Ötekine Konuşan Bir Mimarlık mı? Ötekileşmiş Bir Mimarlık mı?
Göçmenler İçin Tasarım Pratiklerinin İflası ya da Yokluğu Üzerine Bir Okuma

Halil İbrahim Polat, Dr.

  “Göçerlik ve sürgün kesintili bir var olma durumudur.”

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

aynı mahallede kocayacaksın;

aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma-

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

Çin’in Wuhan kentinden doğup tüm dünyaya yayılan, kurulu düzenin çarklarına meydan okuyan Koronavirüs salgını dolayısıyla egemen dilin üretime soktuğu yönetim anlayışları ve yaşam biçimleri, başta yaşlı kıta olmak üzere öncelikli olarak kendi insanına temel yaşam hakkını bahşeden üslubun gemisi su almaya başlamıştır. Görünen o ki, bu virüs salt bir kentsel bölgenin veya coğrafyanın hastalığı (kaderi) olarak kalmayacak; yıkıcı etkisini daha bir müddet açlık ve sefaletin kol gezdiği muhitlerin sakinlerine uğramakla birlikte kentlerin en işlek ve güç müsamerelerinin sergilendiği yerlerde göstermeye devam edecektir. 

Resim 1. Kamplar ve Sınırlar.

Resim 1. Kamplar ve Sınırlar.

Öte yandan bu travmatik salgın hakkında “yeni bir dünya düzeni” imasında bulunmak, salgını ve ona dair tarihsel devinimi doğru bir mercekle okuyamamak demektir. Zira düzelecek/düzenlenecek yeni bir gelecek olsa da o geleceği yine ve her defasında kendine yontacak bir egemenler (eşitsizliği meşrulaştıranlar) dünyası da olacaktır. Kıta Avrupası, ABD, Çin, Rusya gibi yeryüzü krallıklarını tarihin belli zaman dilimlerinde ele geçirmiş topluluklar, üstünlük gösterilerini salgından geriye kalan ve aslında o kadar da ‘yeni’ olmayacak bir arenada yine aynı tekâmülle ve birilerine “diğer” yaftasını yapıştırarak sürdüreceklerdir.

Michel Foucault, bilhassa Liberal Batı’nın kendi nüfusu ile ilgili aşırı takıntılı bir şekilde geliştirdiği hastalıktan korunma, nitelikli yaşam ve sürgit refah gibi refleksleri “biyopolitika” adı altında işlemiş ve temel mantığını aynı anda yaşatmanın ve öldürmenin politikası olarak ifade etmiştir (1). Bir devlet, kendi nüfusunun refahına ne kadar çok odaklanırsa başkalarını ölüme terk etmenin, kimi insanların ölüm riskini artırarak insanları ölüme maruz bırakmanın koşulunu da o kadar çok yaratmış olur (2). Mottosu ‘uzak tut’ ve ‘bulaşma’ olan bu refleksin paradoksal bir biçimde bilhassa salgın günlerinde ne kadar da kifayetsiz bir pozisyona ev sahipliği yaptığını ibretle izlemekteyiz. 

Foucault’un biyopolitik iktidar tasvirine göre “toplumsal yaşam” isimli düzenek tanımlı bir normali ve onun etrafını bir daire içine alan araziyi biçimlendirir. Bu biçimlendirilmiş çap doğal olarak belirli bir “dışarlık (taşralık)” üretir. Dahası bunu zaman zaman kanunlarla da desteklenen bir meşruiyete oturtur ve dört başı mamur, kullanışlı, mühürlenmiş, araçsallaştırmaya teşne bir “öteki”ni yaratır. Bu durum, “ötekiler” için ideal ikamet alanlarının üretilmesi yoluyla kent merkezinden uzakta bir yerde konumlandırılmasının zeminini yaratmaktadır. Dolayısıyla yeni muhitlerin icat edilmesi gerekmektedir ve bunun için de “kendine yeter” bir tarihsellik kazanmış “kamplara” başvurulmaktadır (Resim 1). Kamplar, neredeyse orta ölçekli bir kent nüfusuna yaklaşabilen insan popülasyonuyla temel ihtiyaçların asgari düzeyde karşılanması için kurgulanmış, yeknesak formda yan yana acele ile dizilmiş, çoğunluğu prefabrik malzemelerle teşkil edilmiş kerhen ayakta kalma mekanları olarak okunabilir. İlk elden “insanı yaşatma odaklı” görünen bu mekanların zihinsel arka planı göründüğü kadar masum değildir. Zira ötekileştirme dairesinin dışındaki yerel unsurlar için diğerlerinin kamplara yerleştirilmesinin (ölüme kadar ikamet ettirilmenin) en ideal koşullarını her defasında yeniden üreten bir toplum artık “olası sorunları” indirgemeye hazırdır. Olası sorunlar, artık her şeyin mübah görüldüğü pratiklerin toplamıdır. Foucault’un ima ettiği gibi “insanların aşırı uç politikaları normal ve hatta ahlaki bulmaları için ölenleri kendi gruplarının üyeleri olarak değil başkaları olarak kavraması gerektiği” hezeyanıyla asırlardır alışılagelmiş bir arkaik iç huzur (!) için şartlar oluşturulmuştur. Agamben de bu sözde koruma kalkanlarını (kamplar) istisna durumunun kurala dönüşmeye başladığı zaman açılan mekanlar olarak temellendirir. Bunlar, “yaşamak” denilen edimin varlığından soyutlanarak yoksunlaştırılmış belirsizlik alanlarıdır artık (3). Burada tutuna(maya)nlar günün sonunda artık istisna olmanın figürleri, diğerleşmiş muhitin asabi paryaları, gündelik rutinin gerilimli çıkıntıları olarak etiketlenmektedirler. Dolayısıyla kamplar, yuva ile yuvasızlık arasına inşa edilmiş bir yer-kurma pratiğinin çaresizlikten hallice formlarıdır (Resim 2).

Resim 2. Sığınmacı Olmak. 

Resim 2. Sığınmacı Olmak. 

Milyonlarca insanın bulunduğu yerden memnun olmadığı (4) bu kimselerin -hayati veya değil- mecburiyetle bir yerden diğerine göç etme hayali kurduğu, ama gelinen noktada kimsenin diğerlerini komşu olarak kabul etmek istemediği, globalleşen bir köy (5) olsa dahi, cemaatleşme refleksini hiç kaybetmeyen bir dünyada yaşamaktayız. Sofraya sonradan dahil olan  (4), yer darlığı yaratan ve çoğu zaman potansiyel düşmanı temsil eden “öteki”, ev sahiplerinde (muhitin yerlileri) daha önce kurulamamış kadar muhkem bir dayanışma dürtüsü ve duygudaşlık yaratır. Bu birliğin harcı ile karılan ve vücuda getirilen yapı da milliyetçilik mevhumunun çok kullanışlı formlarından biridir. Tam da bu noktada, ateşli bir istemeyenler güruhunun ortasındaki o şehirde bir ortaklık zemini kurabilmenin, şehirde herkes kadar hak sahibi olabilmenin yolları aranmıştır. “Şehir hakkı”, kent sakinlerinin teker teker sahip oldukları şehir yaşamına dönük tüm hakların her bireydeki temsili toplamını ifade etmek yerine kenti dönüştürme imkanı yoluyla ortak kamusallıklar yaratarak yaşamın dönüştürülmesidir (6). Burada, ötekinin kente içkin ve onun bir paydaşı olabileceğine dair çıkış yolu levhaları gösterilmektedir. Mülkten pay almak veya pay talep etmekten öte, kamusal mekanda özelleşmemiş bir mülkiyet yaklaşımı başattır.  Öte yandan Lefebvre’nin kente dair hak bölüşüm biçiminin bir tür tektipleşmeye, sonunda da totaliter bir uygulamalar zincirine dönüşme ihtimalinden de söz edilebilir. Şehrin diğer bileşenlerinin tümünün özne olduğu bir şehir kurma hayalinin de başka türlü bir diğerler topluluğu yaratabileceği, “hak” anlayışına yüklenebilecek “yeni” bir tanımla haklılıktan uzaklaşabileceği tehlikesi de orta yerde durmaktadır. Bu nedenle Lefevbre’nin “kent hakkı” kavrayışı belki de bir başka totaliterleşme biçimi olarak okunabilir. 

Göçmenlik bir tarihsel durumun adıdır. Onu ilk elden ele geçiren ve zihin duvarını aşındıran sembolleri “yol, yolculuk, yer, ötekilik, topluluk, yalnızlık, yokluk, açlık, sınırlar, vb.” olarak sıralayabiliriz. Buradaki sınır imgesi oldukça başattır ki göçmenin dimağında silinmez bir iz bırakmaktadır. Sınırlar, içeri ile dışarı, dahil etme ile dışlamanın sürekli olarak el değiştirdiği bulanık mekana yerleşirler (7). Tim Creswell, “yer’in fiziksel karşılıktan ve boyutsal yapılardan, yükseklik-uzaklık, merkezilik-kırsallıktan daha anlamlı konumlar olduğunu söylerken mimarlık eylemi de mekanı fiziksel olarak tanımlamakla yetinmeyip bu daha anlamlı konumları araştıramaz mı?” (8) diye sorar. Heiddegger, mekanı bir form, yer’i de bir var olma eylemi olarak izah etmemiş midir? Ve fakat tüm bu tanımlama gereçlerinden el aldığımızda dahi, göçmenin, göç ettiği diyarın sakinleri tarafından oldukça kesif bir tür kabul sınavına sokulduğu ve ne yaparsa yapsın en iyi ihtimalle “koşullu geçtiği” bir imkandan söz edebiliyoruz.  Çünkü yerin esas sahipleri (!) vardır. İşte, tam da bu sahiplik problematiğinin getirmiş olduğu haksız önde olma durumuna çentik atmak gerekmektedir. 

Göçmenlik ve Mimarlık

Mimarlığın, göçmen politikalarına söyleyecek bir sözü var mıdır? Kuramsal bir metodoloji izlemek dışında. İlk soru bu olmalı, belki de yegane.

Bu soru mimarlığın aktörlerince mümkün mertebe “elbette” olarak cevaplanmaksa da çoğunlukla sözü eğip bükmenin ötesine geçememektedir. Zira mimarlık kendisine bunun gibi durumlar için oldukça diri bir koruma kalkanı dikmiştir: Tasarımın özerkliği. Bu özerklik kendi içinde mikro bir diktaya işaret eder. Yerli bir müşteriye yapılan etüt, bir devlet kurumundan alınan ihale çıktısı, bir göçmen kampı proje çalışması fark etmemektedir. Son tahlilde, tasarımın iradesiyle çekilmiş çizginin derinleştirdiği yara, mimarın belleğindeki hükmetme fantezisine hizmet etmektedir. Kuramsalın vadisinde soluklanan mimar, sürekli olarak dün, bugün ve gelecekte “başka türlü nasıl olabilir?” sorusunu sorar gibi görünse de her defasında “benim dediğim olur” nakaratından bir arpa boyu ileri geçmemektedir. Yani tikel olarak mimar, kente dair göçmen politikaları üzerinde nispi ölçekte de olsa bir tahakküm sürdürecektir. Tam bu minvalde, “çoğunluğun tiranlığı” (9) sözcük grubu, göçmen politikaları sözlüğünün aslında ilk ve en güçlü maddesi olmalıdır. Çoğunluğun ne tür bir tiranlık inşa edebildiğini insanlık tarihi defaten tecrübe ederken, artık kanıksanmıştır: Çoğunluk bireyin monarşisini tahkim etmektedir. Peki mimarlık, tüm bu olan biten şedit kavramlar arasında nasıl etkin bir eleman olabildi? Aslında cevabı oldukça sarih. Çünkü inşa etmek -her devirde- hükmetmenin fil ayaklarıdır. Bu minvalde mimara getirilen eleştiri, mimarlık eyleminin icra makamında olmasının getirdiği tarihsel sorumluluktan ileri gelmektedir. O halde genelden özele dümeni kırmak ve göçmenlik veya ötekilik nosyonları çerçevesinde bir kazıya başlamak icap etmektedir.

 “Başka türlü bir mimarlık” için izole ve korunaklı surlardan bir kesme taşı kenara koymakla yola başlanacaksa, ilk olarak kemerin ortasındaki kilit taşını, mimarın çekip alması gerekmektedir. Neden mi? Çünkü mimar süreç boyunca gerçekten söz söyleyen konuma gelmek istiyorsa, gelecek hakkından mahrum bırakılan, otoriterleşme, ırkçılık, milliyetçilik, dışlanma, işgücü piyasasına ucuz emek sağlama, yabancı düşmanlığı, diğer ülkelere karşı bir tür koz olarak kullanılma ve derinleşen eşitsizlikle çarpışan göçmenler topluluğuna yaşam alanlarını imal etme yolunda omuz vermelidir. Mimarlık tek başına bir güç odağı değildir elbette. Göçmenlik gibi temelde “ulusal sorun” atfedilen konularda karar verici hiç değildir. Beklenen Mehdi, sürekli mesaiye çağrılan Hızır, şefaatine mazhar duyulan tarikat şeyhi de değildir. Belki de eskizlerin arasında bir oyun kurucu olmasını beklemekten bile daha azıdır. Ancak yine de bu minvalde yapılacaklar listesi onun iş tanımının ara kesitindedir. Yani mimarlığın herhangi bir iyileştirici araç olarak rol üstlenebilmesi mümkün değildir belki; belki de mimarlık sadece bir mekan üretimi yapıyor ve ancak toplumsal üretimi sağlayacak bir aracı görevini görüyorsa ya da zaten toplumsal bir üretim olarak ortaya çıkıyorsa bir katkısı olmaktadır (10). 

Mimarlığın göçmen politikalarına tumturaklı bir çözüm getirmediğine dönük eleştirilerin başında göçmenlerin yer kurma çabasını bir tür barınma temelli anlayışa mafsallayan defolu yaklaşımdır (11). Mekanın süregelen yaşantıdan, gündelik hayatın deviniminden, kültürel ve toplumsal unsurların bileşiminden soyutlanarak ele alınması, mekana niteliksiz bir boşluk gibi muamele edilmesi, tasarımın özerkliği mitinin mahsulüdür. “Orada bir arazi parçası veya alabildiğine geniş bir havza var ve buraya bir şeyler yapılacak olup şu cihette kişiler yaşayacaktır” denildikten sonra kataloglara bakmaktan, sahayı gezip birkaç konut fotoğraflayıp doku örneği belleğe kazımaktan, akabinde çizim masasına oturmaktan daha başka türlü bir mimarlık anlayışı aramak, fazla mı iyimserliktir? Tam da bu resmin içinde mimar, bir diğerleşme aygıtının dümen suyuna girmiş, bu fenomenin koltuğuna kurulmamış mıdır? Ötekileşme ve ona içkin noksansız yoksunlaştırılmış diğerlere dair eyleme geçirilmiş tasarım toplamları bize şunu anlatmaktadır: Mimarlık, kentsel mekan ve tikel yapı tasarımı noktasında iflasın eşiğine gelmiş bulunmaktadır.

Dahası gerçekten de mimarlığın özü barınmak mıdır (Resim 3)? “Başımızı sokacak bir çatı altı”nı tasarlamak mı? Barınma sosyolojisine, mimarlığın verdiği ekseri cevabın yine ve sonunda tasarımın argümanları içinden devşirilen kaidelerden ötürü temel sorunsal yerli yerinde durmaktadır. Oysaki barınma hakkı salt bir ev-mekan sahipliğinden öte, inşa edilmiş mekan-toplum bütününün sürekliliğini korumakla sağlanabilir (12).

Resim 3. Müşterekleşme.

Resim 3. Müşterekleşme.

Yeni mahallelerine/gettolarına/kamplarına zorunda bırakılan diğerler (göçmenler) artık herhangi bir mekanın koynunda değil, örf-adetleriyle bildik-tanıdık yuvalarına özgü olan her şeyi yeniden ayağa kaldırdığı bir yer icat etmeye başlarlar. Burada “tanıdık” sözcüğüne atfedilen değer üzerinde bir müddet durmalı ve Marc Augé’nin yok-yer kavramına bir parantez açmalı. Nedir “yok-yer”? Geçiş mekanları, transit mekanlar, geçici olarak kullanılan mekanlar, kısa süreli olarak kullanılan mekanlar, hiç-mekan, mekân olmayan, kimseye ait olmayan mekanlar, yer-olmayanlar, yok-mekan, yer olmayan mekanlar, herhangi-bir-yer, hiçbir yer, yer dışı, yerin kaybı, yersizlik, yersiz yurtsuzlaşma… Sıraladığım kavramların tamamı mekan’a bir zincir işlevi vermekte ve mütemadiyen o zinciri uzatıp kısaltmaktadır. “Hiç gibi mekan” ile “transit mekan” arasındaki bir mekan kavrayışı nasıl bir integralin sınır değer aralıklarını imler? Dahası Augé, yok-yer’i tarif ederken yersizlik ve yurtsuzluk gibi göçmenlerce oldukça tanıdık iki yaşam örüntüsünü de vurgu yapar ve yok-yerler’i şöyle tanımlar: “Bize tanıdık “yer hissi”ni vermek üzere tasarlanan Hilton gibi otel ya da Starbucks gibi kafeterya zincirleri, fiziksel olarak yerden bağımsız oldukları için aşinalık hissine rağmen yok-yerlerdir. Buralarda görülen, mekansal aynılıktır. Yapılar bulundukları yerin koşullarından bağımsız, her yerde tekrar eden biçimdedir. Yeri yalnızca fiziksel gerçekliğine indirgeme, mekanları, içinde bulundukları dönemin ekonomik beklentilerine uygun şekilde, tekrar tekrar üretilebilir ve tüketilebilir bir meta haline de getirir” (13). 

Biraz geriye çekilip Augé’nin kastettiği yok-yer’e daha geniş perspektiften baktığımızda salt tanıdık odakları işaret etmediğini, “bir yeri oluşturan elemanların üç boyutlu organizasyonu olarak tarif edilen mekan” (14) imgesinden el alıp epey bir göçmenlik analojisine (mekanın tekrar tekrar üretilmesi ve tüketilmesi) yaslanarak içinde bulunduğumuz dünyanın mimari gerçekliğinden anlamlar devşirebileceğimizi varsayabiliriz.

Göçmenlerin yeni bir toplumsal form olarak fiziksel çevrede oluşturduğu örüntü “mekansal boşluktan öte bir anlama sahip olan ‘yer’ üzerine düşünmeyi” (11) ve soyutlaştırma refleksinden uzakta durmayı gerektirmektedir. Tanışıklığı, var olma biçimlerini, aidiyeti, mensubiyeti, gündelik hayatın rutin örüntülerini, sevmeyi, bıraktığınız yerle kavgaya tutuşma biçimlerini (15) ve diğer değişkenlerle birlikte bir ara yüzü tanımlamaktadır. Özetle, mimar ve kent tarihçileri göçmenliğin bir kökeni olmadığından hareketle yola revan olduklarında köksüz bir tasarımın temsilini ortaya koymaktadır. 

Sonuç Yerine: Diğerleşme’nin Eşiğindeki Diğer

“Herkesin Diğeri”, olmak uzak bir ülke değil. Bir biçimde hepimiz bir gün bir diğerlik kümesinin varyantları olabiliriz. Bir düşte yerli olan, bir sokakta öteki olabilir; bir topoğrafyanın esası olan başka bir siyasi retoriğin istenmeyeni. “Diğerleşme” öyle ya da böyle ölüm kadar gerçek ve sürekli kazanan bir bakiyeye sahip. Günün sonunda vardığımız limanda şu durumla karşılaşırız: “Biz kimiz ve biz hangi ‘diğerler’ grubuna aidiz” (16). 

Tanımı gereği bir “diğer” var ise karşısında konumlanmış başka bir “diğer”in adresini tarif etmektedir. Mimarın tahakküm nesnelerinin başında gelen konutlandırma, diğer alanlarda olduğu gibi konut alanında da diğerleşmeyi üretir” (16). Onun bir diğerleşme pratiği olduğu ve diğer’in homojen karakteristiğine bir tuğla daha eklediğini düşünmek yersiz olmamaktadır. Günümüz konutlandırma pratiği temel tipolojik varyasyonlardan dışarı çıkmamakta olup salt nesne olarak bile bir diğerleşme savı üreticisidir. Bu veçhede sürekli ve dinamik bir yeniden tarife ihtiyaç duymaktadır.  Tarihsel dönemeçlerde öteki yaratmak, yalnızca insana özgü bir parametre olmayıp konut üretimi mahiyetinde de bir bagaja sahiptir. “Toplum, diğerliliği, bir boşluk içinde değil, kurucu paradigmaları, söylemleri, dinleri, disiplinleri, kurumları, sınıflandırılmış bilgileri, bilinmesi ve bilinmemesi gerekenleri, gözden uzak tutulmaları ya da gözlenmesi gerekenleri, estetize edilmiş öz çıkarları, çokbilmişliği, metalaşmayı, anayasallaşmış özel mülkiyetçiliği ve olağanlaştırılmış şiddeti ile türlü-çeşitli evlerde ve hanelerde üretir” (16).

Göçmenlik mevhumu her şeyin öncesinde politikanın da en başat enstrümanlarından biridir. Ancak bu yazının sınırladığı alan siyasanın durağındaki tespitlere yer verecek denli geniş değildir. Yine de göçmenliğin bu pozisyonundan kapitalist, Marksist ve neo-liberal metodolojilerin ne kertede yan yana durdukları, kolektif bir duyarlılık sergilemekle indirgemeci bir siyasi vasatı temsil eden teoriler üzerine “yeryüzünün lanetlileri”  olarak sembolize edilen kitle hakkındaki düşüncelere kulak vermekte yarar vardır. Temelde göçmenlerin sanki asırlardır üzerine bir tutkal gibi yapışmış konumlarından öne gelen bir dizi ayrımcı uygulamanın mağduru oldukları, bu ayrımcılığın onlara bir ölçüde siyasal temsil hakkı kazandırsa ve meclislerde koltuklar elde etseler dahi pasif ve salt kullanışlı bir aygıttan, “bir yardım faaliyetinin alıcısı” olmaktan öteye gidememektedirler. 

Göçmenlik (diğerlik) sürekli bir panoptikon hali üzerinedir. Bir gözetleyicinin varlığına iman eden, belli-belirsiz bir gölgenin büyüyen ve küçülen biçimine göre adımlarını yavaşlatıp hızlandıran yüksek nabız eylemliliği. Bu tahakküm stili, egemen düzence salt emniyet tedbirleri ile ikame edilemediği için kent morfolojisine dönük mekansal planlama rejimlerine ve olası mimari tekniklere de ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla göçmenlik sürekli bir mekansal seferberliğin krateridir. Devinimin kendini diri tuttuğu bir gerilim distopyasıdır. Bu yüzden muhayyel olana öykünür.

Resim 4. Mimarlığın Özü Barınmak mıdır?

Kente dair söylenmiş toplamlara baktığımızda genellikle sosyolojik ve toplumsal gerilimlerin yatağında ilerleyen tahliller önümüze çıkmaktadır. Mimarlığın söyleyeceği söz oldukça kısık sesli olup sözden yazıya, çizgiden tasarıma dökülememiş prematüre bir kavramsal kazı teşebbüsünden öteye gidememektedir. Bu tutum tam da ötekilere konuşan bir mimarlığı tarif etmektedir. Yani diğerleş(e)memiş bir mimarlığa zemin olmuştur.

Mimarlık eyleminin kent ve onun yerleşim alanına dair imar etme çabasının her şeyi çözeceği, dokunduğu her nesneyi iyileştireceği düşüncesine elbette yaslanılamaz. Zira bir kurtarıcının vaatlerine kapılarak yürünen yolların hayal kırıklıkları ile düşenmiş olduğu yeryüzü tarihi kadar eskidir. Mimarlık da tanrısal bir vehmin arayüzü değildir. Mimarlık, ne göçmenlerin zorlu yaşam koşullarına tek elden karar verecek bir merci, ne de ardına toplulukları alıp güzeli ve estetiği yayacak bir Mesih değildir. Yine de bir imkan olarak orada bir yerde nefeslenmektedir. Ancak bu durum, salt tasarım odaklı bir vasatın indirgemeci tahlilleriyle varılacak bir limanı haritada işaretlemez.

Kaynaklar:

Foucault, M. (2015), Biyopolitikanın Doğuşu&College de France Dersleri 1978-1979, çev: Tayla, A., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Baele, S, J. (2016) “Yaşatmak Ve Ölüme Terk Etmek: Michel Foucault Avrupa’nın Mülteci Krizini Öngörmüş müydü?”, çev:Utku Özmakas, Birikim, https://www.birikimdergisi.com/guncel/7606/yasatmak-ve-olume-terk-etmek-michel-foucault-avrupanin-multeci-krizini-ongormus-muydu, (Erişim Tarihi: 14.03.2020).

Agamben, G. (2011) Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev: Türkmen, İ., Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Çetin, İ. (2018) “Popülist Siyaseti Besleyen Cemaatleşme”, Birikim, https://www.birikimdergisi.com/guncel/8815/populist-siyaseti-besleyen-cemaatlesme,  (Erişim Tarihi: 19.03.2020)

McLuhan, M. ve Povers, B. R. (2017) Global Köy, çev: Düzgören, B, Ö., Scala Yayıncılık, İstanbul. 

Lefebvre, H. (2015) Şehir Hakkı, çev: Ergüden, I., Sel Yayınları, İstanbul.

Stavrides, S. (2016) Kentsel Heterotopya: Özgürleşme Mekanı Olarak Eşikler Kentine Doğru, çev: Karatay, A., Sel Yayıncılık, İstanbul.

Creswell, T. (2004) Place: A Short Introduction, Malden: MA, Blackwell Publication.

Holloway, J.(2015)  İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, çev: Siral, P., İletişim Yayınevi, İstanbul.

Gürkaş, E. T. (2016) Sınır-Aşırı Kentsellik röportaj dosyası içinde , https://xxi.com.tr/i/sinir-asiri-kentselltik, (Erişim Tarihi:21.03.2020)

Gürkaş, E. T. (2020) “Kentte Barınma Hakkı: Kim İçin? Samatya’da ‘Zorunlu’ Göçmenlerin ‘Yer-Kurma’ Pratikleri, https://khas.academia.edu/EzgiTuncer, (Erişim Tarihi: 01.04.2020)

Akkan, B. E., Kayhan, E. (2008) “Sulukule İçin Toplumsal Değerlendirme”, Yayınlanmış Rapor, İstanbul.

Augé, M. (2017), Yok-yerler, çev: Ilgaz, T.,  Daimon Yayınları, İstanbul.

Ötkünç, A. (2017) “Antropolojiden Mimarlığa Melez Düşüncenin İmkanları: Yer ve Yok-yer Kavramları Üzerine”, Yok-yerler içinde.

Chambers, I. (2005) Göç, Kültür, Kimlik, çev: Beşikçi, M., Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Teymur, N. (1996) “’Diğer’ Olarak Konut”, Diğerleri’nin Konut Sorunları içinde, der: Komut E. M., TMMOB Mimarlar Odası, Ankara.