi yapılandırma tarzlarımızın da çok benziyor olmasıydı. Buna ilave olarak birbirimizin eskizini her zaman devam ettirebildik. Birimiz herhangi bir nedenle işten biraz uzak kalsa diğerimiz onun bıraktığı yerden projeye aynı dilde devam edebildik. Mucip yarım bıraktığım işin başına oturup “Ali burada bunu yapmak istiyor aslında” diye devam edebildi örneğin. Mimarlık Türkiye’de etik olarak da çok sıkışan bir meslek bence. Bu aşırı yapılaşma, aşırı kentsel büyüme yüzünden. Mimarlık etiği olarak da hep aynı yerde durabilmeyi başardık. Bakış açımız aynıydı.
AMÜ Hep aynı dili konuştuk. Yapmak istemediğimiz projeler de oldu ve yapmadık.
Mimarlıkta iş alma yöntemleri açısından farklı örgütlenme modelleri var. O örgütlenme modellerinin herhangi birini tercih edebilirdik ama o zaman tasarım merkezli kalamazdık. Bu hiçbir zaman istediğimiz bir şey olmadı. Ama tabii mimarlık zor bir iş. Günün sonunda her günah mimarlar olarak bizde kalıyor. İmarı yapılıyor, siyaseten bir program yazılıyor, her şey hazır olarak mimarın önüne geliyor. Fakat sonunda sanki her şeyi mimar yapmış gibi bir durum oluşuyor her seferinde. Biz de karşılaşıyoruz böyle durumlarla. Bazen griler de var hayatta. Öyle durumlarda zorlandığımızda; bu işi yapalım mı, yapmayalım mı diye sorguladığımızda, genelde bir kişi yapmayalım dediğinde ona uyuyoruz. Bence bu da çok önemli bir şey. Senin eskizin bina olmayabilir, bir sonraki olur, önemli değil. Kendini tariflediğin şeyin dışına çıkmak ve başkası istiyor diye doğru bulmadığın bir işi yapmak bize uygun bir tutum değil.
YŞ Kendinizi tariflerken insan, yapı ve yapılı çevre arasındaki ilişkinin tasarlanması yoluyla bireyin kent yaşamına dahil edilmesi ve bu yaşamdan keyif almasını sağlamayı hedefleyen bir yaklaşımınız olduğundan söz ediyorsunuz. Biraz bunu detaylandırabilir miyiz?
AMÜ Bruno Zevi’nin de söylediği gibi mimarlığın özünün “mekan” olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla bizim asıl konsantrasyonumuz her zaman mekanın kendisine ve hikayesine dair oluyor. Mekanın sınırlarının estetiğinden, güzelliğinden, malzeme kalitesinden çok onu bir sahne olarak görüyor ve o sahnede her mekanın kendi hikayesini yazmasını öncelikli tutuyoruz. Dolayısıyla aslında projelerimiz belirgin temalar üzerinde gelişiyor; daha yeşil, daha konforlu, daha eğlenceli gibi. Mekanın üreteceği potansiyeller üzerine daha çok odaklanıyoruz. Mekandan kastımız sadece iç mekan değil. Kentin yapılar tarafından tariflenen mekanlarını da kastediyoruz.
AÖ Mekanı tanımlarken daha programatik ya da kullanıcı bazlı özelliklerin üzerinde duruyoruz. Daha “yeşil” ve daha “konforlu” gibi ama daha “kübik” değil mesela, daha “parametrik” veya daha “formal”değil. Özer\Ürger Mimarlık olarak ya da Ali ve Mucip olarak keskin bir dil arayışına hiçbir zaman girmedik. İhtiyaca ve bağlama göre, kullanıcı için en iyi çözümü aradığınızda zaten tüm o formal kaygılardan da kurtuluyorsunuz. Bir dil arayışından da özgürleşmiş oluyorsunuz. Bu uzaklaşma tam tersine o mimarlık ofisinin daha kuvvetli bir dile sahip olmasını sağlıyor. Bence o çoklu sonuç ürünler aslında daha kuvvetli, daha zengin, projeden projeye farklılaşabilen mekansallıklar elde etmenizi sağlıyor.
AMÜ Nesneden çok mekana odaklanmaya çalışıyoruz. Yani insan bazen ister istemez nesneye de odaklanıyor ama en azından kendimizi o sınırda tutmaya çalışıyoruz.
AÖ Sonuçta işimiz gereği elbette ki form da üretiyoruz. Hatta bazı projelerde bunun dozu da kaçıyor olabilir ama en azından düşünmeye oradan değil, mekandan başlıyoruz.
YŞ Mimari tasarımlarınızda ölçek ne olursa olsun, açık ve yarı açık alanlar, kamusal alanlar oluşturarak yapıyı kentle bütünleştiren ve kentsel yaşama dahil eden bir yaklaşımınız var. Bu tutum portföyünüzde önemli bir yer tutan kentsel planlama projeleri ile ilgili pratiklerinizin ölçekler arası bir yansıması olabilir mi?
AÖ Bence tüm ölçekler karşılıklı birbirinden besleniyor. Kentsel tasarım, mimarlık, iç mimarlık ve peyzaj tasarımı, bunları birbirinden ayıramayız. Çok besliyor hepsi birbirini. Yapı ölçeğinde çalışırken sonuçta bir bağlamdasınız; yapıların birbiriyle ilişkisini, yapının peyzajını, peyzajın içinde yer aldığı yapı stoğu ile etkileşimini planlıyorsunuz. Ölçekler arasındaki bu kaymalar daha iyi master planlama yapmanıza ya da daha iyi iç mekan yapmanıza sebep oluyor. Çünkü çok büyük bir ölçeksel geçiş var ve o ölçek kayması çalıştığınız ölçeğin daha çok farkında olmanızı, duyarlılığınızın artmasını sağlıyor.
AMÜ Bizim idarelerimiz ya da işverenlerimiz mimari program yazamıyorlar. Beceriksizlikten değil de böyle bir teamülleri yok. Kendi iç dinamiklerinde herkes bir şey istiyor, o bir türlü organize edilemiyor. Dolayısıyla aslında o muğlaklık bize bir hareket alanı sağlıyor. Özellikle kentsel tasarımdan getirdiğimiz şey o bence. Biz programı tekrar yazabiliyoruz işveren için. Ve bunu yazarken de kentin içindeki yerini değerlendirip ona göre bir öneride bulunabiliyoruz. Yani bir kapalı spor salonu tasarlarken aslında bir kentsel altyapıyı oraya taşıyabiliyoruz. Biraz önceki mekan tartışmasının içinde ele alabildiğimiz bir durum bu. Sonuçta mekanı zenginleştiren, mekanı kuran şey mimari programın kendisi. Biz o programı melezleyebiliyoruz, karıştırıp tekrar kurgulayabiliyoruz. Nihayetinde o programın ne olacağına bir üst ölçekten gelip karar veriyoruz.
YŞ İstanbul gibi kalabalık metropollerde kamusal alan kullanımlarının önemi hakkında neler söylersiniz? Yaşadığımız kentte bu alandaki en önemli ihtiyaçlar hangileri?
AMÜ İstanbul’un iki önemli sorunu var. Birisi diğerinden daha acil olduğu için şu an bence biraz daha gündemde olan o: Kamusal alan yetersizliği ve mevcut kamusal alanların işgali. Kamusal alanları işgal altında olan bir şehirdeyiz. Dolayısıyla biz aslında bunlarla boğuşurken galiba ikinci önemli kısım olan “kamusal alanın kalitesini” daha az tartışıyor gibiyiz. Bir yandan kamusal alan olmadan kalite söz konusu olamayacağı için gündem de olamıyor bu mesele. Son dönemdeki meydan yarışmaları, kamusal alan üzerine açılan yarışmalar konunun biraz olsun tartışılması için fırsatlar yarattı. Fakat günün sonunda hala uygulamada büyük problemler var. Yani kaliteli kamusal alan elde etme konusunda hala sıkıntılarımız var. Projesi kaliteli olup kaliteli üretemediğimiz kamusal alanlarımız var. Çünkü kamusal alanda operasyon yürütmek çok zor. Örneğin şu anda bir projemizde tam da bu sorunu yaşıyoruz. Bizce kaliteli bir kamusal alan üretiyoruz ama sonradan ortaya çıkıyor ki aslında orası bakanlık tarafından başka bir yere kiralanmış. Bir anda projenin içinde bir krater oluşuyor. Başka bir birime kiralanmış bir yer oluşuyor. Kaliteli kamusal alan yapmak çok zor bir iş. Bunun projesinden uygulamasına kadar çok iyi takip edilmesi gerekiyor. Peki ya uygulamadan sonra neler oluyor? Mesela Antalya’da çok kaliteli kamusal alanlar tasarladık. Ancak bu alanlar kullanıcıların denetlenmemesi nedeniyle şu anda müthiş bir vandalizme maruz kalıyor. Adam üstünü kapatıyor, yanını kapatıyor, önüne başka bir teras ekliyor, beton döküyor, çatısına sandalyelerini kaldırıyor. İstanbul’da durum çok daha vahim. Dolayısıyla kamusal alanın talep edilmesinde belirli bir ilerleme kaydettik son yıllarda ama kaliteli kamusal alan üretmek ve üretilen mekanların korunmasını sağlamakta hala çok eksiklerimiz var.
AÖ Kamusal alan konusunda bence çok gerideyiz. Kaldırımlarımızı bile inşa edemiyoruz. Zemin döşemesinden ağacına, trafik tabelasından altyapısına bir standardımız yok. İki metre genişlikte, engelli bireylerin rahatça kullanabileceği, sıradan bir kaldırım oluşturamıyoruz. 5 metrelik, içinde ağacıyla, bankıyla bir doku oluşturan gerçek bir kaldırımdan hiç bahsetmiyorum bile. Mevcut kaldırımları tümüyle araçlara terk etmiş durumdayız. Beşiktaş Meydanı’nda ışıkta bekleyecek yer yok. Beşiktaş Meydanı’nda otobüs durağında insanlar asfaltta bekliyorlar. Çünkü sığmıyorlar, kaldırım yok. Çok kolay müdahale edilecek konulara bile müdahale edilmiyor. Bazı sorunlar, tasarımın da ötesinde yönetememekten kaynaklanıyor. Aslında çok da kolay yönetilmeleri mümkün olduğu halde…
AMÜ Ben İstanbul’da acilen müdahale edilmesi gereken 3 tane alan söyleyebilirim: Bir tanesi kaldırımların işgali. Kaldırımlar yürünemez durumda çünkü; özellikle o elektrikli araçların terk edildiği, sınır elemanlarının umursamazca söküldüğü, mekanların ve marketlerin taşıp işgal ettiği kaldırımlar. Sadece bir regülasyonla çok kolay yönetilebilecek büyük bir kaldırım problemi var İstanbul’un.
İstanbul topografik olarak çok zengin bir şehir. Bu durum akıl almaz manzaralar ve deneyimler yaratıyor ama bir de sorun çıkartıyor ortaya. Yürümek ve bisiklete binmek açısından mobilitesi zor bir şehir. İkinci müdahalem bu nedenle sahil şeridine olurdu. Boğaz kıyılarının kesintisiz yürünebilir ve bisiklete binilebilir bir hale getirilmesi ve onun dikey akslarla yukarı bağlanması gerekiyor. Yukarıda bağlandığı yerin de bizim klasik ticaret hattımız olması gerekiyor. Tünelden başlayıp, İstiklal Caddesi, Taksim, Mecidiyeköy, Büyükdere Aksı, Maslak’a kadar giden o düz ticaret aksının tekrar ele alınması, yaya odaklı ve bisiklet odaklı hale getirilmesi gerekiyor.
Aynı şekilde Tarihi Yarımada tarafında da Vatan ve Millet Caddeleri’nin sahile bağlanmaları gerekiyor. Yapılacak işler çok belli. Bunu yapabilecek kudretli insanlar da bence bunun bilincinde. Ama operasyon yapmak için çok zor bir şehir. Bütçeler ve regülasyonlar da zorluyor anladığımız kadarıyla.
YŞ İstanbul’da, Kocaeli’nde ve Antalya’da dikkat çeken kamusal alan tasarımlarınız mevcut. Bu projelerin detaylarını aktarabilir misiniz?
AMÜ Aslında hepsinde aynı şeyi yapmaya çalışıyoruz. Önce biz alanı kamusal olarak talep ediyoruz. Sınırlarını olabildiğince büyütmeye, idare ile pazarlık yaparak daha fazla alan kazanmaya çalışıyoruz. Sonra da bunu daha yeşil, daha konforlu ve daha eğlenceli hale getirmeye uğraşıyoruz. Aslında temel konsept aynı ama her yerin özgün hikayesi ister istemez projeleri farklılaştırıyor.
Kocaeli’nde yaptığımız kentsel tasarımları ayrı bir hikaye olarak konuşmak lazım. Orada idare bence çok doğru bir yaklaşım sergiledi ve bizimle beraber önce master plan ölçeğinde kenti analiz etti. Yani hangi parçalara müdahale etmeliyiz, bu parçalardan hangilerini birbiriyle bağlayabiliriz ve hangi sırayla yapabiliriz diye önce hep beraber bir üst ölçekten baktık. Ve o hikayeyi beraber ikna olduktan sonra parça parça uygulamaya başladık. Yani 7-8 yıl önce belediye de biz de yıllar içinde planlı şekilde kentin hangi bölgelerine müdahale edeceğimizi ve hangi sırayla uygulayacağımızı biliyorduk. Dolayısıyla bence bugün için çok başarılı sonuçlar elde ettik. Önce Kocaeli Yürüyüş Yolu projesi kapsamında bir caddeyi bir kamusal alana dönüştürerek kente bir nefes alma alanı, bir eğlenme alanı kazandırdık. Sonra onu bir kent meydanına bağladık. Kent meydanında toplanma ve festival yapma olanağı sağladık. Sonra döndük kentin diğer tarafında programlanmış bir park tasarlayarak sulak alanla birleşen bir rekreasyon alanı elde ettik. Böylece kentte öncelik sırasına göre birbirine bağlı bir kamusal alan sistemi kurmuş olduk.
AÖ Aslında bütün bu bilgi birikimini, Kocaeli’ndeki projelerden önce ulusal bir proje yarışmayla elde ettiğimiz Antalya Konyaaltı Sahili Kentsel Tasarım Projesi ile elde ettik. Bu derece büyük bir alanla başa çıkmak, onu programlamak, ilişkilerini kurmak, neyi koruyacağına ve neyi korumayacağına karar vermek, parçaları birbirine bağlamak konularında Konyaaltı Sahili projesi bize çok şey öğretmiş oldu.
Tüm bu deneyimler bize İstanbul’da çokça kentsel alan, kıyı şeridi ve cadde düzenlemeleri projeleri üretme imkanı sağladı. İstiklal Caddesi düzenlemesi bambaşka bir hikayeydi. Çünkü orada hafıza başlı başına bir parametre; onu korumak, geliştirmek, ötesine ulaşabilmek önemliydi. İstiklal’in üzerinde oturup onun sesini dinlemek, başkalarının İstiklal algılarını alana taşımak gibi bir mapping projesiydi aynı zamanda. Sonra Bağdat Caddesi projesi geldi. Bağdat Caddesi de alışılmışın dışında, blok nizamı olmayan bir alışveriş caddesinin kaldırımlarını bir kamusal alana dönüştürme işiydi.
Sarıyer Meydanı projesi şimdi uygulanıyor. O da özgün bir proje. Parçalamamıza rağmen o parçaların her birinin bir ihtiyaca denk gelmesi, bir referans vermesi ama birlikte de yaşanabilir bir bağlantıya sahip olmaları bence önemliydi.
Baltalimanı’nda İstanbul Vadileri kapsamında bir proje gerçekleştirdik. Orada da kentsel alanı talep edip, edinmeyi başarabildik. İstanbul’daki en büyük arıtma tesisi o bölgeye yapılıyordu ve mevcut derenin etrafına yapılmış duvarlar vardı. Öncelikle oradaki duvarları yıktık ve kocaman bir kamusal alan elde ettik. Bölge bir anda çocukların koşturduğu, halkın yürüyüş yaptığı, çayırlarda yuvarlandığı bir kamusal alana kavuştu. Projenin uygulanmasında bazı sıkıntılar oldu. Ancak talep edip o alanı bir kamusal alana dönüştürmek bile yeterliydi bu aşamada. O kalabalığı, mahallenin hayatındaki dönüşümü görüyorsunuz. O alanı almış ve kamuya mal etmiş olmak çok kıymetliydi.
YŞ Güncel olarak devam eden işleriniz hangileri?
AMÜ Şu anda İSKİ’nin Anadolu Yakası’ndaki genel müdürlük binasını tasarlıyoruz. E5 üzerinde bir bina olması ve görünür bir yapı olması sebebiyle bizim için önemli. Orada da çok programlı bir yapı var elimizde; çok amaçlı salon, genel müdürlük, ziyaretçi merkezi, afet merkezi gibi farklı fonksiyonları uzun-ince, dar bir alanda çözmeye çalışıyoruz, ki bu da bizim için bir meydan okuma. Bunun dışında çeşitli teknoloji firmalarına arge yapıları tasarlıyoruz. Kocaeli’nde kıyı şeridinin devamını tasarlıyoruz. Bir spor kampüsü, ayrıca bir sosyal ve kültürel merkez projelerimiz var.
Ayrıca Çekmeköy’de kültürel ve sportif fonksiyonlardan oluşan bir yaşam merkezi kampüsü tasarlıyoruz.
YŞ Dönüp geriye baktığınızda kendinizi gelecekte olmayı hayal ettiğiniz yerde görüyor musunuz? Şu an bulunduğunuz noktadan memnun musunuz? Yakın ve uzak planlı gelecek hedefleriniz hangileri?
AMÜ Ben tam olarak o hayal ettiğim yerdeyim ama geri dönüp baktığımda hayal ettiğim şeyin ne kadar naif olduğunu şimdi daha iyi fark ediyorum. Gerçekten öğrenciyken bir ofis yürütmeyi, proje yapmayı, proje kısmında kalmayı, projeleri toplumsal kabul gören bir ofis sahibi olmayı hep hayal etmiştim, hedefim buydu. Ancak süreç içinde anladım ki olay o kadar basit değilmiş. Bu yolculuk boyunca çok daha karmaşık süreçlerden geçtik, seçeneklerin daha fazla olduğu başka yönlere de gidilebilecek süreçler içerisinden geçtik. Dolayısıyla artık o kadar keskin düşünmüyorum. Çok başka türlü yürüyen, keyifli mimarlık biçimleri de var. Ama sonuç olarak bulunduğum yerden mutluyum.
AÖ Bence de bulunmak istediğimiz yerdeyiz. Belki biraz geç vardığımızı düşünüyorum sadece. Bu da ülke ekonomisinin çok çalkantılı olmasından kaynaklandı bence. Bir mimar olarak üretimlerimizle bulunduğumuz kenti dönüştürebildiğimiz ya da artı bir değer kazandırabildiğimiz bir yerde olduğumuz için mutluyum ve çok meşakkatli olsa da bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Belki tüm hedefin %90’ı buydu, belki %10’u para kazanmaktı. Yıllar sonra Türel Hoca “Çok para kazanacağını zannetmiştin değil mi Ali” dediği gibi, öyle zannetmiştik ama öyle değilmiş. Mimarlık ile çok para kazanılmıyormuş. Ama bugün durduğumuz yerden memnunum. Önemli olan yaşadığımız kente pozitif katkıyı verebilmiş olma düşüncesi bence. Ofisimizin, evimizin bulunduğu İstiklal Caddesi’ne bile dokunabilmiş olmak önemli bir pozisyon bizim için. Bizim jenerasyonumuz mimarlar için bir sonraki adım belki dünya mimarlık ortamında bir yerlere dokunmak olabilir. Yapı üretmenin dışında, kolektif bir mimarlık kültürü ve mimarlık dili oluşturarak ülkenin dünyadaki temsiliyetine katkıda bulunmak belki de…