Mimarlıkta Tarih, Teori, Deneyim-1
Prof. Dr. İhsan Bilgin
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde”. Karl Marx
Mimarlık yayınlarını konu edeceğim mini serinin bu ilk yazısında kavramların ilkinden ve yayıncılık bakımından en güncelinden başlayacağım:
1. Hafıza
Hikaye malum: doktora gidilmiştir
“- Çok unutkanlaştım, herşeyi unutuyorum doktor bey.
– Ne zamandır ?
– Ne ne zamandır?” Bunamanın geriye doğru işleyen bir süreç olduğunu iyi anlatır da bireyler üzerinden üretilmiş bu genelleme toplumlar için ne kadar geçerlidir? bilmesem de..
2. Nihayet
Bırakalım ele gelir, kavramsallaştırma bakımlarından epistemolojik süzgeçlerden geçmiş iç tutarlılığa da sahip akışkan bir anlatıyı; İnci Aslanoğlu’nun vaadlerini yerine getirişi ve zamanında yayımlanmışlığıyla kuşaklararası bir klasiğe dönüşmüş, Cumhuriyetin başlangıcıyla sınırlı kitabı dışında güvenilir bir kataloğu da yoktu Modern Türkiye mimarlığının.
Doğan Hasol’un kitabı hakkında geçen sayıda çıkan söyleşiyi okur ve Açık Radyo, Açık Mimarlık programındakini dinlerken, daha mürekkebi soğumadan, kitap elimdeydi. Hızla karıştırıp okumanın acelesiyle edindiğim ilk izlenimleri, gecikmeden paylaşmakla yetineceğim.
3. Uzak geçmişe terapötik müdahaleler
Uzak geçmişle ilgili pek sıkıntı çekmeyecek eğitimi alıp sonra da akademik dünyanın içinde bulunmanın ertesinde (bir de Alpaslan Ataman’ın kendisi ve kitabından Osmanlı mimari kodlarını öğrenmenin üzerine) Gülru Necipoğlu’nun; çağının sınıfsal ve siyasi iktidar yapılarıyla birlikte yapı üretimi ilişkileri içinde etraflıca yorumlayarak -(tıp ve mühendislik gibi deney temelli muhtemel rakipleri arasından sıyrılıp akademik üretimin rakipsiz merkezi) ABD gibi bir yerde- bilim ödülü de almış kitabı; Sinan’ı en azından benim için çağıyla birlikte efsanelerden tümüyle ayıklamıştı. Cumhuriyetin ikinci yarısının canlı tanığı olarak kitabına zaten ihtiyacım yoktu. Ama yüzyılın ikinci ve üçüncü çeyreğinin akademisyen kuşakları olarak son çeyreğinin gençleriyle ilişkimizde arayüz işlevli bir referans kitap gereksinimi hayati önemdeydi.
Çünkü ne çığ gibi yayılan okullardaki akademik çalışmalar ne de gittikçe hareketlenen yayın faaliyetleri düşünsel boşluk kaldırmıyor.
Boşluk her zaman yeterince tatminkar ve/ya da kullanışlı olamayan lisansüstü ürünler ile popüler dergilerin akademik ve düşünsel iddiayla epistemolojik ve kavramsal tutarlılık ve elekten yoksun, aceleyle ve gelişigüzel yayımlanmış tematik dosyalarınca dolduruluyordu, YEM’in anlatacağım atağı ve Janus, Daimon gibi alana özgü yayın iddialı yayınevlerinden önce, neredeyse hiç mimarlık kitabı bulunmayan Türkçe dünyamızda…
4. Yetmez!
Selçuk Batur girişimi Benevelo yayınının yarım kalması sonrasında dünya modern mimarlık tarihinin kanonik nitelikte kitap çevirisi de hâlâ yok.Giedion’un Postmodern’in eleştirisinin kendisinden çok bıktırdığı ilk klâsiği hâlâ çoğunluk için isimden ibaret bir muamma. Tafuri&Dal Co, Frampton, Kostof, Curtis kitaplarından en az biri, sayısı yüzlere yaklaşmış okulun kimbilir kaç bin öğrencisi ve adayı için hâlâ yayıncısını bekliyor.
5. Misyoner
Diller, kıtlıkta işlerin yapanın üzerine kaldığına işaret eden özdeyişlerle dolu. Bunlarda hakikat payı varsa, bu iş de YEM’e (Yapı-Endüstri Merkezi) düşecek. Yalnızca öteki boşluğu Hasol’un kitabıyla doldurduklarından değil.
Daha ziyade ihtiyaçları çabuk farkedip hızlı reaksiyon vermeye alıştırdıklarından… F.D.K. Ching’in “Mimarlık” kitabı bütün kurmaca, yaratıcı pratiklerde olduğu gibi mimarlık mesleğinin de doğası ve yapısı gereği kurumsal eğitimi kitapsız, kesin bilgi/kural[sız] ve deneyimlet[n]erek öğret[n]ilen bir müfredat eşliğinde gerçekleştiği için ürettikleri tezlerden ve Sedad Hakkı Eldem’in betonarme öncesi yapım tekniklerini barındıran ve yazarıyla markalaşmış kitabı “Yapı”dan başka öğreti aracı bulmakta zorlanan eğitimciler arasında 90’lardan beri elden ele gezen efsaneydi. Sonra mühendisliğini de yazmış. Bunlar mimarlık ve inşaat bilgisi gibi neolitikten gelip katmanlar halinde yoğun bir teknik/kültürel birikime dönüşmüş mimarlık kültürünün kadim aracı çizimin en sadesi olan eskiz tekniğiyle üretilirken basitleşip, yavanlaşmamış iyi sınıflanıp ifade edilmiş kestirme özetleriydi.
YEM, tam da mimarlık okullarının çığ gibi büyüdüğü bir zaman aralığında Türkçeleştirip yayımlayarak, tam zamanında ortaklaşa kullanılabilen bir müfredat aracına dönüştürdü. Ching, Anglo-Sakson dünyadan yayıldığı için zaten aynı nedenlerle kolayca hemen evrenselleşmişti. YEM çok şuurlu ve tutarlı bir tutumla benzer özellikler ve misyonu taşıyarak kanonik mimarlık/kent tarihi müfredatlarının müptezelleşmemiş, iyi mimari ifadeli özeti niteliğindeki DVA-Verlag mahsulü 2 cilt Almanca mimarlık atlasını çevirip, lejand renklerine kadar sadık, aslının tıpkı-basımı bir tasarımla yayımladı. Sütun başlığı deseninden kent planlarına her ölçekte bilgiyi içerdiğinden bu tip yayınlarda grafik tasarımla bütünleşmiş çizim tekniği metinden bile daha önem taşıyor.
6. İstif, tasnif, tasarım
“20. yy Türkiye Mimarlığı” kitabı hemen göze çarpan çekiciliğini yalın, okunaklı şık tasarımına da; zemin hazırladığı aşikâr istif ve tasnif tecrübeli hassasiyete de borçlu.
İnşaat sektörünün büyük oranda hâlâ betonarme ve sıvalı boşluklu tuğla deneyiminden ibaret olduğu 1970’lerde eğitime başladığımız haftanın bir günü, yapı ve malzeme ders gruplarına zihnen yatkınlaşalım diye Taşkışla’dan yürüyerek götürüldüğümüz Harbiye’de şimdiki ortalama banyo-mutfak mağazaları ölçülü bir dükkan katında faaliyet gösteren Yapı-Endüstri Merkezi’ne (YEM) ayrılmıştı. Etrafta, tuğla çeşitleri, çeşitli mermer, parke, marley ve fayans örnekleriyle, çatı ve temel inşaatı ve izolasyonuyla ilgili detay çizimi ve modelleri vardı. Arkadaki toplantı odasında kurumun kurucularından, yöneticisi Doğan Hasol’la tanışıp kısa ve özlü bir mimarlık/inşaat sektörü arakesitli bir seminer dinlediğimizi hatırlarım. O koşullarda büyük gözüken bu yer bu dergiyi zaten epeydir yayımlıyordu. Dükkan değil, ciddi ve artık alıştığımız tabiriyle: “sivil kurum”olduğu zaten belliydi. Gözümüzdeki profesyonelizmini pekiştirişi dijital öncesi dünyamızın yegâne malzeme menüsü dokümanı Yapı malzemesi kataloğuna gelince… Her yıl yenilendiğine tanık olduğumuz katalog o profesyonelizmin kanıtı idi. Süzme kütüphanecilik kataloglama sistemi kullanan derlemenin yanısıra bir de sektörün tamamını kapsayan büyük bir yapı fuarı organizasyonunu her yıl düzenlediklerini öğrenince herşey yerli yerine oturdu.
Ciddiyet ve istikrar, güven veren bir ilişki ağının odağı yapar zaten insanı ama son kertede fikri bir ürün olduğu kadar maddi bir ürün olan bir kitabın üstelik de bahsettiğim iri boşluğu doldurma iddiasının yükünü de taşıyarak boy gösterince muhtemel zaaflar hemen batıverir göze. Hemen göze çarpan ve yazarının şahsi ve kurum dolayımlı tecrübesinden ayrı düşünülemeyecek kalitesi, kitabı herşeyden önce böyle kapsamlı bir içeriğin üstesinden gelme özgüveninden kaynaklanabilecek problemlere karşı güvenceye alıyor. Tıpkı sektöre ve meslektaşlarına kuşaklar boyu güven istikrarla rol modelliği yapmış yazarı gibi, ilk ilişkiyi güvenle başlatıyor.
7. İçerik
Öte yandan Doğan Hasol’un kariyerinin YEM’le sınırlı olmadığı da malum. 1960’lardan beri sektörün yanısıra Oda’da, içlerinde mesleğin de örgütlenmesi, fiili tasarımcılığı ve yayıncılık dahil, her türlü kültürel/sosyal faaliyetin odağında aktif rol almış kişi olarak kuşaklar/pozisyonlar arası rol sahibi, YEM’den de ayrı kurumsallaşmış bir şahıs olarak Hasol; mesleğin ve ürünlerinin 20. yy tarih yazımına katkıda bulunabilecek başlıca kişiydi. Elimizdeki kitap da o katkının yoğunlaşmış ürününden başka şey değil zaten. Kitabın vaatlerini tatminkâr şekilde tutan ürün oluşunu değerlendirmek üzere (eleştirinin kaf dağından değil, o pratiğin içinden; en azından onunla angaje ve canlı temas içinde yapılabileceği konularıyla oyalanmayıp son dönemle/bölümle ilgili şerhimi düşerek) kitabın kendisiyle devam edelim:
8. Kuşaklar..
Benim, erken ve geç Postmodern dönemler diye ayırmayı tercih edeceğim, 1980 ve 2000 ertesi dönemlerde yer yer kitabın misyonunu zedeleyecek derecelere varacak eksiklere teker-teker değinmeyi erteleyip devam edeyim..
Bu noksanların ve benim bunları dile getirişimin fikir/kavrayış ayrılıklarından da büsbütün ayrıştırılamayacak kuşak farkımız hesaba katılmadan anlaşılamayacağı kanısındayım. Anlatayım ki yazdığı tarihte çeyrek kaşık da olsa tuzum bulunsun.
Mesleğe erken Postmodern esintilere açılarak başlamış ilk kuşak olmanın yanısıra önceki eğitim yıllarını anti-faşist, anti-emperyalist mücadele içinde, Marksist teori ve pratiğin kapalılıkları kadar özgürlüğe de açılımı olan deneyimi ve görgüsü içinde yetişmiştik. (Elbette solun da başta bürokratik partilerin hegemonyasındaki dünya gücü devletler yanlılığını ve onlardan bağımsızlığı seçenler olmak üzere ne kadar bölünmüş olduğu artık sonraki kuşakların da malumu) O açık sokak savaşları eşliğinde yaşanmış deneyim bizi, hem darbelerin farkındalığı ertesi adı “vesayet rejimi” konacak, harcı Kemalizm olan ideolojik iktidar bloğundan kopardı hem de her kopma gibi bir yeniden-başlama özgüveni verdi. O özgüvenle daha erken 30’larımızda hem de Oda’nın dergisinde bizi de yetiştirmiş mimari müfredat ve söylemlere meydan okuma anlamına gelen “Modern Mimarlığın Ötesi” dizisini yaptık. Hem de örneğin M. Konuralp’in Karayolları 17. Bölge kampüsü ile değineceğim Ordu’daki Sağra Villası gibi yakınımıza gelmiş örneklerden ilhamla yeni mimari dilleri denemekten kaçınamayacağımızı anladık. Marksizmin statükodan radikal şekilde koparabilen deneyimini yaşamamış kuşaklar ile gençliğinde bir biçimde o deneyimin uzağına düşmüş kişi ve çevreler statükoya bir yerlerinden yakalandılar. Eskiler Türk-İslam sentezinin yalnızca sağın değil, devletin de harcı olduğunu ayırdedemeyip, sağın alternatifi sandıkları devletçilikle oyalanırken kuşağımızın uslu-çocukları ve ardımızdan gelenler yeni piyasa rüzgarlarının tutucu angajmanlarına savrulabildiler. Devlet ve sermayenin birbirinin alternatifi değil aynı dünyanın iki müttefik gücü olduğunu Marksist deneyimden öğrenmiştik İşte “biz” dediğim arakesitin mensubu olarak bana ve o “biz”den yarım/çeyrek kuşak öncesi kuşağının aktif ve atak, çok yönlü misyoneri olarak kitabın yazarı Doğan Hasol’a kitabın son dönem adlandırması “1980-2000 arası/Küreselleşme ve neoliberalizm etkileri” zamanlarını farklı gösterip, tercihler yaptıracak tarihsel arkaplanın da böylece belirlendiği kanısındayım…
Şunu söylememek eksik olurdu: Öte yandan hem yakın geçmişin ve hem de geleceğin ideolojik yatkınlıklarına birden mesafe, ikisine de yaklaştırmış oldu bizleri. O nedenle olmalı, örneğin hiç benimsemediğim rahmetli “Merih Karaaslan eklektisizmi ne arıyor bu kitapta” demeyi aklımdan bile geçirmezken hep olmayanları dile getireceğim. Yani fazla değil eksik görmeye yatkınım.
Tarihsel bir kırılma sırasında yapılması kadar, İstanbul’un orta yerindeki konumuyla da kuşağımı etkilemiş Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü Kampusu. Malum, beceriksiz bir yarışma süreci kurbanı olan bu yerleşmenin eksikliği böyle titiz ve özenli bir kitabın sonundaki “Yitirilen önemli bazı 20. yy yapıtları“ (s. 290-291) listesine alınmakla telâfi edilecek cinsten değil. Han Tümertekin bir söyleşisinde (1) “adam olacak çocuk!” misali yerinde bir sezgiyle, kendisini binanın da endüstriyel bir ürün olabileceğine inandırarak, otomobil (demek ki endüstri) tasarımcılığından caydırıp mimarlığa yöneltenin 17. Bölge’nin pivot büro binası olduğunu dile getiriyordu. Gerçekten de endüstrileşmenin ayırdedici özelliğinin montaja (ve demontaja) yatkınlık olduğunun şuuruyla üretilmiş Türkiye’deki ilk binaydı 70’ler Yeşilçamı’nın gökdelen simgesi o ilk eloksal alüminyum mamulü siyah büro.
Beri yandan her şeyin, hayatlarımızın arkaplanı sosyal/siyasal tarihten ibaret olmadığı da aşikar, bir de mizaçlarımız var. Kitabın yazarının işe savunma refleksiyle koyulmadığı kendi işlerine yer vermekten kaçınmamasından belli. Böyle bir özgüven olmadan böyle bir işin altından kalkılamayacağını düşündüğümden, ben de öyle yapardım, ki bu da mizaç yakınlığımız olmalı.
Kitabın anlatısına gelince: Adından da belli olduğu gibi 20. yy’ın tarihi ama 20. yy’ın nasıl bir geçmişin birikimiyle/tortusuyla başladığını sergileyen, en başlara kadar giden sarih, titiz ve ayrıntılı bir geçmiş özetiyle anlatıldıktan sonra hikaye başlatılıyor. Görüleceği gibi iki karşıt aşırılığa mesafe koyan bağnazlıklara uzak makul bir geçmiş değerlendirmesi bu:
Mesafe alınan ilk klişe “özcülük”. Türk etnik kategorisinin yabancı maddeye değmemiş bir saflık olup o haliyle yeniden-üretilmesini savunan ve günümüz mimarlığında bunca zaman sonra hâlâ Selçuklu’nun, Osmanlı’nın dolaysız izlerini arayan bir hayali geçmiş yüceltmesi yani…
Aydınlar arasında da taraftar bulmuş öteki anlatı kalıbı ise; tersine her türlü güncel sorunun temelinde at sırtında gelip, çadırdan başka şey görmemişliğin yerleşme kültüründen yoksunluğunu arayan klişe. Özetle ikisi de asıl belirliyicilikleri aşikâr: arada yaşananları atlayıp o efsanevi başlangıçla bugün arasında dolaysız köprü kurarken biri onda bütün sorunların çözümünü, ötekisi kaynağını görüyor.
Kısaca binlerce yıllık tarihin yükünü omuzlamaya yetmiş her şeye kadir bir maya/öz ile, ne yaşansa telafi olmayan mutlak bir noksanlığın karşıtlığına mesafeli bir kabulle işe başlıyor… “Doğu-Batı arasında köprü” klişesine de sığınmadan ama çevresiyle kaynaşarak inşa edilmiş bir kültür kavrayışıyla aşıyor bu engellerin (maniaların) tuzaklarını Doğan Hasol. Öyle ya; tarım devrimi yapıp yaymış bir coğrafyaya hiç değmeden yeniden-üretilmiş bir öz kadar at sırtı ve çadır örtüsü dışında şey görmemiş gezginlerin, Roma’nın kâdim inşaat kültürüne hiç de yabancı olmayan inşaatlar yapabilmiş olmaları da aynı derecede inandırıcılıktan uzak. Dolayısıyla önce etrafı süpürmekle başlamış oluyor Hasol işe, saatlerce ders dinleyip, ciltlerle kitap karıştırmaya bedel, kırılma eşiklerinin adını koymaktan da geri durmamış ikna edici ve benimsenmeye değer kapsayıcı bir özet bu:
“11. ve 13. yy’lar arasında Anadolu’nun orta ve doğu bölgelerinde yaşayan Selçuklular Doğu dünyasını Batı’ya bağlayan önemli bir ticaret yolunda bulundukları için görkemli kervansaraylar kurmuşlardır. Başkent Konya bir İslâm kültür odağı haline gelmiştir… Selçuklu sanatı, Orta Asya Türk sanatı ile Osmanlı sanatı arasındaki önemli aşama olarak belirlenir.
Böylece Anadolu’da gelişen Türk sanatı bir yandan Orta Asya ve Çin, bir yandan da klasik İslâm ve eski Anadolu uygarlıkları ile Bizans’tan izler taşır. Osmanlı dünyası, coğrafi beraberlik içinde bulunduğu Roma ve Bizans yapıtları ile olduğu kadar Doğu ve Batı sanatları ile ilişkisini sürdürmüş ve sonuçta özgün bir sanat bireşimi ile yeni bir karakter yaratmıştır. Zamanla bir imparatorluk mimarlığı niteliğiyle Viyana kapılarından Arap Yarımadası’na, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar yayılan topraklarda çeşitli ürünler vermiştir.
Osmanlı mimarlığı dört ana döneme ayrılır:
a.Bursa Dönemi ya da İlk Osmanlı Üslubu (1325-1501). Osmanlıların bağımsız bir devlet kurarak İznik ve Bursa’da yapılar yapmaya başlamalarından İstanbul’da Beyazıt Camisinin yapılmasına kadar süren dönem.
b.Klasik Dönem ya da Yüksek Devir Üslubu (1501-1703).. en ünlüleri, mimarları; Sinan, Mehmed Ağa, Davud Ağa.
c.Avrupa etkisi altındaki dönem (1703-1874). Lale devri (1703-30), Barok (1730-55), Ampir (1854-75), (seçmeci eklektik (1875-1910) ve Art Nouveau’yu (1890-1920) kapsar.
d.Yeniklasik Türk Üslubu: 1910’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar süren dönem. Birinci Ulusalcı Mimarlık Akımı.”
9. Elek
İki şeyi birden yapmış oluyor böyle bir ilk kitabın yazarı. Önce yakın geçmişin eleğin üzerinde kalmışlarının tatminkâr bir kaydını tutmak. Öte yandan da meslek camiasının hafızasına malolmayıp köşe bucakta kalmışlar arasından yeni keşifler yapmak. İkisini de yapmış elimizdeki çalışma. İnsan -istisnalarına değineceğim gibi- aradıklarını da buluyor beklemedikleriyle de karşılaşıyor. Ama herhangi zemin üstü kotun bir evi villa yapmaya yettiği bir ortamda villanın orijinalindeki program kapasitesini gözetirken bulunduğu yerin de hakkını vererek -zamanın İtalyan rasyonalizminin süzme mimarlık dağarcığından da esinlenerek- yorumlamış Mehmet Konuralp’in Sağra Villası’nı (Ordu) bulamamak pozitif ayrımcı bakışımla dahi benim için pek telafi edilebilir olmadı.
Han Tümertekin’in kuşağım için de dönüm noktalarından olduğunu düşünüp bağlamıyla birlikte analizini “Toplu Konut Mimarisi ve ATK Lojmanları” başlıklı yazımda (2) aşırı şekilde sayfalarca yazdığım ATK lojmanlarına rastlayamadım. Aynı şekilde Can Çinici’nin, yerleşmekte olan burjuva zevk parametrelerini sorunsallaştırmak gibi zorlu bir işe kalkışıp altından kalktığını düşündüğüm Kent Optimum Evleri’ni (3) de bulamadım.
Nevzat Sayın ve Emre Arolat’la yaptığımız Evidea, mimar masasından çıkma iskân yerleşmeleri içinde en azından niceliği ve bulunduğu anonim çevreyi belirleme kapasitesiyle bir eşikti. Sonra Nevzat Sayın ardarda etaplarıyla daha büyüğünü Narcity ile yaptı. İkisini de bulamadım. Yavan konut piyasamızın yenilikçi bir arayışı olarak Teğet Mimarlık (Kütükçüoğlu&Uçar) imzalı 35. Sokak da önemsediğim noksan güncel projelerden. Misyonuna uygun yönetimine 90’larda Yiğit Gülöksüz ekibiyle kavuşmuş TOKİ’nin bu buluşmanın mimari bakımdan da ifadesi Eryaman yerleşmeler kümesi de bence eksik. (Küme demişken bir de sınıflama seçeneği: Mimari büro ve iş temelli sınıflama yanısıra karakteristik bölge gruplamaları yapmak da geçerli olurmuş, örneğin farklı yapı adalarıyla bir mimar kolajı olarak şekillenmiş Zekeriyaköy kendi bağımsız haritası ve kodlamasıyla bir alt bölümü kaldırırmış). 2. kuşak Tabanlıoğlu ürünü Levent Loft’u da enkazdan türetilmiş oluşuyla özellikle önemserim. Aynı nedenle Nevzat Sayın’ın Umur Matbaası da o türün anılmaya değer bir işi.
Yıllardır komşu mesafemde olup ilgimi çekmiş Kanlıca sahil bandındaki muamma apartman, okunaklı plan, kesit ve müellifiyle çıktı kitapta karşıma. (Kaya Tecimen, Ali Çiçek). Arolat’larla yakın ilişkime rağmen, ihmalden edinemediğim, eşik projeleri Postmodern şekillenmeye doğru öncü, gözönü adımlardan Osmanbey YKY Binası’nın okunaklı bir planı da var kitapta.
Mehmet Konuralp’in Maçka-Sanat, Han Tümertekin’in de Taksim-Sanat galerileri 20. yy’ın bir başka olgusu iç mekân düzenlemelerinin de mimarın iş menüsü arasına katılması, hattâ eğitimiyle de ayrı bir disiplin olarak örgütlenmesini konu etmek için iyi birer aracı olurmuş.
Hep iş odaklı dikkatimi çekenleri yazdım da son dönemin en kapasiteli bürolarından birini kurup yönetmiş Emre Arolat’ın adının yalnızca ilk kuşağıyla birlikte yaptığıyla anılıp, ondan bağımsızlaşmış EAA’nın nice kayda değer ürününün bulunmamasını da yazarının iş öncelikli eleğiyle ilişkilendirdim, ama, böyle kapasiteli bir büronun program ve yorum farkılıklarıyla da dikkat çeken işlerinden mahrum kalmak, bu titizlikte bir kitabı zamanla şahıs noksanlığını aşan şekilde etkileyip misyonunu zedeleyici iz bırakma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.
Son olarak bilmemek/depolamamak değil, öğrenip/bulmamak ayıp!” faslından, geçende yayımladığım “Belediye Sarayı” başlıklı yazım bekleseymiş (4) yayımlayamadığım kat planı bir taramalık işmiş. İstanbul Açıkhava’nın müelliflerinden (Nihat Yücel&Nahit Uysal), Holzmeister’in iyi işlerinden olduğu besbelli Ankara’daki Merkez Bankası’ndan tümüyle habersizdim.
Formata uygun tek sayfaya sığmış Saraçoğlu Mahallesi, tekrarlanan iki plan tipiyle Kemalettin işleri gibi eksiksiz belge olurmuş.
Şunu yineleyerek bitirmeliyim ki, her kuşaktan mimar kütüphanesinde bulunması gereken bir kaynak.
Notlar:
1.Betonart Dergisi
2.Bilgin, İ.; “Toplu konut mimarisi ve ATK Lojmanları”, Arredamento Mimarlık, s.86-94, Kasım 1998.
3.http://serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/mimarinin-esigi-mimarin-inadi-685828
4.http://www.serbestiyet.com/yazarlar/ihsan-bilgin/belediye-sarayi-777271