Mimarlıkta Estetik Algı ve İnsan Nörolojisinin Etkisi

Mimar Filiz Cingi Yurdakul

Antropologlar, nörologlar, arkeologlar, sosyologlar ve sanat tarihçilerinin bir araya gelerek yürüttükleri, insan beynindeki estetik kodlar, estetik algımızın kaynakları ve nasıl yönlendiği ile ilgili yapılan bilimsel çalışmalar ve bu çalışmaların sonuçları, biz mimarları da yakından ilgilendiriyor. İyi bir mimari tasarımın sadece estetik açıdan hoş bir görünümü olma durumunu aşan açık psikolojik ve fizyolojik faydaları olduğunu gösteren kapsamlı araştırmalar da bu çalışmaları destekliyor. Özensiz, gelişigüzel mimari tasarım ve uygulamalar ile bu durumun insanlar üzerindeki olumsuz fizyolojik ve psikolojik etkileri arasında doğrudan bir bağlantı olduğu da bu araştırmalar sonucunda anlaşılıyor.

Son yıllarda, fonksiyonel beyin görüntüleme metodolojilerinin hızlı büyümesi, bilişsel sinirbilimin felsefe ve sosyal bilimlerde açık soruları ele almasına izin verdi. Bilişsel sinirbilim araştırmaları arasından yeni anlayışlar, çeşitli disiplinleri etkilemeye başladı ve bu da planlama ve mimari tasarım alanlarında farklı bir bilinç ve algıya dönüşmeye yol açtı.

Zihin ve davranışların nörobiyolojik temellerini keşfetmek için yeni yöntemler, mimari (ör. Mallgrave, 2011), planlama ve kentsel çalışmalar (Portugali, 2004, 2011; van der Veen, 2012; de Lange, 2013), coğrafya (Anderson ve Smith, 2001), sosyal bilimler ve beşeri bilimler (Leys, 2002) bilişsel sinirbilime ve daha özel olarak beyin görüntülemeye açılıyor. Nöroekonomi, nöro-hukuk, nöro-pazarlama ve hatta nöro-mimari gibi “nöro” ön düzeltmeli yeni disiplinler arası alanlar ortaya çıktı. Çok çeşitli alanlara yönelik bir nörobilimsel yaklaşımın, farklı alanlara deneysel temelli kanıt parçaları sunabildiği kanıtlandı.

Günümüzde çok boyutlu algısal entegrasyon ve dokunma duyusunun mimari tasarımdaki rolü “hapticity” kavramı ile araştırılıyor. “Hapticity” terimi yaygın olarak “bedensel algıların duyusal entegrasyonu” olarak tanımlanıyor (Pallasmaa, 2005, 2000) ve mimari deneyimde dokunsal temelli (yani genel olarak görsel olmayan temelli) algı ve görüntülerin çok önemli bir rolünü ortaya koyuyor. Finlandiyalı mimar ve teorisyen Pallasmaa, mimari takdirin temelini oluşturan ve ilkel duyusal yöntem olarak hissetmeyi yücelten bir “algıda bilinçsiz dokunsal bileşen” varlığını varsayıyor (Pallasmaa, 2005).

Bugün tasarıma verilen psikolojik ve fizyolojik tepkilerin çoğunun insanın evrimsel temellerinden kaynaklandığını daha iyi anlıyoruz. Şu anda sahip olduğumuz bilgi ve teknolojiyi kullanarak, sadece estetik açıdan güzel değil, daha da önemlisi psikolojik ve fizyolojik olarak iyileştirici ve aynı zamanda estetik bir mimari yaratma fırsatına sahibiz.

İnsan davranışı, önemli ölçüde, içinde bulunduğu ortam ve o ortam içinde var olan kaynaklar tarafından belirlenir. Bir insanın mimari bir yapıya olan tepkilerinin temel iki faktöre bağlı olduğu söylenebilir.

  • Yapıya ilişkin faktörler: Çevresi, karmaşıklığı, fonksiyon akışkanlığı, yenilik etkisi, içinde tekrar eden düzenler barındırması.
  • Bireye ilişkin faktörler: Bireyin geçmiş çevre deneyimleri, kalıtsal kodları, o yapıda geçirdiği süre, kişilik özellikleri, eğitimi (mimarlık ve sanat ağırlıklı eğitim alan kişilerin tepkileri değişebilmektedir).

Genel tanımlamaların ve somut değerlendirmelerin yanı sıra her insan benzersiz olduğu için, her bireyin karmaşıklık karşısında kısmi ve geçmiş deneyimlerden kaynaklanan çevresel uyaranlara verdiği tepkileri farklı olabileceğinden tercihleri de farklı olabilir. Bireyler, hafızalarındaki deneyimlerle de tanımlanan hayatta kalma ihtiyaçlarına özel olarak en yararlı buldukları özelliklere sahip olarak yaşama isteğindedir.

Konuyu başka bir açıdan ele aldığımızda ise, üzerinde mimari yapılar inşa ettiğimiz ve birlikte yaşadığımız toplumun kolektif zihnini anlamak; gerçekliğin, efsanelerin ve hayal gücünün topraklarında mimarlık yapmak için bu coğrafyanın ilhamını taşıyan mimarinin izlerini sürmek de yine nöro-estetik yaklaşımla yeni bir boyut kazanabilir.

“Günlük yaşamlarımızı kaplayan anlamsızlık hissi, bu “ilk”in kaybından mı kaynaklanmaktadır?” (Frank Llyod Wright, An American Architecture, 1955) Ya da Heideggervari bir yaklaşımla mimarinin özü, anlamı kodlarımızda mı gizlidir? Mimari yapıların işe yarar bir sığınak olmanın ötesine geçiş sırrını çözebilir mi? Yaşamın, ölümün, ölümsüzlüğün, anıtsallığın ve kültürel izlerin buluşma noktasında mimarinin yerini daha da somutlaştırabilir mi?

Nöro-bilimlerin mekanların tasarımına biyolojik olarak ilham veren içgörüleri bizlere sunmayı vaat etmesi ve disiplinlerarası yaklaşımlar insanların davranış, sağlık ve esenlikleri için gelişimlerine katkıda bulunacak ortamların oluşumunu destekliyor.

İki bin yıl önce, Vitruvius “yapının güzelliği”ni mimari tasarımın üç temel boyutundan biri olarak vurgulamıştı. Vitruvius üçlüsü ile yapının güçlü ve stabil olması (firmitas), yapıda yaşayanların fonksiyonel ihtiyaçlarını karşılaması (utilitas) ve estetik duygulara hitap etmesi gerekliliği, yapının vazgeçilmez üç unsuruydu. Dünyadaki birçok kültür estetik deneyimi insan yapısında hayati bir unsur olarak gördü. Yine binlerce yıl boyunca, Hint Vastu ve Çin Feng Shui gibi tarihi doğu inşaat uygulamaları, inşa edilmiş ortamda uzamsal uyum ve estetik tutarlılık yaratmak için somut rehberler sundu.

Malzeme tasarımı ve yapı mühendisliğindeki ilerlemeler, daha önce hiç olmadığı kadar uzun ömürlü ve sağlam binaların inşasına olanak tanıdıktan sonra, bu eğilim yaklaşık bir asır önce başlayan, yapının bir makine olarak görülmesi kavramının ve onunla ilişkili olarak “form işlevi izler” inancı ile farklı bir boyut kazandı. Frank Lloyd Wright yapılarında form işlevseli izliyordu; fakat, oransal ve estetik inceliklerle. Aynı oransal incelikleri izlemeyen, sadece işlevsellik taşıyan yapıların çoğalması ise sağlığımızı da etkileyen içinde yaşadığımız yüzyılın en olumsuz sorunlarından biri.

Gelişigüzel yapıların baskın yoğunluğu dışında son yıllardaki mimari eğilim, yapının insan deneyimine olan katkısı. Bugün, kentlerde birçok insan hayatlarının % 90’ını binalarda geçiriyor (Evans ve McCoy, 1998). Çalışmalar, mimarlığın estetik niteliklerinin ruh hali, bilişsel işlevler, davranışlar ve hatta ruh sağlığımız üzerinde bir etkiye sahip olduğunu gösteriyor (Adams, 2014; Cooper, Burton ve Cooper, 2014; Hartig, 2008; Joye, 2007).

Edmund Burke’un belirttiği gibi “Güzellik, büyük ölçüde, duyuların müdahalesi ile insan zihnine mekanik olarak etki eden bedenlerdeki kalitedir” (Burke, 1767, p. 175). Duyusal ağlar mimari deneyimin anahtarlarıdır. Çevresel özellikler, görsel, işitsel, somatosensoriyel sistem, vestibüler ve koku alma sinir ağlarımızı farklı şekilde uyarır. Bu duyumlar, nesnelerin uygunluğu, yaklaşma ve kaçınma tepkileri ve inşa edilmiş alanlarda gezinme gibi alt motor tepkilerine bağlıdır (Buildings, Beauty, and the Brain: A Neuroscience of Architectural Experience, Alex Coburn, Oshin Vartanian, Anjan Chatterjee).

Yine araştırmalar, insan beyninin estetik algısında doğa kalıplarının ciddi bir yeri olduğunu gösteriyor. Beynimizin doğaya benzer görselleri tanımasının doğrudan bir sonucu olan bu durumun stresi azaltma yetenekleri de var. Doğal tasarım öğelerinin olumlu etkisi, gelişmiş bir psikolojik refah duygusundan daha derine inebilir. İyileştirici ortamlar, adından da anlaşılacağı gibi, iyileşme süreçlerini teşvik eden ortamlardır. Sadece doğayla ve bu ortamlarla temas halinde olmak, bu süreci harekete geçirmek için yeterli olabilir.

Doğa ile birlikte hareket eden organik mimarinin yanı sıra, doğayı birebir taklit eden yapılar da mimarlık tarihimizin bir parçası. Gaudi’nin İspanya, Barselona’daki eserlerinin en iddialısı, Sagrada Familia Katedrali’dir. Katedralin muhteşem iç mekanı, duaya davet eden bir orman fikrinden ilham alır. Ağaç benzeri sütunlar, destek için çatının yakınında dallanır ve aralarında çatı pencereleri ışığı yansıtan yeşil ve altın renkli camlar içerir.

Toyo Ito, Tayvan’ın Taichung şehrinde Ulusal Taichung Tiyatrosu tasarımı için kayaların, mağaraların ve suyun akışından ilham almıştır.

İngiltere, Cornwall’daki Bodelva Köyü’nün yakınındaki bir kil çukurunda yer alan Eden Projesi, tropikal yağmur ormanlarından ve Akdeniz’den olağanüstü bir bitki türü koleksiyonuna ev sahipliği yapmaktadır. Mimar Nicholas Grimshaw’un devasa, şeffaf, yarı küresel tasarımları, sabun köpüğü şeklinden ilham alarak binanın “çekirdek” eğitim merkezi, çam kozalakları, ananas, ayçiçeği ve salyangoz kabukları gibi birçok doğal nesnede bulunan Fibonacci spiral desenini taklit ediyor.

Almanya, Hamburg’daki olağanüstü “Yosun Evi” veya BIQ binası, aslında canlı maddeleri  mikroalgleri- tasarımına dahil ediyor. Yeşil renkli kulenin büyük ölçüde şeffaf yüzeyinin bir tarafında, binaya giren ışığı kontrol edebilen ve gerektiğinde gölge sağlayabilen küçük, büyüyen algler bulunuyor. Bu cephe, aynı zamanda dünyanın ilk “biyoreaktör cephesi” örneğidir. Şeffaf kabuk içerisinde üretilen algler, binanın yüzeyinden geçen bir su devresi ile sürekli olarak besinler ve karbondioksit ile beslenir. Algler bir güneş filtresi oluşturur. Yeterli miktarda yosun büyüdüğünde binaya tedarik amacıyla biyogaz (ham maddelerden yapılmış yenilenebilir bir enerji kaynağı) üretmek için hasat edilebilir ve kullanılabilir hale geliyor. Bu akıllı bina 2013’te Hamburg’daki Uluslararası Yapı Fuarı için bir prototip olarak tamamlanmıştı.

Bir başka örnek ise Don Ruggles’ın 2017’de tespit ettiği birçok tarihi ve estetik mimari yapının “dokuz kare” desenine uygun olarak tasarlandığıdır. Dokuz kare deseninin mimaride popülerliğine katkıda bulunan bir diğer önemli faktör, insan yüzünün yapısına benzerliğinde bulunabilir. Yüz tanıma insan ırkının en büyük hayatta kalma adaptasyonlarından biridir. Aslında, bu o kadar kritiktir ki, yeni doğmuş bir çocukta beynin nöronal yapısının % 65’i yüz tanıma mekanizmalarına ayrılmıştır. Buna ek olarak, yüz tanıma, kimlik, yaş, cinsiyet ve duygu gibi şeyler de dahil olmak üzere, bir zamanlar hayatta kalmak için gerekli olan bir çok önemli sosyal ipuçlarının belirlenmesine yardımcı oluyordu.

Dokuz kare desenine uygun olarak tasarlanmış yapılardan bazıları; Barselona’nın blok planı, Roma’daki St.Peter Bazilikası, Hindistan’daki Yunan Parthenon, Roma Pantheon, Taj Mahal, Su Evi ve Richard Meier’in Frederick J. Smith Evi’dir (1965).

Mimari tasarım alanını yanlış bir şekilde bir sanat formu olarak etiketleyen ve böylece gerçek toplumsal yarar potansiyeli olan bir alan olarak hak ettiği anlamlı konumdan uzaklaşan mimari yapı anlayışını tekrar gözden geçirmemiz gereklidir. Mimarlığın olumlu psikolojik ve onarıcı etkisi, toplum tarafından değil, sadece psikologlar ve mimarlar tarafından görülürse de düşüncesiz ve gelişigüzel mimari tasarımların psikolojik etkileri asla toplum tarafından ele alınmayacaktır. Yüksek kültürlerin dünya üzerine bıraktıkları izleri anıtlarında, evlerinde, kırsal alanlarında, dini ve kültürel yapılarında izleyebiliriz. Bu durum bizlerin de tarihe kültürümüzle ilgili bırakmak istediğimiz izler ile ilgilidir.

Kaynaklar

  1. Coburn, A., Vartanian, O., Chatterjee, O., 2017, “Buildings, Beauty, and the Brain: A Neuroscience of Architectural Experience”.
  2. Ricci, N., 2017, “The Psychological Impact of Architectural Design”.
  3. Papale, P., Chiesi, L., Rampinini, A., C., Pietrini, P., Ricciardi, E., 2016, “When Neuroscience “Touches” Architecture: From Hapticity to a Supramodal Functioning of the Human Brain”.
  4. www.bbc.com/earth/story/20150913-nineincredible- buildings-inspired-by-nature
  5. www.bbc.com/future/article/20170605-thepsychology- behind-your-citys-design