Mimarlıkta Çizim ve Temsil: Teknikten Poetikaya
“Mimarlıkta Çizim ve Temsil: Teknikten Poetikaya” başlıklı dosya bölümünde, mimari çizimin ve temsil biçimlerinin yalnızca bir teknik bilgi aktarımının aracı olmaktan da öte mekanın sosyal boyutlarını görünür kılan, var olan düzene karşı bir direniş biçimi olan ve alternatif kültür tahayyüllerine olanak tanıyan bir araç olduğunun altını çizme gayesiyle Peter Cook’tan Nancy Wolf’a uzanan mimar ve sanatçıların üretimlerini bir araya getirdik.
Hazırlayan: Z. Nil Çelik, Mimarlık Öğrencisi (İstanbul Teknik Üniversitesi)
Mimari çizim, yalnızca mekanın ölçülüp biçilmiş bir kaydı değil, aynı zamanda mimarın iç dünyasını, arzularını ve düş gücünü görünür kılma aracıdır. Yirmi birinci yüzyılın başında, dijital teknolojilerin hakimiyetine rağmen el çiziminin “ölmediğini”, aksine farklı biçimlerde ve çoğunlukla bir tür analog-dijital hibrit olarak yeniden doğduğunu görüyoruz. Spiller bu durumu “beşinci boyutu kavrama” çabası olarak tanımlar: Mimarlığın üç uzamsal boyutu ve zamanı artık yeterli değildir; mimarlar yeni bir boyut arayışındadır. Bu beşinci boyut, kimi için semiyotik bir derinlik, kimi için kentsel eleştiri, kimisi için de makine estetiğinin kıvrımlı, üretken damarlarıdır (1).

Şekil 1. Drawing Architecture AD (Architectural Design, Band 5), Spiller, 2013.
Mimari temsilin hem teknik hem de poetik sınırlarının tanımlanması her zaman tartışmaya açık önemli bir konu olarak mimarlık literatüründe yer alıyor. Bu konuyu “Mimarlıkta Çizim ve Temsil: Teknikten Poetikaya” başlıklı dosya kapsamında ele alırken Neil Spiller’in Drawing Architecture başlıklı derlemesi önemli çıkış noktalarından birini oluşturuyor. Bu dosya içerisindeki seçki, mimari temsilin yalnızca tasarımı ifade etmek için kullanılan teknik bir bilgi değil, aynı zamanda mimarlığın düşünsel ve kültürel katmanlarını açığa çıkaran bir araç olduğunu göstermeyi amaçlıyor. Mimarlık kuramı ve pratiği içerisinde uzun yıllardır tartışma konusu olan bu konu, örnekler ve tartışma metinleri üzerinden incelendiğinde doğası gereği kısıtlarını ve çelişkilerini beraberinde getirse de, temsilin sınırlarını tartışmanın ya da sorgulamanın gerekliliklerini kabullenmeyi de sağlıyor.
Çizim bir taraftan ölçü, oran ve yapısal mantığın aktarımını sağlayan teknik bir araçken, diğer taraftan hayal gücü, yorum ve kültürel bağlamı taşıyan poetik bir ifade biçimi olarak öne çıkıyor. Bu ikili karakter, mimari temsili sabit bir kategori olmaktan çıkarıyor ve onu sürekli olarak yeniden tartışılması gereken bir alan haline getiriyor. Temsilin bu ikililiği, aynı zamanda politik bir boyut da içeriyor: Çünkü mimari çizim yalnızca mekanın nasıl inşa edileceğini değil, kimin için, hangi değerler doğrultusunda ve hangi güç ilişkileri içinde inşa edileceğini de ima ediyor.
Modernist dönemde rasyonel ızgaralar ve teknik kesitler, “tarafsız” bir araç gibi görünse de aslında dönemin endüstriyel üretim rejimlerini ve iktidar yapılarını destekleyen bir ideolojik dil taşıyordu. Buna karşılık deneysel ya da anlatısal çizimler, kimi zaman bu teknik ve politik hegemonya karşısında direnişin bir formu olarak da okunabilir. Yani çizim, yalnızca mekanın ölçülerini ve boyutlarını belirlemez, aynı zamanda toplumsal düzenin ve kültürel tahayyülün sınırlarını da kurar ve sorgular. Bu yüzden mimari temsil, teknik doğruluğun ötesinde daima poetik, kültürel ve politik bir üretim alanı olarak da değerlendirilmelidir. Sonuçta, Spiller tarafından da kullanılan “Çizim öldü, çok yaşa çizim!”(2) sloganı yalnızca bir provokasyon olmanın ötesinde mimari temsilin hala araştırmanın, denemenin ve keşfetmenin en canlı alanlarından biri olduğunu vurgular. Bu bağlamda Will Alsop’un resimle başlayan ve mimariye dönüşen aykırı temsilleri, Morphosis’in analog-dijital hibrit deneyleri ya da Narinder Sagoo’nun sezgisel eskizleri, çizimin hala en güçlü ifade araçlarından biri olduğunu kanıtlar. Hepsinin ortak yanı, temsilin yalnızca nesnel değil, aynı zamanda “donegality” kavramıyla açıklanan, işin atmosferik özüyle de ilişkili olmasıdır (3).
Bu kapsamda, “Mimarlıkta Çizim ve Temsil: Teknikten Poetikaya” başlıklı dosya bölümünde, mimari çizimin ve temsil biçimlerinin yalnızca bir teknik bilgi aktarımının aracı olmaktan da öte mekanın sosyal boyutlarını görünür kılan, var olan düzene karşı bir direniş biçimi olan ve alternatif kültür tahayyüllerine olanak tanıyan bir araç olduğunun altını çizme gayesiyle Peter Cook’tan Nancy Wolf’a uzanan mimar ve sanatçıları bir araya getirdik.
Notlar
- Spiller, N. Architectural Drawing: Grasping for the Fifth Dimension. Architectural Design, 83(5) ,2013, p.14.
- Spiller tarafından “Architectural Drawing: Grasping for the Fifth Dimension” başlıklı yayında kullanılan sloganın orijinali: “The drawing is dead, long live the drawing!”.
- Spiller, N. Architectural Drawing: Grasping for the Fifth Dimension. Architectural Design, 83(5) ,2013, p.14-15.
Kaynaklar
- Bldgblog.com, 2010. (https://bldgblog.com/2010/11/the-reforestation-of-the-thames-estuary).
- Brittanica.com, 2025. (https://www.britannica.com/place/Japan/International-relations#ref319789)
- Cline B., di Carlo t. ,The Changing of the Avant-Garde: Visionary Architectural Drawings from the Howard Gilman Collection, New York: The Museum of Modern Art, 2002.
- Coates, Nigel. Narrative Architecture. Wiley, 2012.
- Clear N., Misrepresenting Architecture, September 2013 (https://nicclear.com/Misrepresenting-Architecture).
- danslavinsky.com, Arcadia at the End of Time, 2010 (https://www.danslavinsky.com/arcadia1).
- Design Directions, Design Museum, Londra, 2017 (https://drawingmatter.org/nigel-coates/).
- Modernism.com, 2025. (https://modernism.com/items/1277/art-drawings/8154-5836-limbo-nancy-wolfe-original-conte-carbon-drawing).
- Nicclear.com, 2025. (https://nicclear.com/About-Professor-Nic-Clear)
- Ribaj.com, 2014. (https://www.ribaj.com/culture/reforestation-of-the-thames-estuary).
- Spiller, N., Architectural Drawing: Grasping for the Fifth Dimension. Architectural Design, 83(5), 2013.
Peter Cook
Archigram’ın kurucu üyelerinden biri olan Peter Cook, 1960’ların Britanya alt-kültürünün gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Cook, kendisinden önceki modernist dönemin işlevci mimarisinin artık yıprandığını savunuyordu. Ona göre çözüm, Plug-in City adını verdiği vizyoner bir kentsel mega-yapıydı. Bu yapı, içinde barınma birimlerini, ulaşım ağlarını ve sakinler için gerekli temel hizmetleri barındıracaktı. Eskimeyle birlikte ortaya çıkan değişimlere uyum sağlamak üzere tasarlanan bu sistemde, farklı ömürlere sahip yapı düğümleri (evler, ofisler, süpermarketler, üniversiteler) ana “vinç hattına” takılıp çıkarılabilecekti. Sadece kırk yıl dayanması öngörülen bu ana omurga da dahil olmak üzere, tüm yapının esnek ve geçici formu, sakinlerin ihtiyaçlarını ve kolektif iradesini yansıtacaktı (1).
Peter Cook’un Plug-In City konsepti, hiçbir zaman inşa edilmesi amaçlanan bir kent değil, radikal bir vizyonun mekansal manifestosu olarak karşımıza çıkıyor. Kentin değişmez ve katı bir bütün değil, sürekli takılıp çıkarılabilen modüllerle yaşayan bir organizma olabileceğini öne sürüyor. Cook’un Plug-In City için ürettiği çizimler de bu fikrin kendisi kadar çarpıcı. Renkli, kolajlara benzeyen ve çizgi roman estetiğini hatırlatan bu görseller, klasik mimari temsil anlayışını bilinçli bir şekilde aşıyor. Teknik çizim disiplinine mesafeli duran Cook, mimarlığı katı mühendislik diliyle değil, serbest ve oyunbaz bir hayal gücüyle ifade etmeyi tercih ediyor. Bu da Plug-In City’yi yalnızca bir mekansal öneri değil, aynı zamanda dönemin tüketim kültürü, popüler sanat akımları ve teknolojik iyimserliğiyle iç içe geçmiş bir kültürel simge haline getiriyor.
Not
- Cline B., di Carlo T., The Changing of the Avant-Garde: Visionary Architectural Drawings from the Howard Gilman Collection, New York: The Museum of Modern Art, 2002.
Nigel Coates
Coates’in kariyerinde Caffè Bongo, Branson Coates Architecture ile birlikte gerçekleştirdiği ilk yapılandırılmış projelerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Mimar, bu yapı sayesinde Tokyo’da dikkat çekmiş, mimarlık dünyasında kendine özgü bir yer edinmiş. Caffè Bongo, sadece bir kafe değil; bir hikaye sahnesi olarak okunabiliyor. 1980’lerde Japonya’daki “bubble economy (1)” döneminin kent kaosu ve yabancılaşmasını Coates, kendi “narrative architecture” (anlatısal mimari) teorisiyle harmanlamış.
“Narrative Architecture”, Coates’in yayımladığı kitabın adında da kendisini somutlaştıran bir mimari yaklaşım. Kitap, zamandan antik çağlara uzanan yapıların “anlatı” ile nasıl yorumlanabileceğini araştırıyor. Bu yaklaşım, mimarlığı yalnızca biçim ya da teknolojiyle sınırlandırmamak adına insan deneyiminin dokusuna, şehrin ruhuna dokunan bir yaklaşım olarak tanımlıyor (2). 2017’de Londra Tasarım Müzesi’nde düzenlenen “Design Directions” programı kapsamında ‘’Narrative Architecture’’ üzerine konuşurken Caffe Bongo hakkında şu sözleri kullanmış: “İnşa edilmiş mekanın mimari brikolajı, akrilik boyanın serbestçe sıçratılması, kalın yağlı pastel tabakaları ve güçlü kalem vuruşlarıyla yürütülen karışık tekniklere iyi bir şekilde temsil edilmişti. O dönemde bu teknikler, geleneksel mimari çizimin köşeli ve dik açılı geometrisinden ziyade güzel sanatlar pratiğine daha yakındı. Projenin kendisi, dev sütun ya da uçak kanadı gibi klasik referansları, arka duvarlara inşa edilmiş birikmiş atıklarla özgürce harmanlıyordu. Mekan Piranesivari idi, ama anlatısı ve detayları daha çok Mad Max’i andırıyordu”(3).
Mimarın kendi de altını çizdiği gibi bu temsilde o dönemin çoğu mimari temsilinde hakim olan ortogonal, temiz çizgisel geometri burada terk edilmiş. Bunun yerine resimsel, neredeyse ekspresyonist bir dil benimsenmiş. Bu tavır, projeyi plan ya da kesit gibi soyut şemalardan değil, yaşanan atmosferin yoğunluğu üzerinden anlatıyor. Böylece çizim bir “teknik belge” değil, bağımsız bir sanat eseri haline geliyor. Bu tarz bir çizim, sınırda bir yerde duruyor: Ne tamamen resim, ne tamamen bir mimari plan. Coates, mimarlığı bu noktada doğrudan bir hikaye anlatımının parçasına dönüştürüyor.
Notlar
- Kolay krediyi dizginsiz spekülasyonla birleştiren ve sonunda Japon hisse senedi ve gayrimenkul piyasalarını astronomik fiyat seviyelerine çıkaran bir ekonomik tanımlamanın tipik örneği olan 1980’lerdeki Japonya “balon ekonomisi” dönemi. Bu “balon”un patlaması, 1992-93 yıllarında derin bir ekonomik duraksamanın habercisi oldu.
- Coates, Nigel. Narrative Architecture. Wiley, 2012.
- Design Directions, Design Museum, Londra, 2017.
Nic Clear
Dan Slavinsky
Dan Slavinsky’nin “Arcadia at the End of Time” serisi mimarın Bartlett Mimarlık Okulu’ndan aldığı mimari diploma projesi kapsamında, “Soft Ornament” adlı bir stil üzerine çalıştığı döneme ait. Anlatıyı derinleştiren “yaşayan malzeme” kavramıyla, Art Nouveau izleri taşıyan dönüşebilir ve akışkan formların işlendiği bir anlayış benimsediğini ortaya koyuyor (1).
Klasik mimari çizimlerinde yapının inşa edilebilirliğini garanti altına almak için geometrik doğruluk ön planda yer almış, Vitrivius’tan beri oran, simetri ve hiyerarşi en temel araçlar olarak kullanılmış. Çizim, aslında bir proje belgesi olarak kullanılmış ve tasarımın düşünsel, metaforik yükünden çok yapısal gerçekliğini ön plana çıkarmış. Slavinsky’nin çizimleri bu katılık ve keskinlikten ayrışıyor. Slavinsky’nin çizimlerinde yalnızca klasik temsilin reddi yok aynı zamanda farklı geçmiş ekollerin yeniden yorumlanışı da yer alıyor. Doğadan alınmış organik çizgiler, yüzeydeki süslemeler. Klasik temsilde süsleme, kompozisyonun hiyerarşisine tabi iken burada süs bizzat formun kendisine dönüşüyor.
Notlar
- (danslavinsky.com), Arcadia at the End of Time, 2010.
Tom Noonan
Tom Noonan tarafından Bartlett Mimarlık Okulu’nda eğitim aldığı dönemde diploma projesi olarak tasarlanan “The Reforestation of the Thames Estuary” başlıklı üretim, yarışmada Eye Line 2013 birinciliğini kazandı. Proje, Thames Deltası’nı yeniden ormanlaştırma fikriyle, Londra’yı odun temelli bir biyokütle sistemiyle yeniden canlandıran bir senaryo sunuyor (1). Noonan’ın çizimleri, geleneksel el işçiliğini dijital tekniklerle harmanlayarak yaratılmış bir dil oluşturuyor.
“The Reforestation of the Thames Estuary” çalışmasını incelerken, Londra’nın endüstriyel ve aynı zamanda doğayla yeniden iç içe geçen bir yüzü beliriyor. Ancak bu resim sadece bir rekreasyon değil; izleyiciye bir soru soruyor: “Noonan’ın dünyasında Thames, yeniden yapılandırılan bir orman mı, yoksa bir fabrika mı?”
Noonan, enstitüyü “Deptford’u nehirle bağlayan bir peyzaj” olarak tanımlıyor; aslında tam anlamıyla bir bina değil. Bu, “kentsel zaman çerçevesine uymayan bir mimari. Aksine, biçimi ve kullanım biçimi doğanın döngülerine bağlıdır (2).” Noonan burada klasik anlamda “bina” ya da “nesne” merkezli bir çizim dili kullanmıyor. Bunun yerine, peyzajın kendisini mimarlığın taşıyıcısına dönüşüyor. Mimariyi bir kütle ya da yapı olarak değil doğa süreçlerinin zamansal ve mekansal izleriyle temsil ediyor.
Notlar
- (ribaj.com), 2014.
- (bldgblog.com), 2010.
Nancy Wolf
“In Limbo” adlı eser, Amerikalı sanatçı Nancy Wolf’un ürettiği, conte carbon tekniğiyle bezeli bir tablo. Çalışma, 1989 yılına tarihlenmiş, yaklaşık yetmiş altıya, elli altı santimetrelik bir çizimi barındırıyor (1). Wolf’un üslubu, resim ile mimari çizim arasında bir sınırda yer alıyor. Çizgileri bir mimarın perspektif eskizini çağrıştıracak kadar titiz ve ayrıntılı olsa da yalnızca oran ve ölçü arayışıyla sınırlı kalmayıp dramatik yoğunluk, gölge oyunları ve dokusal zenginlik aracılığıyla bir “şehir düşü” yaratmış.
Bir mimarın gözünden değil de bir sanatçının gözünden “temsili” incelemenin, meselenin yalnızca kentsel ayrıntıların kaydı değil; temsiliyetin sınırlarının sorgulanması üzerine olduğunu açıklamaya ciddi bir katkısı oluyor. Wolf’un çizgileri, bir şehrin bire bir mimari planını sunmaktan çok, onun ruhunu ve belleğindeki imgeyi temsil ediyor. Burada temsil, gerçeği yeniden üretmek değil; geçmişle şimdiyi, hayal ile mekanı aynı yüzeyde karşı karşıya getirmeye evriliyor. Bu nedenle “In Limbo”, temsili sadece bir teknik mesele olmaktan çıkarıp, aslında bu dosyanın da çıkış noktası olan şehrin ve mimarinin varoluşsal karmaşasına açılan poetik bir kapıya dönüştürmesine katkı sağlıyor.
Notlar
- (modernism.com), 2025.









©Egemen Karakaya