Mimarlık Çıkmazı: Duygular ve Yer Dönüşümleri
Ceren Boğaç, Doçent Dr.
Doğu Akdeniz Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü
2500 yıl kadar önce Parmenides (2000) varlığı, kalıcı, değişmeyen ve hareketsiz olarak, hakikati ise bir çember olarak tanımlamıştı. Onun “hakikat çemberi”, gerçek bilgiye ancak akıl ve düşünce yoluyla ulaşılabileceğine ve duyusal algının yanlış inançların kaynağı olduğunu betimliyordu. Başka bir deyişle, gerçekliğin doğasını anlamanın tek yolunun mantıksal akıl yürütme olduğu doktrinini… Her şeyin her an değişebildiği çeşitli eğilimlerin aldatıcı ve şüpheli dünyasıysa, bu çemberin dışına itilmişti: Tabii ki en oynak ve tekinsiz şey olan duygular da.
“İdeal topluluk” ve böylesi bir toplumun “yaşam yeri” hakkındaki tartışmalar, Antik Yunan filozoflarından bu yana gündelik hayatın merkezi konularından biri oldu. Parmenides gibi, çoğu zaman kuramını rasyonel düşünceye oturtmaya çalışan birçok düşünür, klasik dönemden bu zamana, yer için farklı hakikat çemberleri tanımladı. Örneğin Platon, oluş sürecindeki bir yeri ifade eden “khora” (Platon, 2001) ve ulaşılan mevkiyi gösteren “topos” (Platon, 2017) kavramlarını düşüncesinin odak noktası olarak geliştirdi: Varlık ve yokluk arasında olan, belirsiz ve değişken, ne tamamen duyusal ne de tamamen anlaşılır, soyut ve biçimsiz kap “khora”ya karşı, akılla bilinebilen, tanımlanabilen, adlandırılabilen daha somut ve tanımlanmış yer “topos”, yani kusursuz çember. Aristoteles de (1939) var olan her şeyin bir yerden gelmesi gerektiğini ve bu nedenle yerin her zaman öncelikli olduğunu savunarak bu yaklaşımını felsefesinin merkezine koydu. Zaman içinde yerle ilgili sayısız kuram ve felsefe türetildi. Örneğin, 20. yüzyıl filozofu Heidegger, Almanca bir kelime olan ve “orda olmak”, “dünyada olmak” veya “yerinde olmak” olarak yorumlanabilecek “dasein” kavramını, insanın yerle hiç bitmeyen deneyimi anlatmak için ortaya attı. Casey ise (1993, s. 313) benlik ve yer arasındaki bağın önemini “Var olmak bir yerde olmaktır.” sözüyle vurguladı.
Tasarım ve inşayla ilgili pratik sorunları çözerek ideal yeri yaratma arzusunda olan mimarlıksa, parametreleri değişen estetik, kültürel ve sosyal vizyonlarla şekillen farklı hakikat çemberleri tanımladı. Örneğin modern mimarlık, yapıları toplumu dönüştürme aracı olarak ele alarak, hakikat çemberini temelde işlevsellik, verimlilik ve görsel çekicilik ilkeleriyle oluşturdu. Akımın en bilinen özdeyişi olan Louis Sullivan’ın (1896) “Biçim işlevi takip eder.” söylemi, bir yapının şekillenmesinde fonksiyonel gereksinimlerin önemini vurgulayarak biçimin takip ettiği işlevsellik sayesinde toplumsal sorunların çözülebileceğini savundu. Modern mimarlığın hakikat çemberi, tek bir dünya görüşü veya soyut gerçeklerin mutlak açıklamasına karşıt bir anlayış olan postmodern mimarlık felsefesinde oldukça eleştirildi. Bu felsefenin öncülerinden Denise Scott Brown ve Robert Venturi’ye göre binalar işlevsel makinelerden daha fazlası olacak şekilde tasarlanmalı; mimari, kültürel ve tarihi bağlamla ilişki kurmalıydı. Tasarlanan ve üretilen yer; çeşitlilik, karmaşıklık ve belirsizliğe odaklanarak daha eğlenceli ve eklektik olarak insanların ihtiyaç ve isteklerine yanıt vermeliydi (Scott Brown ve Venturi, 1972). Kısaca mimarlık, toplum için bir dönüşüm aracı olarak değil, bir iletişim sistemi olarak yorumlanmalıydı. Fakat postmodern mimarlığın hakikat çemberleri de tutarlılık ve bütünlük eksikliği, stil ve estetiğe aşırı vurgusu, tarihsel revizyonizme karşı gerici duruşu nedeniyle tenkit edildi (Jencks, 2002; Frampton, 1983; Alexander ve diğerleri, 1977).
Postmodern mimarlık sert eleştiriler almış olsa da tasarımı modern mimarlığın katı rasyonalitesinden ve işlevselliğinden uzaklaştırmaya çalışarak yere dair duygusal ve deneyimsel bir yaklaşım geliştirilmesine ve böylelikle mimaride deney ve keşif için yeni arayışlara öncülük ederek “Yapıbozumculuk” (Deconstructivism), “Parametriklik”, “Sürdürülebilir Mimari”, “Eleştirel Bölgeselcilik” (Critical Regionalism) ve “Dijital İmalat” (Digital Fabrication) gibi akımlara kanal açtı. 50’lerin sonunda başlayıp 80’lerde oldukça ivme kazanan postmodern mimarlık felsefesi, insanların yerlerle olan ilişkilerinin duygusal boyutunun incelenmesi için çevre psikologları, coğrafyacı ve antropologlara da ilham verdi. 90’lardan sonra ise, bireylerin bir yere karşı geliştirdikleri duygusal bağa dair çeşitli kuramlar kritik derecede önem kazanarak bu ilişkiyi kavramanın insanlık için daha anlamlı ve yaşam kalitesini arttıran yerler tasarlamada ne denli önemli olduğu mimarlığın gündemine taşındı (Altman ve Low, 1992). Böylelikle yıllar önce çemberden kovulan duygular yavaş yavaş içeriye sızmayı başardı.
Kuramsallaşma: Duygular ve Yer
70’li yıllarda beşeri coğrafya ve çevre psikolojisi çalışmalarıyla mimarlıkta sık sık eş anlamlı olarak kullanılan “yer” ve “mekan” terimleri iki farklı fenomen olarak birbirinden ayrıldı. Mimarlık eğitimi ve pratiğinde hala çoğunlukla kullanılmaya devam eden “mekan” sözcüğü, somut anlamdan yoksun bir boşluğu ifade ederken, “yer”, kişisel veya kolektif bir süreçle evrilen, sosyal ve sembolik anlamlar taşıyan alan olarak tanımlandı (Tuan, 1977): Başka bir deyişle mekanın (yani boşluğun), kültür, kimlik ve hafızayla somutlaşan ve canlanan, yaşam eylemleri için bir ortama (yere) dönüşmesi. Yer ve mekan arasındaki bu ayrışmanın, insanların duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarının anlaşılması açısından yapılı çevre anlayışı üzerinde önemli etkileri oldu (Alexander, 1979; Kahn, 1969).
Heyecanlandırmak, hareket ettirmek anlamına gelen Latince “emovere” kelimesinden türetilen duygu, “hareket halindeki enerji” veya “hareketimizi yaratan enerji” olarak tanımlanır. Robert Plutchik (1980), duyuşsal tepkiler için sınıflandırma yaklaşımıyla, öfke, korku, üzüntü, iğrenme, sürpriz, beklenti, güven ve neşe olmak üzere sekiz temel duygu tanımladı. Plutchik’e göre bu birincil duygular birbiriyle birleşerek daha karmaşık ve nüanslı olan ikincil duyguları yaratıyordu. Onun bu teorisi, insanların yapılı çevreler de dahil olmak üzere farklı yerlere duygusal olarak nasıl tepki verdiğini anlamak için “yer duygusu” (sense of place, Tuan, 1977), “yer kimliği” (place identity, Proshansky ve diğerleri, 1983) ve “yer bağlılığı” (place attachment, Altman ve Low, 1992) gibi kavramların gelişmesinde etkili oldu. “Yer duygusu”, insanların bir yerle nasıl etkileşime girdiğini ve bu süreçte fiziksel, sosyal ve psikolojik gibi birçok katmanın tesirini araştırırken, yer kimliği, yerin kişinin öz hüviyetinin parçası haline gelmesine odaklanarak bu bağlar aracılığıyla bireylerin benlik duygusu oluşturmasını inceledi. Yer bağlılığı çalışmalarıysa hem yerle kurulan bağlanma sürecini hem de bu sürecin sonucunda oluşan bağı irdeledi. Fakat yirmi yıldır bu alanda araştırma yapan bir mimar olarak bence, niceliksel araştırma yöntemleriyle ele alınan bu çalışmalarda, insan duygularını anlamaya yeterince hassasiyet gösterilmedi. Bu konuların mimarlık eğitim müfredatında pek yer bulamaması ve tasarım için bir çember çizmekten kaçınması, duyguları mesleki praksisin dışına doğru iteklemeye devam etti. Oysa MS 1. yüzyılda Romalı mimar Vitruvius (1914), mimarlığın üç temel faktör üzerinden şekillendiğini, “utilitas” (kullanışlılık), “firmitas” (sağlamlık), “venustas” (güzellik), fakat en önemli özelliğinin insanda hoş duygular uyandıran etkisi olduğunu söylememiş miydi?
Kuramdan uygulamaya dönüşen mesleki praksis sırasında postmodern mimarlık, zaman zaman işlevsellik kaygısı, malzeme ve inşaat tekniklerinde yenilikçiliğe odaklanma gibi modernizmin bazı ilkelerini bünyesine kattı. Birçok mimar hem modernizm hem de postmodernizm unsurlarını birleştiren ve neomodernizm olarak da adlandırılan (Irazabal, 2007) melez biçimler denedi. Böylelikle modernizm ve postmodernizm hakikat çemberleri arasındaki sınır da giderek bulanıklaştı. Louis Kahn veya Tadao Ando gibi mimarlar, bu muğlaklığı kullanıcılarda çeşitli hisler uyandıracak bir tasarım nosyonu haline getirerek, duyguları uygulamanın içine çekmeyi başardı. Fakat bu bağlamda, bence en başarılı mimar Peter Zumthor oldu. Vitruvius’dan iki milenyum kadar sonra, mimarinin salt işlevsel ve teknik yönlerinden uzaklaşarak yapılı çevreyle daha duygusal ve şiirsel bir bütünleşmeyi hedeflemesi gerektiğini savunan Zumthor, yapıya karakterini ve ruh halini veren soyut nitelikler olarak ‘atmosferler’ kavramını ortaya attı. Ona göre atmosferler, bir yapının fiziksel veya ölçülebilir nitelikleri değil, duyusal, duygusal ve entelektüel deneyimlerin bir kombinasyonunun sonucuydu (Zumthor, 2006). Işık, malzeme, doku, ses ve yer etkileşimi ile yaratılan atmosferler, mimari deneyimin önemli bir parçası olmanın yanı sıra, refah duygumuz ve yapılı çevreyle bağlantımız üzerinde de derin bir etkiye sahipti. Zumthor, bir mimar olarak rolünü, binayı kullanıcıları ve çevresi ile yankı uyandıracak şekilde biçimlendiren, anlamlı ve akılda kalıcı bir “atmosfer” yaratıcısı olarak gördü ve praksisini duygusal çağrıştırıcılık ekseninde geliştirerek, “duygusal mimari”nin öncülerinden oldu.
Tartışılmayan: Mimarın Duyguları ve Tasarım Süreci
Duygusal mimari iki binli yılların ortasından beridir (Jodidio ve Altmeppen, 2001) tartışılan bir kuram olsa da Zumthor’un duyuları harekete geçirerek bedende fiziksel olarak hissedilen psikofizyolojik değişimleri tetikleyen binaları, tasarım metodolojisi araştırmalarının konusu haline son yıllarda geldi. Zumthor’un Therme Vals binası üzerine inceleme yapan Jung, Sherzad ve Arar’a (2021) göre duygusal mimari, tasarımın amacı, mimari detayların titiz kullanımı ve antik çağlardan beri zevk alınan insan faaliyetlerinin yeniden keşfedilmesiyle elde edilen, bir nevi manevi deneyimi çağrıştıran, ruha dokunan izlenim yaratmaktı. Bu bağlamda duygusal mimari tasarım metodolojisi, sıradan malzemelerin içsel özellikleri ve bunlara ilişkin insan hatıraları ile iletişim kuran bir alan yaratmaya odaklanıyordu.
İnsan doğası, malzeme özellikleri ve mekan hafızası üzerinden şekillenen duygusal mimari tasarım metodolojisinde bence tartışılması gereken bir şey daha vardı: Mimarın duyguları. Bilişsel-davranışçı psikoloji (cognitive-behavioral psychology) düşüncenin duyguyu yarattığını ve benzer şekilde duygunun da düşünceye dönüştüğünü yıllar önce ortaya koymuştur (Goleman, 1995). Bu nedenledir ki eylemlerimizin çoğu zaman bilinen ve bilinmeyen duyguların sonucu olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Fikir geliştirme süreci olan tasarımda da duygular mimari fikri üretirken, yere dönüşen ide de duyguları harekete geçirir. Kısaca ta en baştan beri tüm mimarlar, sadece çemberin değil, kavrayış ve yaratım sürecinin de içinde olan duygularla yağmurdan kaçmaya çalışırken doluya tutulmuş haldedir. Bence Zumthor, bunun bilincinde olarak yer repertuarını hem kendinin hem de kullanıcının duygusal potansiyelini maksimum düzeyde değerlendirerek zenginleştirmiş bir mimardır.
Peki hal böyleyken bugüne kadar neden mimarların tasarım sürecindeki duyguları ne yeterince konuşuldu ne de araştırmalara konu edildi? Duygular, bir mimarın sadece problem çözme, karar verme ve yaratıcılık gibi içgörülerini değil, projeye dahil olan diğer paydaşlarla iş birliği becerilerini de etkiler. Kullanıcı için en işe yarar, sağlam ve anlamlı yapıyı oluşturmaya çalışan mimar, kendi duygularının sonucu olan tasarımı ortaya koyarken, bilim dünyasında da mimarlık eğitiminde de ‘mimar psikolojisi’ne yer açılması gerekmez mi?
Yer ve Ekosistemlerin Ayrışması: Doğaya Karşı Duygularımız
Yüzyıllardır “Doğa verir.” ve “Doğa alır.” ikilemi arasında gidip gelen duygularımız ise mimarlık çıkmazının başka bir sorunsalıdır. Korktuğumuz ve direndiğimiz doğaya hükmetme arzumuz, modernleşme sürecimizin tetikleyicilerinden biriydi. Hayatın biyolojik özünden bu denli korkuşumuz ve ona karşı geliştirdiğimiz mukavemet, patolojik bir durum yaratarak bizi çevreleyen ekosistemlerle ilişkimizi de etkiledi: Korktuğumuz şeyi nasıl sevebilirdik? Korktuğumuz şeyin nasıl parçası olabilirdik?
Maalesef anti-ekolojik bir eylem olan inşaat sektörünün aracına dönüşen mimarlık, iklim krizini tetikleyerek tüm ekosistemlerin insanlar tarafından yok edilmesi anlamına gelen “ecocide”a hizmet etti. 60’lı yıllarda yapılı çevrenin doğa üzerindeki etkisine karşı artan endişelere yanıt olarak ortaya çıkan “sürdürülebilir mimarlık”, 80’ler ve 90’larda yaygın bir çalışma alanına dönüşüp nihayetinde hem uygulama hem de eğitimde yer bularak günümüzün önemli akımı haline geldi (Gissen, 2009). “Yeşil mimarlık” veya “ekolojik mimarlık” olarak da bilinen sürdürülebilir mimarlığa ulaşmak için daha gidilecek çok yolumuz var. Fakat hala hem doğaya karşı geliştirdiğimiz düalist duygulardan hem de “doğal ve doğal olmayan”, “canlı ya da cansız” veya “insan ya da insan değil” gibi anlamlandırmalardan vazgeçmiş değiliz. Başka bir deyişle çembere karşı çember çizmeye devam ediyoruz.
Psikoloji ve bilişsel bilim bakış açısı, hayata dair her şeyi ikili düşünme ihtiyacının, anlama kolaylığı ve kesinlik arzusu gibi, kültürel ve evrimsel etkenlere dayanan bir eğilim olduğunu söylüyor (Rosch ve Lloyd, 1978). Oysa yeryüzü ikili kategorilere sığmayacak kadar karmaşık ve zengin. Özellikle doğanın ikili değil kuir ekolojilerden oluştuğu uzun zamandır biliniyor. Ekoloji, bir çevredeki canlı organizmalar ile cansız bileşenler ve bunların etkileşim süreçleri arasındaki karşılıklı ilişkilerdir. Ekosistem ise, bir coğrafi bölgedeki tüm canlı organizmaların, canlı ve cansız her şeyle etkileşim bütünüdür. Kuir ekoloji kavramı, ekosistem içindeki farklı öğelerin ve sistemlerin akışkanlığını ve birbiriyle ilişkili bağlantılarını, düalist düşünme biçimlerine meydan okuyarak tanımlamayı amaçlayan teorik bir çerçevedir (Mortimer-Sandilands ve Erickson, 2010). Böylesi bir düşünme sistematiği, “kuir” terimini kullanarak, baskın normları ve beklentileri yıkmayı, yapıbozuma uğratmayı ve doğa anlayışımızı dinamik, çeşitli ve ikili olmayan olarak yeniden çerçevelendirmeyi amaçlar. Belki de düalistik kavramları mimarlık literatüründen kaldırdığımız zaman bizler de doğayı ötekileştirmekten vazgeçerek ekosistemlerle yeni bir duygusal süreç geliştirebilecek ve sürdürülebilirlik açısında daha hızlı adımlar atabileceğiz.
Ne yazık ki insan, kendini doğadan ayrıştırarak kentleşme sürecine girdiğinden beridir, farklı ekosistemleri hakikat çemberlerinin içine alamadı. Her ekosistem, simbiyotik bir yaşama ve fotosentez yapan kendine özgü yeşil bitkilere dayanır. Joseph Priestly’nin 1770 yılında mevcut fotosentez anlayışımızı oluşturmaya yardımcı olan deneylerinden tasarım stüdyosu derslerimde sık bahsederim. Priestly (1974) bu deneylerin birinde kapalı fanusa fare ve yanan bir mum yerleştirip, kısa süre içinde mumun söndüğünü ve farenin boğularak öldüğünü gözlemlemişti. Daha sonra aynı fanusa, fare ve yanan mumun yanı sıra bir bitki yerleştirdiğinde, farenin hayatta kaldığını ve mumun yanmaya devam ettiğine şahit olmuştu. Bitkinin, mumun yanmayı sürdürmesini ve farenin canlı kalmasını sağlayan bir şeyi havaya saldığı sonucuna varan Priestley, fotosentezin yan ürünü olarak açığa çıkan, daha sonra oksijen diye adlandırılan maddeyi keşfetmişti.
Fare yerine insanı koyduğumuz zaman “nefes döngüsü” veya “oksijen-karbondioksit döngüsü” olarak adlandırılan bu simbiyotik ilişki, her iki türün de hayatta kalması için gereken bir güven çemberi oluşturur. Bu noktada sormamız gerekmez mi: Sürdürülebilirlik adına önemli adımlar atmaya çalışan mimarlık, çevresindeki farklı ekolojilerle simbiyotik yaşam çemberi yaratabiliyor mu? Nefes döngüsünü düşünmeksizin, çimensiz, ağaçsız, çiçeksiz, bahçesiz, gölsüz, denizsiz veya olmayan gökyüzüyle nasıl bir yerde yaşayabileceğimizi hayal ediyoruz?
Yer dönüşümleri: Omniverse ve Hayalet Duygular
İnsan, ekosistemlerle güven çemberi oluşturmadan hayatta kalamayacağını bilse de fiziksel dünyanın sınırlamaları olmadan yaşayabileceği, çalışabileceği ve oyun oynayabileceği ütopik bir toplumsal yeri uzun zamandır inşa ediyor. Fiziksel dünyada erişilmesi imkansız yer deneyimi arayışı, sanal veya karışık gerçeklikle birbiri üzerine katlanan yer dönüşümlerine gün geçtikçe ivme kazandırıyor. Bu bağlamda mimarlık literatürüne de yeni kavramlar ve duygular yerleşiyor.
Evren, tüm madde ve enerji formları dahil olmak üzere uzay ve zamanın tamamı olarak tanımlanır (Encyclopaedia Britannica, 2012). Çoklu evren, bizim evrenimize ek olarak birden çok, muhtemelen sonsuz evren olduğu varsayımıdır (Greene, 2011). Son dönemde gündemimize giren metaverse ise sosyal bağlantılara odaklanan bir üç boyutlu sanal dünyalar ağı kavramıdır (Combs, 2021). Metaverse her ne kadar yoğun ilgi ve heyecan yaratsa da birleşik bir sanal evren olarak henüz mevcut değil. Halihazırda tamamen gerçekleştirilmiş olmasa da bu haliyle bile fiziksel varlık yanılsaması yaratarak, insanda sezgisel etkileşimleri, başka bir deyişle “hayalet duyular”ı tetikleyebiliyor.
İlk olarak 16. yüzyıl Fransız hekimi ve anatomisti Ambroise Paré (1649) tarafından tanımlanan ‘hayalet duyular’ kavramı, ampute edilmiş bir vücut kısmında duyum hissetme deneyimine atıfta bulunmak için kullanılmıştı. Günümüzde ise esas olarak işitme ve görmeye dayalı sanal ürpertileri ifade eder. Beynimiz, ‘bir uçurumun kenarında durma hissi’ gibi, nasıl hissettirmesi gerektiğini düşündüğü duyguyu simüle edebilir. Bu nedenle hakikat çemberlerinin “metaverse”deki virtüel kopyaları, benzeştirilmiş fiziksel ve duyusal deneyimler sağlar. Görünen o ki sanal evren kaçınılmaz olarak gelişmeye ve günlük yaşamlarımıza daha fazla entegre olmaya devam edecek ve metaverse bize, mimari tasarımların daha gerçekçi ve ayrıntılı simülasyonlarına izin veren sürükleyici ve etkileşimli ortamlar yaratma yeteneği kazandıracak. Hatta şu an bazı örneklerini gördüğümüz, mimarların tasarım projelerinde birlikte çalışabileceğimiz, fikirler paylaşabileceğimiz, geri bildirim ve eleştiri sunabileceğimiz birçok sanal paylaşım alanları yaratacak. Fakat bedenin fiziksel varlığını sürdürmek için gerçek dünya ortamına ihtiyaç duymasından kaynaklı, sanal gerçeklik insanların hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu fiziki ekolojinin yerini alamayacak.
Bilim dünyasında kendine henüz sağlam bir yer edinememiş olsa da Clive Barker’in 1997 yılında yayınlanan “Imajica” adlı fantezi romanında kullandığı “omniverse”, evrenin, çoklu evrenin ve meta evrenin bir koleksiyonudur. Bence bu kavram, hem sanal hem de gerçek evrende mutasyona uğrayan yer dönüşümlerini, mimarlık kuramında kullanmak ve tartışmak için daha doğru bir zemindir. Belki de bu çerçevede insan duyguları ve yer dönüşümlerini yeniden düşünmemiz ve mimarlık eğitimine entegre etmemiz gerekir.
Ya Sonra? “Nerede duruyoruz?” Marcel Breuer’in 1935’te yazdığı ve modernist hareketin mimarisini tartıştığı bir makaleydi. Bu yazıda Breuer, hareketin ilerleyişi üzerine düşünüp şu soruyu sormuştu: “Nerede duruyoruz?”
Bugünün mimarlığını düşündüğümde ben de benzer şekilde “Peki ‘şimdi’ nerede duruyoruz?” diye sormadan edemiyorum. Mimarlık akımlar boyunca tasarımı hep bir sorun çözme biçimi olarak ele aldı. Bu süreçte de çemberin dışına ittiğimiz duygular gibi, ‘sorunun’ gerçekte ne olduğunu tanımlamayı unuttu. Yona Friedman (1970) veya Archigram (Cook, 1999) gibi mimarlar, “mimarisiz mimari” (Sadler, 2005) hakkında fikirler ortaya attılar ama kastettikleri kesinlikle hakikat çemberimizi sanal bir boyuta taşımamız ve bunca zaman göz ardı ettiğimiz duygularımızı hayalete dönüştürmemiz değildi. Dijital yerli nesil belli ki aynı anda hem çemberin içinde hem de dışında olmak istiyor. Fakat esas mesele mimarinin bu yer dönüşümleri karşısında nasıl bir yol izleyeceği ve yaşamın sürdürülebilirliğini nasıl savunacağıdır.
Bu bağlamda tam şimdi mimarlar olarak duygularımızı ve doğa ile ilişkimizin nasıl şekillendiğini analiz etmemiz gerekiyor. Heteronormatif ve insan merkezci hakikat çemberleri inşa etmek yerine, doğanın kuirliğine uyum sağlamalıyız. Yoksa doğa korkumuzu da dışına süpürdüğümüz hakikat çemberlerinin içinde ölü bir fareden farksız olacağız.
Kaynaklar
- Alexander, C. (1979). The Timeless Way of Building. New York: Oxford University Press.
- Alexander, C. Ishikawa, S., ve Murray Silverstein, M. (1977). A Pattern Language: Towns, Buildings, Construction. New York: Oxford University Press.
- Altman, I., Low, S.M., 1992. Place Attachment (XII). New York: Springer US.
- Aristotle (1939). On the Heavens. Çev. W.K.C. Guthrie. Cambridge. MA: Harvard University Press.
- Barker, C. (1997): Imajica. Great Britain. HarperCollins Publishers Inc.
- Breuer, M. (1935). Where do we Stand? Architectural Review, Nisan 1935, ss. 133-136.
- Casey, E. S. (1993). Getting back into place: Toward a renewed understanding of the place world. Blomington: Indiana University Press.
- Cook, P. (1999), Archigram. New York: Princeton Architectural Press.
- Combs, V. (2021). “The metaverse: What is it?”. TechRepublic. Online. Yayın tarihi: 29 Ekim 2021, Erişim: 2 Nisan 2023
- https://www.techrepublic.com/article/metaverse-what-is-it/
- Encyclopaedia Britannica (2012). “Universe”. Online. Erişim: 2 Nisan 2023
- https://www.britannica.com/science/universe
- Friedman, Y. (1970). L’architecture Mobile. Paris: Casterman.
- Gissen, D. (2009). Subnature: Architecture’s Other Environments. New York: Princeton Architectural Press.
- Goleman, D. (1995). Emotional intelligence. New York: Bantam Books.
- Greene, B. (2011). The Hidden Reality: Parallel Universes and the Deep Laws of the Cosmos. New York: Vintage.
- Frampton, K. (1983). Towards a Critical Regionalism: Six Points for an Architecture of Resistance. The Anti- Asthetic Essays on Postmodern Culture, Foster, H. (Ed.), Washington: Bay Press, ss.16-32.
- Irazabal, C. (2007). New Urbanism as a New Modernist Movement: A Comparative Look at
- Modernism and New Urbanism, Traditional Dwellings and Settlements Review, Volume XIX, Number I, ss. 41-58.
- Jencks, C. (2002). The New Paradigm in Architecture: The Language of Post-Modernism. New Haven: Yale University Press.
- Jodidio, P., & Altmeppen, S. (2001). Architecture now! Vol. 2005. Cologne: Taschen. ss. 102-114.
- Jung, C., Sherzad, M. & Arar, M. (2021). The Analysis of Peter Zumthor’s Emotional Architecture in Therme Vals. International Journal of Advanced Research in Engineering Innovation, e-ISSN: 2682-8499, Vol. 3, No. 3, ss. 98-111.
- Kahn, L. (1969). Silence and Light. The American Scholar, 38(2), ss. 177-190.
- Mortimer-Sandilands, C. & Erickson, B. (2010). Queer Ecologies: Sex, Nature, Politics, Desire. Erickson
- Parmenides (2000). Parmenides of Elea: The Fragments: a Text and Translation with an Introduction.Çev. David Gallop. Toronto, Bufallo, London: University of Toronto Press.
- Pare ̈ A. (1649). The Workes of that famous Chirurgion Ambrose Parey. Çev. T. Johnson. London: Clarke.
- Platon (2017). Theaitetos. Çev.Birdal Akar, Ankara: Bilgesu Yayıncılık
- Platon (2001). Timaios. Çev. Erol Güney, Lütfi Ay, İstanbul: Sosyal Yayınlar.
- Plutchik, R. (1980). Emotion: A Psychoevolutionary Synthesis. New York: Harper & Row.
- Priestley, J. (1774). Experiments and Observations on Different Kinds of Air. London: J. Johnson.
- Proshansky, H.M., Fabian, A.K., Kaminoff, R., (1983). Place identity: physical world socialization of the self. Journal of Environmental Psychology 3, ss. 57–83.
- Rosch, E., & Lloyd, B. B. (1978). Cognition and categorization. Hillsdale, NJ: Erlbaum.
- Sadler, S. (2005), Archigram, Architecture without Architecture. Cambridge- Massachusetts, London- England: MIT Press.
- Scott Brown, D. & Robert Venturi (1972). Learning from Las Vegas: The Forgotten Symbolism of Architectural Form. Cambridge, MA: MIT Press.
- Sullivan, L. (1896). The Tall Office Building Artistically Considered. Lippincott’s Magazine, vol. 57, no. 344, ss. 403-409.
- Tuan, Y.F., 1977. Space and Place: The Perspective of Experience. Minnesota: The University of Minnesota Press.
- Vitruvius (1914). The Ten Books of Architecture. Çev. Morris Hicky Morgan. Cambridge, MA: Harvard University Press.
- Zumthor, P., 2006. Atmospheres: Zumthor, P., 200.) Atmospheres – Architectural Environments, Surrounding Object. Switzerland: Birkhauser.