Mimarlığın Simgesel Gücü: Yapmanın ve Yıkmanın Ötesinde

Yalnızca fiziksel olarak yapılı çevre üretiminden ibaret olmayan mimarlık, imge oluşturma ve anımsatma gücünden dolayı tarih boyunca özellikle kentsel mekanlarda siyasi ve ideolojik bir araç olarak kullanıldı. Toplumsal hafızada yer etmesi ya da anımsanması istenen dönemlere ait “yeni”ler inşa edilirken bu kurguda yer verilmeyen “eski”ler yıkıldı. Bu sayımızın Dosya bölümünde, mimarlığın temsiliyet gücünü, kolektif hafıza ile ilişkisi üzerinden modern mirası korumanın önemini ve bu bağlamda Türkiye mimarlık ortamı hakkındaki değerlendirmelerini mimarlara ve akademisyenlere sorduk…

Derleyen: Ebru Şevli, Mimar

Kentsel mekanlar, dünyayı kendimize ve başkalarına anlatma yollarımızı dönüştürür ve kendimizi görme biçimlerimizi tanımlar (1). Toplumların başlarından geçen olaylara tanıklık eden kentler, geçmişin katmanlarına eş zamanlı bakışlar sunar; kim olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı, olan biteni üst üste biriktirirler. İnsan ömrünün ve gerçekliğinin ötesinde, parçası olunacak daha uzun ve çoğul hikayeler anlatırlar. 

Yalnızca yapı kümelerinden ibaret olmayan kentler yaşamları, kültürleri, tarihi ve siyaseti barındıran karmaşık ve canlı bir örüntü sunarlar. Örüntünün bazı katmanları silinir, bazı katmanları eskir, bazı katmanları bilinçli olarak yeniden inşa edilir. Bu doğasından ötürü kent, hem toplumsal değişimlerin izlerini barındırır hem de dönüşümlerin aracı olarak kullanılır (2).

Tarihte yaşananların tek kanıtı kentler olmasa da, bazı mekanların “anımsatma” gücü ile inşası, bazı mekanların “unut(tur)ma” niyeti ile yıkımı, tarihin kolektif hafıza içerisinde olağan akışıyla yer almasına müdahale içerir. Oysa, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. Ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişini tüm anlarıyla zikredebilir (3). 

Kentsel hafızanın temel taşları, o kentin hatırlanmasını sağlayan imgelerdir (4). Tarihte, belirli bir döneme dair hatırlanması istenenler için inşa edilen “amaçlanmış anıtlar” henüz eskimeden, “tarihi” olmadan da mimarlığın simgesel gücünün ve imge yaratma gücünün kullanılması aracılığıyla kendilerinden sonrakilere iletilecek mesajlar içerir. Nitekim, verilmek istenen mesajlar değiştikçe, mesaj verenler farklılaştıkça, yapıların da yıkımları ya da değişimleri söz konusu olur. İkinci müdahalede, bu anıtların kimliklerini biriktiren, farklı öznelerce farklı anımsanan yapılara dönüşmesi mümkün görünür. Bu gibi anıtlara verilen değer, kendilerini yapanlar tarafından belirlenmiş, tartışmasız ve bu nedenle nesneldir (5). Amaçlanmış anıtların korunmalarına karşı, dünyanın hemen her yerinde daha hassas bir yaklaşım hakimdir. 

Alois Riegl tarafından 1903 yılında, Viyana’da yayımlanan “Modern Anıt Kültü” başlıklı makalede bahsedilen “eskilik değeri” ise, modern öznenin algılaması ile, bir daha yaşanmayacak bir geçmişi anımsatma, belli bir anın dünya görüşünü yansıtma ile kazanılır. Bu nesneler, sadece içinde üretildikleri o geri döndürülemez zamanın ruhundan bir parça taşıdıkları ve belli bir zaman ile belli bir mekanın sentezi oldukları için anıt değerine sahiptirler (6). Bu bakış güzellik, kudret ya da maddi fayda barındırmayan yapıların ve mekanların da korunması gerektiğini ileri sürmek için gerekli zemini oluşturur. Bulunduğumuz küresel koşullarda, demokratik bir çevre yaratma ve tarihin farklı anlarından özler taşıyan yapıların kentte birlikte var olmasına izin vermek kadar, yıkmanın ve “tabula rasa”lar üzerinde yeniden inşa etme arzularının ekonomik ve ekolojik bedellerini hesaba katmak da büyük öneme sahiptir. 

Geçmişe ait anakronik imge yaratımları üzerinden kentlinin kim olduğunu belirlemek, yapıtlarla tarihi bir dönemi yeniden yaşatmaya çalışmak, kolektif hafızaya şiddetle ve yıkımla müdahale etmek yerine; toplumun kendi tarihsel gerçekliğini kurmasına izin veren, zamanın katmanlarını biriktiren kentlerde, toplumun ve mimari üretimin özgürleşmesi mümkün olabilir (7). Yıkmanın ve yapmanın ötesinde yer alan bu tahayyül, kentin tekil bir ideolojik temsili olamayacağını, her öznenin kenti kavrayışının ve kentle kurduğu ilişkinin biricikliğini kabul eden; öznelerin hikayelerini ve imgelerini kendileri kurmasına müsaade eden; eski ve yeninin birlikte var olacakları, katmanlaşacakları bir düzene imkan veren bir mimarlıkla sağlanabilir.

Bu sayımızın Dosya sayfalarında, kentsel mekanlarda mimarlığın temsiliyet gücü ile siyasi ve ideolojik olarak araçsallaştırılmasını, kolektif hafızaya etkisi üzerinden modern mirası korumanın önemini ve bu bağlamda Türkiye mimarlık ortamı hakkındaki değerlendirmelerini mimarlara ve akademisyenlere sorduk. 

Fotoğraf: Pruitt-Igoe’nın yıkılışı, 1972. © Michael J. Baldridge.

Kaynaklar

  1. Jerram, Leif. Streetlife: The Untold History of Europe’s Twentieth Century. Oxford: Oxford University Press, 2011.
  2. Bozdoğan, Sibel. “Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mimari Kültür.” İstanbul: Metis Yayınları, 2002.
  3. Benjamin, Walter. “Son Bakışta Aşk.” İstanbul: Metis Yayınları, 2012.
  4. Lynch, Kevin. “The Image of the City.” MIT Press, 1960. s. 47.
  5. Riegl, Alois. Modern Anıt Kültü, çev. Erdem Ceylan. İstanbul: Arketon, 2022, s. 40.
  6. Riegl, Alois. Modern Anıt Kültü, çev. Erdem Ceylan. İstanbul: Arketon, 2022, s. 29, 31.
  7. Tanyeli, Uğur. “Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık.” İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s. 213, 361.
Fotoğraf: Enis Öncüoğlu

Fotoğraf: Enis Öncüoğlu

“Şehir, bir kolektif üretim nesnesi ve çevresi olarak kuşkusuz bir anda ortaya çıkmamıştır: Sihirli biçimde şehri ilk kez algılayan kişiye kendisini yüzyıllarca yaratmış olan toplulukların ve kolektif iradenin kültür ve değerlerini fısıldarlar. Ziyaretçilerinin ya da kentin yeni, taze bebek konuklarının algıladıkları ve oralı olduklarında aidiyet kurdukları niteliklerdir bu değerler.”

Ali Cengizkan, Prof. Dr.

Mimarlığın, her şeyden önce bir dil olduğunu, dilin içinde var olduğunu, kolektif dilin olanaklarıyla genişlediğini, varlık kazandığını ve kalıcı olduğunu bilmemiz gerek. Bu da haliyle söz konusu toplum içinde konuşulan, etkin olan, genel geçer dilin durumuyla, jargonlarıyla, argosuyla, yaşantısıyla, özleştirme hareketleriyle de ilgilidir.

Mimarlık, “firmitas”, “utilitas”, “venustas”ın içinde, ama aynı zamanda da ötesindedir. Yani yaşam için yararlı ve zorunlu olmanın sonucu olarak sağlam ve güvenli “mekanlar”, “yerler” yaratma ve sunma disiplini olan mimarlık, bunun doğal sonucu olarak içinde bulunduğu kolektif üretim biçiminin hem sonucudur, hem de belirleyicisi. Bugün bunu artık Churchill’in ünlü sözünü anmadan da anlayabilir, anlatabiliriz; ancak bamteli tam da burada: Bu sözü niçin Churchill söyleyebiliyor da, bir İnönü, bir Abdülhamit, bir Kanuni Süleyman, ya da bir başka lider söyleyemiyor? Banilikte ileri oldukları için soruyorum. Şu anlaşılıyor ki, bu kişilerin mimarlık pratiği ve mimarlığın sonuçları konusunda gözlemleri yok. Tutumlarının sadece üretmek, bazen kendi siyasi kariyerlerini sürdürmek, bazen alışkanlık, bazen de dünyayı dönüştürürken “lider olduklarını hissetmek” ile ilgisi var.

Şimdi, ilk önce şunu vurgulayalım: Türkiye’de tepeden inme bir koruma mevzuatı ve kurumu, toplum adına, devletin yüksek bürokratları tarafından oluşturulmuş. İyi ki de oluşturulmuş. Alois Riegl’ın ilkeleri üzerinden geliştirildiğine inandığım bu olgunun kökeni, son otuz yıl içinde, adeta yeniden keşfediliyor; çünkü koruma alanı içindeki “uzmanlar”, sadece çarkları işleten, neyi neden yaptıklarını unutmaya yüz tutan kimlikler. Tek başına bu “yeniden keşif” bile, uygulama içindeki kadroların liyakatten ne denli uzaklaştığını gösteriyor. Türkiye’de erken dönemde kurulan bu işleyiş, on yıllar içinde, tıpkı aydınlanma arayışlarının ve demokrasi sisteminin kendisi gibi, üst üste yapılan değişikliklerle rayından çıkıyor. Sadece siyasi ve tarihsel öneme sahip yapıların değil, bir kentin kimliğinin sürekliliği, kentlilerin, hemşehrilerin aidiyet hissinin sürekliliği ve sürdürülebilirliği için kenti kent yapan yapıların korunmasının gerekliliği açık.

Yalnızca anıtsal ve imge kurucu güçlü yapılar değil, en geniş anlamıyla yapılı çevre, bir şehrin “o şehir olma özelliklerini” kurmakta katkıda bulunur. Roma’nın ve İstanbul’un yedi tepeli olma özellikleri, hem kendilerini belirler, hem de edebiyat eserleri ve masallar üzerinden hafızamızı pekiştirir. Bu şehirleri her görüşümüzde, bir “ezber tazeleme” niteliğinde bu özelliklerini anımsarız, bazen onları ararız, kimi zaman yokluklarına ya da “aşındırılmış” olmalarına yeriniriz. Dolayısıyla örtük olarak söylemiş oldum; şehirlerin tikel yerler olarak yarattıkları imgeleyimde, nerede oldukları, güneşe göre konumları ve yollarının, yapılaşmalarının topoğrafyayla ilişkileri, genel oryantasyonları, bulundukları ırmak kenarı ve /ya da deniz kıyısı özellikleri de şehirlerin mimari alımlanmalarında çok büyük rol oynarlar. Ama şehir, bir kolektif üretim nesnesi ve çevresi olarak kuşkusuz bir anda ortaya çıkmamıştır: Sihirli biçimde şehri ilk kez algılayan kişiye kendisini yüzyıllarca yaratmış olan toplulukların ve kolektif iradenin kültür ve değerlerini fısıldarlar. Ziyaretçilerinin ya da kentin yeni, taze bebek konuklarının algıladıkları ve oralı olduklarında aidiyet kurdukları niteliklerdir bu değerler. 

Başkent Ankara, özellikle bir önceki belediye başkanlığı döneminde iyice savrulan bir kentsel dönüşüme konu oldu. Ana arterlerin yanına yenileri eklendi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri kentin başkent oluşundan kaynaklanan yönetim merkezi, ani ve savruk bir kararla önce başbakanlık, sonra bugün “Beştepe” olarak adlandırılan başkanlık bölgesinin oluşturulması ile, planlanmadan ve düşünülmeden, üstelik mimar eli değerek, yer değiştirdi: Bu değişimin, iktidar partisi genel merkezi yakınlığıyla ve “yurttaştan kaçma” dürtüsüyle yapılandığını düşündüren şehrin merkezinden uzaklaşma ve kendi içine hapsolma sonucunu getiren yer değiştirme, hiçbir şekilde şehrin gelişme planı ile ilişkilendirilmedi. Bunlar yapılırken Cumhuriyet’in kurucu döneminin izlerinin de silinmek istendiği çok açık biçimde hafızalara ve kentin mimari yapı stoğuna ve ulaşım dokusuna kazındı. Bütün bu “makro kentsel dönüşüm” işlemi yapılırken, mimarlar, teknik eleman gibi kullanıldı; uzman kuruluşlar ve kişilerle üniversiteler görmezden gelindi; kentsel tasarım ve planlama yok varsayıldı; çevre ve mülkiyet hukuku görmezden gelindi. Yüzlerce dava yargı önünde kaybedildiği halde, hukuksuzluk geçerli kılındı. Hatırlayalım; Atatürk Orman Çiftliği gibi bir erken dönem (1925) tarımsal ve endüstriyel dönüşüm örneğinin, bir kentsel sürdürülebilirlik harikasının aşındırılabilmesi için, 2016-2017’nin Koruma Mevzuatı değiştirilerek “tarihi sit” ve “doğal sit” kavramları birbirinden ayrıldı; bu ayrım sayesinde söz konusu özel mekanlar yeni yapılaşmaya açıldı. Bile bile yapılan kötülük, bugün sanırım tüm Ankaralılar için daha görünebilir duruma gelmiştir (1). Bu sadece bir örnek…

Bunun kadar önemli bir başka örnek, 1924’ten beri varlığını sürdüren, ama bugün hükümetin görünmez üyelerinin ya da bakanlıkların uzman olmayan ögelerinin elinde, bir makro ölçekli gelişme kararı olmadan kullanımı sürdürülen Vekaletler Kartiyesi’dir. Bakanlıklar Mahallesi olarak bildiğimiz bölge, Kızılay’da Güvenpark ile başlar, Milli Eğitim ve Adalet Bakanlıkları, Başbakanlık ve Dışişleri, Yargıtay ve Bayındırlık Bakanlıkları ile kendisini pekiştirir; İçişleri Bakanlığı ile bütünleşerek Eskişehir Yolu karşısındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi yapısında doruğa ulaşır (2). On yıllar içinde mekansal yetersizlik nedeniyle yer değiştirmeler ve taşınmalar üzerinden “aşındırılan” bölgenin kurucu özellikleri, yani bir Yönetim Merkezi (Kapitol Tepesi) niteliği, yukarıda aktarılan Beştepe mekanları gelişimi ile tümüyle unutulmuştur. Çok yakın yıllarda Yargıtay’ın taşınması ile, bölge, bakanlıklar bölgesi özelliğini yitirmiştir. Bu iki örnek, dünyadaki tüm başkentlerin mekansal arayışında baş köşeyi tutan kent içindeki yönetim yapılarının simgesel konumunun Türkiye’de ne denli özensiz, kimi zaman kasıtlı ve bilgisiz biçimde yönetildiğini ve “aşındırıldığını” göstermektedir. 

Öte yandan bir başka boyuta da değinmek gerek: Türkiye’de ve Türkçede toplumsal hafıza/kolektif hafıza, canlı bir varlık ve makammış gibi kullanılıyor çoğunlukla. Oysa kolektif hafıza, adı üzerinden ortakça paylaştığımız ve ortak olarak oluşturduğumuz bir olgudur. Bir yapının “kolektif hafıza”nın parçası olduğu için korunması gerektiği iddiası, zayıf bir durumdur ve zaten bu zayıflığın da koruma iradesini etkilemediği ortaya çıkmaktadır. En son 1981 tarihli Ankara Ulus 100. Yıl Çarşısı’nın yıkılması yerine yıkılmadan ya da kısmen yenilerek kente kazandırılabileceği konusunda yapılan çalışmalarda sorun, bir fikir projesi yarışması gündeminde cisimleştiği halde sonuçta başarıya ulaşamadık. Yapı ve bölge, “kolektif hafıza”da yer etmiştir, bunda kuşku yok, ancak kolektif hafızaya ait bir değerin de, sözle ifade edilmesi, sözle savunulması yeterli değildir; doğası nedeniyle “kolektif” biçimde savunulması gereklidir. Örneğin Gezi Direnişi, Taksim Gezi Parkı’nın İstanbullunun kolektif hafızasında çok önemli yer ettiğinin bir kanıtıdır; sonrasında yapılan akademik ve uluslararası çalışmalar da söz konusu kolektif hafızayı daha da somutlandıran pek çok ayrıntıyı içermiştir. Ancak eylemin kendisi, belirleyici olmuştur. Kısacası kolektif hafızanın tezahürleri eylemsel pratikle ilişkilidir, söylemsel pratikle değil.

Öncelikle “Niçin koruyoruz?”, “Niçin onlarla birlikte yaşamak istiyoruz?” sorularının toplumun tüm bireylerince yanıtlanması gereklidir. Tersten giderek, kurallar ve yasalar olmasa bile, neyi, niçin korumak istiyoruz? Türkiye’de genelde, başka yerlerde ve derslerimde de ifade ettim, “yeni fetişizmi” var. Eskinin yerine yeniyi koyduğumuzda, her şey daha iyi, daha nitelikli, daha düşünülmüş olacak zannediliyor. Mimarların da ses çıkarmadığı, engel olmadığı, önüne geçmek için çaba göstermediği bir durum bu. Mimarlıkta yeni gelişmeler konulu sempozyum yapılıyor, içinde yeni hiç bir şey yok; “yeni” mimarlık tarihi uluslararası toplantısına gidiyorsunuz; konular bilinenlerin tekrarı. Oysa radikal biçimde sorulması gerekiyor, “yeni”nin peşinden koşanların sorması gerekiyor: Yeni, nedir? Ve bu “yeni”nin getirdiği yenilik hangi ölçektedir: Kapı kulpu mu? Dönüştürücü bir kullanım biçimi mi? Mekanı kullanmadaki imkanların açığa çıkarılması mı? “Yeni”nin kendisi asla “kült” ve “ortodoks” bir değere dönüşmemeli.

Henüz Galata Kulesi’ni yıkmaya teşebbüs eden olmadı. Eski başbakanlardan birisi, İstanbul Mahmutpaşa’nın boşaltılmasını düşünmüş ve bunu ciddi bir konu olarak paylaşmıştı; neyse ki sonra yeni bir İstanbul Boğazı kazılması sihirli formülü bulundu da, vazgeçildi. Meş’um belediye başkanının dönemi biraz daha devam etse idi, Ankara Kalesi’nin, içindeki konutlarla birlikte, tek bir kişiye satıldığına tanıklık edecektik, çünkü aynı şahıs, zaten Anafartalar Caddesi üzerindeki Nezih Eldem imzalı ünlü Belediye Binası’nı şahıslara satmış idi. Yani korunması gereken yapılarımız, bunun yanında kendilerinden korunmamız gereken şahıslarımız, saymakla bitmez. 

Her mimari ürün, kendisiyle ve dünyayla ilgili bir önerme getirmeli. Mimarlık ve planlamanın mantığı, yuva yaşlarından başlayarak tüm ülke sakinlerine alıştırmalar biçiminde öğretilmeli.

Notlar 

  1.  Bu konuda çok kapsamlı bir araştırma çalışması ile, günümüzde altyapı desteği zayıflamış olan “ODTÜ Mimarlık Fakültesi AOÇ Araştırmaları” web sayfasını, 2017 yılında aynı fakülte yüksek lisans programı içinde meslektaşlarım ve öğrencilerimle birlikte kurmuş; uyarıcı olmaya çalışmıştık. http://aocarastirmalari.arch.metu.edu.tr/
  2.  Bu konuda çok fazla yazı yazdım; bölgenin bir “koruma rehberi”ne sahip olması gerektiğini 1990’lı yıllardan başlayarak savundum. Bunların en yakın tarihlilerinden birisi şu çalışmadır: “The production of a mise en scène for a nation and its subjects: Clemens Holzmeister et al. in the Ministries Quarter for Ankara, Turkey”. https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/13602365.2011.533539

“Bir yapı; öncelikle hayal edilmiş, tasarlanmış, inşa edilmiş, içinde ve çevresinde yaşanmış, genç ya da ihtiyar, ruhu olan, yaşayan, ölümlü bir varlık olarak görüldüğünde, onun estetik veya pratik değerleri, stilistik ya da tarihi öneminden çok, geçmiş yaşama şahit olması ve sürekliliği önem kazanır.”

İlhan Aydın Meltem, Dr. Mimar

“Sadece aradığımız şeyi gördüğümüz doğrudur, ama aynı zamanda sadece görebildiğimiz şeyi ararız (1).”
Wölfflin 

Eski bir yapıyla tesadüfen karşılaştığımızda farklı duygular belirebilir. Bu yapı, yıkılmak üzere olan, ekonomik süresi dolmuş, işlevinden kurtulmuş, formunu kaybetmekte olan alelade bir depo, müştemilat ya da bir harabe olabilir. İnsanın diğer hayvanlardan farklı olarak doğadan sıyrılmasıyla birlikte dünyaya bir dışarıdan bakışı mümkün olur. Bu sayede gözlemci hem seyircidir, hem de seyrettiği şeye dönüşebilir (2).

Antik çağlarda pagan gelenekleriyle birlikte, yapı; ateş, rüzgar, toprak, su gibi doğanın parçası canlı bir organizma olarak kabul edilirken, bu kabul tek tanrılı dinlerin yayılımıyla birlikte yerini rasyonalite, katı geometriler ve klasisizme bırakır. Yapıya atfedilen değişmez bütünlük ve mükemmellik fikrinin ön plana çıkmasıyla yapının da bir ruhu olduğunun unutulduğu görülür. Rönesans döneminde, Antik Yunan’a dönüşle birlikte, yapının yaşıyor olduğu fikri tekrar ortaya çıkar. Yapının da, tüm canlılar gibi, anatomisi olan, evrimleşen, değişebilen, dönüşebilen, bir organizma olduğu fikri mimaride yerini bulur. 20. yüzyılın başından itibaren, yapı, modernizmle birlikte endüstrileşmenin bir sonucu olarak makineye benzetilir. Mimari, işlev ve form arasında sıkışıp kalmıştır. Modernizmin en bilinen “Form mu işlevi izler, işlev mi formu?” sorusu tasarımın ekseni haline gelir. 

1960’lara gelindiğinde, yapı, yine canlı olarak görülmeye başlanır. Christian Norberg Schulz’un yere atfettiği “genius loci” (yerin ruhu) kavramına göre Antik Roma’da her bağımsız varlığın bir ruhu vardır. Bu ruh insanlara ve yerlere yaşam verir, doğumlarından ölümlerine kadar onlara eşlik eder, karakterlerini ve özlerini belirler (3).

Akira Kurosawa’nın o yıllarda yönettiği Dersu Uzala (1975) filminin konusu da bu ruhla ilgilidir (4). Modern toplumsal yaşam yerine, ilkel yaşamını devam ettiren Dersu, ormanda avlanarak yaşayan bir adamdır ve etrafındaki her şeyin canlı olduğunu düşünmektedir. Dersu’ya göre, Güneş, Ay, ateş, su, rüzgar canlıdır ve adamdır. Filmin bir sahnesinde doğayı insana benzetir ve doğanın sesini dinler. Kuşların sesinden yağmurun ne zaman dineceğini; rüzgarın esmesinden, gecenin nasıl geçeceğini; yerdeki izlerden, oradan kimin geçtiğini bilmektedir. Şöyle der: “Toprak, dağlar, ormanlar, hepsi insanın aynısıdır. Terliyorlar.” Sonra elini kulağına götürerek; “Dinle, nefes alıp veriyorlar, insanlar gibi…” der. Dersu artık yaşlandığı için gözleri iyi görmemektedir. Doğada avlanarak yaşaması zorlaştığı için, kendisini yabancı hissettiği modern şehirdeki arkadaşının evinde yaşamaya başlar, ancak kentteki hayata alışamaz. Onun asıl evi, kentte değil, ormandadır. Ormana geri döner ve günün birinde iyice yaşlanarak ölür. Film, kaybolan bir mezar sahnesiyle başlar, aynı sahneyle biter. Dersu bir ağacın altına gömülmüştür. O ağaç, imar için kesildiğinden mezarın yeri artık yoktur. İzlerin silinmesiyle, yer kaybolmuştur. 

Dersu Uzula’ya paralel olarak, Aldo Rossi de kentin, aynı insan gibi karmaşık bir yaşamı olduğunu savunur. Rossi, kentin kendi yaşam öyküsünü, içerdiği yapılarla (ev, okul, kilise, fabrika, anıt gibi) sunduğundan bahseder. Bu yapıları, mimariden ve biçimden daha güçlü olan artifaktlar ve duygular dokusu olarak tanımlar. Kent, gerçekliklerinden kaynaklanan bir hayal gücü ve ilginçlik taşır. Bu sayede herhangi bir ütopik ya da biçimci şehir tasavvurunun ötesine geçer (5). 

Bir yapı, öncelikle hayal edilmiş, tasarlanmış, inşa edilmiş, içinde ve çevresinde yaşanmış, genç ya da ihtiyar, ruhu olan, yaşayan, ölümlü bir varlık olarak görüldüğünde, onun estetik veya pratik değerleri, stilistik ya da tarihi öneminden çok, geçmiş yaşama şahit olması ve sürekliliği önem kazanır. Riegl’in söylemiyle, “en modern olan”, “eskilik değeri*” ortaya çıkar (6). 

Resim 1. Tariş Yapısı, Burhaniye, 2013 (yıkılmadan bir süre önce), IAM Arşivi.

Resim 1. Tariş Yapısı, Burhaniye, 2013 (yıkılmadan bir süre önce), IAM Arşivi.

Eskilik değeri, yoğunlukla gözleme dayanır, bireyseldir ve görsel algımızı etkiler. Bu haliyle modern insana hitap ederken onu teselli eder ve günah çıkarmasını sağlar. Bu değerin atfedildiği nesne, bir harabe, yerde bir iz ya da hafızada hatırlanmayı, unutulmayı bekleyen bir imge de olabilir. Benjamin, unutulmak üzere olan şeylerin devrimci bir gücü olduğundan bahseder. Gözden düşmüş şeylerde, ilk demir konstrüksiyonlarda, ilk fabrika binalarında, eski fotoğraflarda, nesli tükenmekte olan nesnelerde (7)… Unutulmak üzere olan imgenin bir anlık parıltısında saklı bu değer, geçiciliğin ve ölümlülüğün kabulüne dayanır.

Auge, unutmak ve ölüm konusunda iki farklı anlayışın olduğunu iddia eder. Birinci anlayışa göre; ölüm önümüzdedir ve bir gün ölmek zorunda olduğumuzu aklımızdan çıkarmamamız gerekir. İkinci anlayışa göre; ölüm arkamızdadır ve onu barındıran geçmişi aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hristiyanlık birinci anlayışı benimserken paganlık ikinci anlayışı benimser. İçinde bulunduğumuz zaman, çoğu kez geleceğin belirsizlikleri ile geçmişin bulanıklıkları arasında bölünmüştür. Anı, bellekte kalan, izlenim ise dünyadaki nesnelerin duyu organları üzerinde bıraktığı etkidir (8).

Bergson ise eylem, yer ve imge arasında bir bağlantı kurar. Bergson’a göre yeryüzü, yüzeyinde yer değiştirme ve değişimlerin sabit bir çerçevede devam ettiği bir sistemdir. Cereyan eden bu olaylar, sabit noktalarda hareketsiz gözlemcinin bilincinde ardışık olarak resimler oluşturan imgelere dönüşür. İmgeler, bizim önümüzde ve bizim için meydana geliyor gibidirler. Onlar bizi beklerler. Biz onların önünden geçeriz. Geçmiş, şimdi ve gelecek, imgelerimizin istiflenmesinden oluşurlar. Zaman ardışıklıktır; biraz bilincin ve biraz belleğin olmadığı yerde, bir önce veya bir sonranın da var olmayacağından dolayı, eylemin temel koşulu olan zaman da var olamayacaktır (9).

Karşılaştığımız o eski, alelade yapıdaki “istiflenmiş imgeler” yardımıyla, biz de kendi geçiciliğimize ve ölümlülüğümüze dışarıdan bakabilir; yapının yaşamıyla, kendi yaşamımız arasında derin bir ilişki kurabiliriz. Böylece, doğadaki kaotik durum ile insanın düzen arayışı, geçiciliğe karşın, insanın kalıcılık arzusu uzlaşabilecektir. 

Notlar

*Alois Riegl, mekan algısındaki değişiminin dokunmaktan görmeye (optik) doğru gittiğini vurgular ve geçmişi anıtlar vasıtasıyla görselleştirdiğimizi savunur. Riegl 1900’lerin başında anıtların korunma ilkeleri konusunda bir taslak hazırlar. Riegl’ın öngörüsüne göre, anıtların korunması, bakımı ve onarımı alanında Rönesans’tan beri hakim olan “tarihi değer” 20. yüzyılla birlikte tahtını geçiciliğin ve ölüm (-lülüğün) temsili olan “eskilik değeri”ne bırakacaktır. 

Kaynaklar

  1. Minor, V, H. “Sanat Tarihinin Tarihi.”, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2023, s. 170.
  2. Babadağ, M. “Failin Tarihi.” Hece Yayınları, İstanbul, 2024.
  3. Schulz, C, N. “Existence Space & Architecture.” Praeger Publishers, NY, 1971.
  4. Kurasawa, A.  “Dersu Uzala.” 1975. https://www.imdb.com/title/tt0071411
  5. Rossi, A. “Şehrin Mimarisi.” Kanat Kitap, İstanbul, 2006.
  6. Riegl, A. “Modern Anıt Kültü.” Daimon Yayınları, İstanbul, 2015.
  7. Benjamin, W. “Son Bakışta Aşk.” Metis Yayınları, İstanbul, 2014.
  8. Auge, M. “Unutma Biçimleri.” Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019.
  9. Bergson, H. “Süre ve Eşzamanlılık.” Fol Kitap, Ankara, 2021.

“Anıtlar ve yapıtlar, kendi tekil varlıklarıyla değil, içinde bulundukları mekansal ve tarihsel bağlamla birlikte tarihsel anlatıyı şekillendirir.”

Cem Dedekargınoğlu
Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü

Kitabe-i Seng-i Mezar ya da Ben Yaptım Oldu: Ulus 100. Yıl Çarşısı-Meydanı 

Ankara’da yaşayanlar ya da yakın zamanda Ankara’ya uğrayanlar fark etmiştir: Sırtınızı Tren Garı’na verip Ulus Meydanı’na doğru yürürken Ankara Palas’ı geçtikten sonra sağ tarafınızda yer alan alanda bir süre önce bir değişiklik oldu. Kırk yılı aşkın süredir Ulus Meydanı’nın çeperinde yer alan 100. Yıl Çarşısı ve İşhanı, çekişmeli bir sürecin sonucunda yıkılarak yerini bir yeraltı otoparkına ve açık alana bıraktı (Resim 1). Yerel seçimlerden hemen önce, 20 Mart 2024’te yapılan törenle açılan alanı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş: “Ankara’nın tarihi dokusunun tam kalbinde kültürlerin buluşma noktası olacak.” sözleriyle tanıttı (1). Öte yandan bulunduğu konum, eski ve yeni mekansal özellikleri ve komşusu olduğu projelerle bu alanın son beş yıl içerisindeki değişimini; seçim öncesi sarf edilen jenerik sözler ötesinde, özlü bir biçimde değerlendirerek 100. Yıl Çarşısı-Meydanı öyküsünde bir ara durak oluşturmak gerektiğini düşünüyorum. Dosyanın alt başlığı olan “Yıkmanın ve Yapmanın Ötesinde” sözünü bu anlamda kullanarak, dosya kapsamındaki görüşümü; çarşıdan meydana dönüşüm sürecinin sorunlarını ve potansiyellerini içerecek biçimde hem sürecin parçası olmuş bir mimar hem de kentli bir yaya olarak ele almak istiyorum. 

Resim 1. Ulus 100. Yıl Meydanı drone görüntüsü.

Resim 1. Ulus 100. Yıl Meydanı drone görüntüsü.

2019 yılındaki yerel yönetim seçimlerinden sonra göreve başlayan Ankara Büyükşehir Belediyesi yönetimi, Ulus Tarihi Kent Merkezi bölgesinde çok sayıda yapım ve onarım projesi hazırlamaya başladı (2). Bu çalışmalar, her ne kadar birbirlerinden kopuk ve üst ölçek plan olmadan hazırlandığı için ilgili meslek örgütleri tarafından haklı biçimde eleştirilse de; özellikle Orhan Bolak, Orhan Bozkurt, Gazanfer Beken tasarımı Ulus İşhanı ve Çarşısı ve Ulus Meydanı Tanzim Projesi ile Ferzan Baydar, Affan Kırımlı, Tayfur Şahbaz tarafından projelendirilen Anafartalar Çarşısı’nın özgün işlevlerinde ve asıllarına uygun bir biçimde onarımını göz önüne aldığı için önemlidir (3). Ankara’nın ilk ticari ve bürokratik merkezi olan Ulus Meydanı ve çevresinin, 1950’li ve 60’lı yılların artan mekansal gereksinimlerine göre yeniden ele alınması sonucu yapılan bu çarşıların (4), yüzyıl ortası dönemin “prizmatik blok” dilini yansıtan kütle ve açık alan kararlarıyla ve birebir ölçeğe dek inen detay çözümlemeleriyle, dönem temsili olarak varlıklarını sürdürebilmeleri bu dönemin önemli bir kazanımı olmuştur (5).

Ne var ki tam karşılarındaki 100. Yıl Çarşısı için süreç farklı biçimde işlemiştir. Bugün mülga durumda olan Ankara İl Özel İdaresi’nin mülkiyetinde, uzun bir proje ve inşa sürecinin ardından Atatürk’ün 100. doğum yılı olan 1981’de tamamlanan yapının yıkımı için 2020’de çıkılan ihaleye meslek örgütleri ve ilgili akademik-profesyonel bileşenler büyük tepki göstermiştir (6). Sonrasında Şubat 2022’de açılan “Ulus 100. Yıl Çarşısı ve Yakın Çevresi Fikir Proje Yarışması” sonucu mevcut yapının korunarak yeniden işlevlendirilmesini öngören üç proje eşdeğer ödüle layık görülmüştür (7). Bununla birlikte Büyükşehir Belediyesi, yarışma sonuçlarını dikkate almaksızın ölçülebilirliği izaha muhtaç bir anket yoluyla yapının yıkımının halk tarafından istendiğini belirtmiş (8) ve ne tesadüftür ki başka bir 100. yıl olan 2023’te yapının yıkımına başlamıştır (9).

Bu özetin üzerinden görüşümü üç madde ile ifade etmek isterim: 

1. Ulus Meydanı’nın yakın zamandaki dönüşüm sürecinden de gözlenebileceği biçimde mimarlık ve şehircilik üzerinden ifade edilen politik anlatıların korunmasındaki seçiciliğin altını çizmek gereklidir. Tekil yapıların tasarımsal ve temsili değerleri üzerinden daha güçlü olarak konuşuyor olsak da özellikle 20. yüzyıl ve sonrasında, bir alan için koruma ve onarım değerlerini bütüncül olarak ele almakta sorunlarımız olduğu açıktır. 

2. Bu bağlamda anıtlar ve yapıtlar, kendi tekil varlıklarıyla değil, içinde bulundukları mekansal ve tarihsel bağlamla birlikte tarihsel anlatıyı şekillendirir. Ulus Meydanı’ndaki Zafer Anıtı’ndan yaklaşık otuz yıl sonra yapılan ve aslında anıtın taşınmasını da içeren bir kentsel tasarım projesinin ögesi olan Ulus İşhanı’nı bugün anıtı ve çevresini bir meydan olarak tanımlamak için başat bir bileşen olarak ele almamız bu anlamda rastlantısal değildir. Burada kolektif belleğe etkiyi salt başyapıtlar üzerinden kurmak, Halbwachs’ın kara tahta metaforunda olduğu gibi mekan ve kullanıcı arasındaki etkileşimin bozulması ve kolektif belleği yazılıp silinmesi tahtanın varlığından bağımsız ilerleyen bir geçiciliğe sürükleme anlamı taşınır (10). Maalesef yapılıyor (ve yapılabilir), ancak bilinçli biçimde yapılıp yapılmadığı tartışmaya açıktır.

3. Bir yapılı çevre öğesinin imgesini salt büyük, törensel ölçekten ele almaktansa; daha gündelik ve sivil olan yayalık düzleminden ele almaktan yanayım. İşletmesel sorunlarının getirdiği ve aslında kısa bir çalışmayla bertaraf edilebilecek eksikleri dışında, Ankara’nın ilk törensel aksı olan İstasyon Caddesi’ni Ulus Meydanı’na bağlayan eğimli arsa üzerinde yer alan 100. Yıl Çarşısı, farklı nivolardaki hareketli yüzeyleriyle bu anlamda önemli bir kamusal potansiyele sahipti. Mevcutta ise bu kademeler yıkılarak alt kotta yarı gömük bir ticari hacim ve otopark girişi, üst kotta ahşap oturma birimleri, gölgelikler ve peyzaj elemanlarından oluşan bir dinlenme parkı oluşturulmuş, zemin altı tümüyle otoparka ayrılmıştır (Resim 2). Gündüz saatlerinde farklı yaş gruplarından kullanıcıların bu parkı kullandığı görülse de özellikle yaz aylarında gölgeliklerin yetersiz kalması, oluşturulan iki kademe arası zayıf ilişki, toplanma alanı ve Zafer Anıtı arası bakıyı engelleyen, siyah yapay taş kaplı otopark girişleri ve üstyapıdaki imalat sorunları alanın kullanılabilirliğini azaltmaktadır (Resim 3). Kısaca, yerine yapılan açık alanın Ulus’taki simgesel-işlevsel potansiyeli karşılamaktan çok uzakta kalan tanımsızlığı, sayısız bileşenin yer aldığı çalkantılı bir sürecin sonuç ürününün niteliğine daire düşüncelere sevk etmektedir. 

Sonsöz: Elim de varmıyor yazmaya gerçi ama: “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.”

Resim 2. Ulus 100. Yıl Meydanı oturma birimleri.

Resim 2. Ulus 100. Yıl Meydanı oturma birimleri.


Resim 3. Ulus 100. Yıl Meydanı.

Resim 3. Ulus 100. Yıl Meydanı.

Kaynaklar

  1. “Ulus Tarihi Kent Merkezi’nde Büyük Dönüşüm: Ulus 100. Yıl Çarşısı Açıldı”. Ankara Büyükşehir Belediyesi. 30.07.2024 tarihinde https://www.ankara.bel.tr/haberler/ulus-tarihi-kent-merkezi-nde-buyuk-donusum-ulus-100-yil-meydani-acildi-17165 adresinden erişildi.
  2. Bu konuda TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi’nin hazırlamış olduğu ve sonraki süreçteki itirazlarına temel oluşturan raporu bağlantıda inceleyebilirsiniz: https://www.spo.org.tr/resimler/ekler/a97fc32b3c0b42a_ek.pdf
  3. Yazı kapsamını aşmaması için ayrıntılarına girmediğim bu çalışmaların derlendiği yayına Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin internet sayfasından erişmek mümkündür: https://s.ankara.bel.tr/files/2023/11/20/19f53dc0a4e0dd1b20c6f55376f19e48.pdf
  4. Ali Cengizkan ve Didem Kılıçkıran, Yer’in Sesi: Ulus İşhanı’nın Söyledikleri. Ankara: Arkadaş Yayınları, 2009, 26-28.
  5. Bozdoğan, Sibel ve Esra Akcan, Turkey: Modern Architecture in History. London: Reaktion Books, 2012, 114-116. Bu vesileyle Cumhuriyet dönemi modern yapılarının korunmasına yönelik kamuoyu bilinirliği sağlamak üzere yıllardır sabırla çalışan TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi’ne, Mimarlar Derneği 1927’ve ve docomomo Türkiye Çalışma Grubu’na teşekkürü bir borç bilirim.
  6. Yapının geçmişi ve Ulus’un bütünlüğü içerisinde korunmasına dair ayrıntılı bir değerlendirme için: Elif Selena Ayhan-Koçyiğit, Leyla Etyemez-Çıplak ve Yiğit Acar, “100. Yıl Çarşısı Koruma – Yıkım Tartışmaları ve Ulus Tarihi Kent Merkezine Bütüncül Yaklaşım Önerisi”, Mimarlık 415, 2020, 13-19.
  7. “100. Yıl Çarşısı ve Yakın Çevresi Fikir Projesi Yarışması Sonuçlandı”. Arkitera. 30.07.2024 tarihinde https://www.arkitera.com/haber/100-yil-carsisi-ve-yakin-cevresi-fikir-projesi-yarismasi-sonuclandi/ adresinden erişildi.
  8. “Vatandaş Meydan Olsun Dedi!” Ankara Büyükşehir Belediyesi. 30.07.2024 tarihinde https://www.ankara.bel.tr/haberler/vatandas-meydan-olsun-dedi-ulus-meydani-ve-100-yil-carsisi-anketi-sonuclandi-15805 adresinden erişildi.
  9. Burada Çavuşoğlu’nun güncel Türkiye kentleşme biçimlerine dönük değerlendirmesinden yararlanarak, kalkınmacılık adına yapılan her yatırımı, her temel atma töreni tutkuyla benimseten  kendine özgü yönetişim ve icraatçılık arayışını da özellikle yarışmanın uygulanamama ve “anket” yoluyla yok sayılma sürecinin arkasındaki temel motivasyon olarak ön plana çıkarmak isterim. Erbatur Çavuşoğlu, Türkiye Kentleşmesinin Toplumsal Arkeolojisi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014, 257-258.
  10. Maurice Halbwachs, The Collective Memory. NY: Harper Colophon Books, 1980, 115.

“Çağdaş mimarlık eserlerinin anlaşılmasının, toplumun hafızasında yer etmesinin belirli bir zamana ihtiyaç gösterdiği genellikle kabul ediliyor. Ancak ben sorunu temelde, toplumumuzun mimarlık mesleğinin kişisel ve toplumsal yaşantımıza yapacağı katkıları algılamasında buluyorum.”

Doğan Tekeli, Mimar

Tarihsel anıtlarımızın ve simgesel mimarlık ürünlerimizin korunması konusunda toplumumuzun ortak bir bilince sahip olduğu söylenebilir. Camilerimizin, saraylarımızın, çeşmelerimizin, değerli tarihsel mimarlık eserlerimizin korunması için siyasal iktidarların büyük kaynaklar ayırdığı, ciddi çabalar gösterdiği biliniyor. Yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizde, sadece ayakta kalan yapılarımızı değil, Anadolu coğrafyasındaki tüm arkeolojik kalıntıları ortaya çıkarmaya, ayağa kaldırmaya çalıştıkları da biliniyor; yapılan çalışmaları izliyor, takdirle karşılıyoruz.

Ancak çağdaş mimarlık eserlerinin korunması konusunda hem iktidarlarımızda hem sivil toplumumuzda bir umursamazlık, bir kafa karışıklığı olduğunu da görüyoruz. Çağdaş mimarlık eserlerinin anlaşılmasının, toplumun hafızasında yer etmesinin belirli bir zamana ihtiyaç gösterdiği de genellikle kabul ediliyor. Ancak ben sorunu temelde, toplumumuzun mimarlık mesleğinin kişisel ve toplumsal yaşantımıza yapacağı katkıları algılamasında buluyorum. Meslekteki ilk yıllarımdan başlayarak bu gerçeğin farkına varmıştım. En az yarım yüzyıldır, bir kısım medyanın, pek çok meslektaşımızın, toplumumuzda bu bilincin yer etmesi için çabaları olduğunu görüyoruz. Başarılı mimarlık eserlerimizin sayısına göre, yayımlanmakta olan mimarlık dergilerimizin sayısı, birçok Batılı ülkeye göre daha fazla. Az sayıda da olsa, başta TRT 2 olmak üzere, diğer televizyon kanallarımız da mimarlıkla ilgili yayınlar gerçekleştiriyor. Buna rağmen toplumumuzun mimarlığa ilgisini sağlayamadık. 

Ben 2008 yılında İSMD yönetim kurulunda görevdeyken Türk toplumunun mimarlığı ne kadar bildiğini, mimarın görevinin ne olduğu hakkındaki bilincinin hangi oranda olduğunu ölçebilmek amacıyla bir araştırma kurumunu görevlendirmek istemiştim. Sonucu öğrenecek ve yayınlayacaktık. Ne yazık ki o yıl derneğimizin mali olanakları buna imkan vermedi. Yıllardır verdiğim bir örnek var. İngiliz filozofu John Ruskin, 19. yüzyılın ortasında, “Seven Lamps of Architecture (Mimarlığın Yedi Lambası)” adlı bir kitap yayımlamış. Geçen yıllarda, bu kitabın 1910 tarihli bir baskısı elime geçti. Kitabın altmış bininci kopyası idi. Gene yıllar önce, bir yurt dışı seyahatimde mimarlık yayınları satan bir kitabevinde Roger Scruton adlı bir İngiliz yazarın “The Aesthetics of Architecture” adlı, oldukça hacimli bir felsefi kitabı gözüme çarpmış ve satın almıştım. Ondan birkaç yıl sonra, İstanbul’da bir toplantıda karşılaştığım bir kişinin ismi bana söylendiğinde hatırlayıp kendisinin bir kitabının bende olduğunu söyledim. Şaşırdı ve memnuniyetini ifade etti. Sonra kendisinin ünlü İngiliz gazetesi “The Daily Telegraph”ın devamlı mimarlık yazarı olduğunu söyledi. Dönüşünde de kitabının imzalı bir kopyasını nazik bir jest olarak bana gönderdi.

Düşündüm, bizde rahmetli Oktay Ekinci’nin Cumhuriyet’teki sütununu hatırladım. Ondan sonra maalesef hiçbir gazetemizde mimarlığa benzer bir ilginin gösterilmediğini gördüm. Aslında cumhuriyet hükümetleri sadece anıtların değil, tüm doğal ve kültürel varlıklarımızın korunması konusunda ciddi yasal önlemler düşünmüş, kanunlar da çıkarmıştır. Ancak, toplumsal bilinç geliştirilmeden, sadece yasalarla mimarlık eserlerinin korunmasını başaramıyoruz.

1963 yılında, Sami Sisa ve Metin Hepgüler ile, kendimiz için Topağacı’nda görece küçük bir apartman inşa etmiş, adını da Site Apartmanı koymuştuk. Yaklaşık elli yıl sonra, ortaya bir tamir ihtiyacı çıktı. Tamirat ruhsatı almak için belediyeye başvurduğumuzda, apartmanın ikinci derece eski eser olarak tescil edildiğini sevinerek gördük. Tescil gerekçesi, yapının benim imzamı taşıması ve orada yıllarca yaşamış olmamızmış. Kimsenin tanımadığı, hiçbir yerde yayımlanmamış apartman için böyle bir duyarlılık gösterilmesi bizi elbette memnun etti, ama tamir ruhsatını alabilmemiz de hayli uzun sürdü, sıkıntılı oldu. Diğer yandan, bizim tasarladığımız iyice bilinen, çok defa yayımlanmış, üzerine belki en az otuz kadar konuşma yaptığım İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ), bir türlü tescil edilememişti. Rahmetli Afife Batur’un bu konuda gayretleri olduğunu iyi hatırlıyorum. Geçen ay bir sempozyumda adı geçti, ben de konuşmacılar arasında idim. Toplantı sonunda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Varlıklarını Koruma Daire Başkanlığı Kültürel Mirası Koruma Müdürlüğünde çalışan iki genç meslektaşım benimle görüşmek istedi. Bana, Kültürel Mirası Koruma Müdürlüğü olarak İMÇ ile yakından ilgilendiklerini, İMÇ’nin İstanbul Koruma Bölge Kurulunca tescili için uğraştıklarını ve yaptıkları müracaatın söz konusu kurul tarafından reddedildiğini anlattılar. Daha sonra, Ankara’daki Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kuruluna da başvurduklarını, oradan da ret cevabı aldıklarını söylediler. İMÇ konusunda hazırladıkları kapsamlı dosyanın bir kopyasını da bana verdiler. Bu ret cevaplarının arkasında birtakım niyetler olduğunun söylediğini de naklettiler. İMÇ gibi, Cumhuriyet Dönemi modern mimarlık eserleri arasında, şehircilik bakımından da mimarlık bakımından da tarihsel şehir dokusu içinde yeni yapıların nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini gösteren ve önemli olduğu kabul edilen bir yapının, tüm çabalara karşın bir türlü tescil edilmemesi gösteriyor ki, yasayı uygulayanlar inanmadıkça yasaların varlığı pek de yeterli olamıyor.

1960’lı yıllarda, rahmetli Muhsin Ertuğrul, Türkiye’de tiyatronun önemi konusunda adeta tek başına bir kampanya başlatmış, Anadolu’nun birçok kentinde devlet tiyatrolarının açılmasını sağlamış, tüm Türkiye’yi her alanda kalkındırmanın tiyatro sanatının toplumca benimsenmesine bağlı olduğuna inandırmıştı. Neden olmasın? Nereden başlarsak o kadar çok mesafe alırız. Bu yıldan itibaren, başta Mimarlar Odamız, diğer meslek kuruluşlarımız, mesleki dergilerimiz ve tüm mimarlar, hepimiz, mimarlığın toplumun kalkınmasındaki yadsınamaz rolünü anlatmaya başlarsak, kim bilir belki de on yıl sonra, bir mimarlık yayınının bizde de on binler mertebesinde basıldığını, toplumun mimarlara saygı gösterdiğini görebiliriz. 

“Kentsel hafızanın kesintisiz varlığı, yıkımla değil, aksine katmanlaşmayı tasarlamakla mümkün olacaktır. Tek bir katmanın gücünü zayıflatmanın ya da vurgulamanın getireceği algı bozumu üzerinde düşünülmelidir.”

Elvan Ebru Omay Polat, Doç. Dr.
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Restorasyon Ana Bilim Dalı

“Mimarisiz yaşayabiliriz, fakat onsuz hatırlayamayız.”
J. Ruskin, 1849

Mimarlık ile biçimlenen kent, içinde yaşayanlar için bir kolektif hafıza mekanı olduğu kadar bir temsiliyet alanıdır. Bu temsiliyeti tarihin kendi anlatısı dışında somutlaştıran tarihi mekanlardır. Bu mekanların en erken örnekleri anıtlar ve onları çevreleyen izleme mekanları, kamusal alanlardır. Hafıza mekanları, sosyal kodlara göre şekillenen kolektif bir oluşumdur (Halbwachs, 1992). Anıt ve değeri üzerine çalışmalarıyla özellikle koruma alanını yönlendiren Alois Riegl, 1903 yılında yayınladığı “Modern Anıt Kültü” başlıklı makalesinde anıtı şu şekilde tanımlamaktadır: “Anıt en eski ve özgün anlamıyla, insanın tek başına yaptığı işleri veya gösterdiği hünerleri, veya bunların bir karışımını, özellikle gelecek kuşakların zihninde canlı tutmak amacıyla inşa ettiği eserlerdir. Antik Çağ ve Orta Çağ kentlerinde tarih ve siyasetle ilişkili bir biçimde tasarlanmış anıtlar, kentlerin imgesi olarak ortaya çıkmakta ve siyasetle ilişkisi sürdükçe korunmaktadır.”(Riegl, 2015). Rönesans’tan itibaren mimarın kent kurgusunu dönüştürmeye ilişkin mesleki tanımının değişimi kent biçimlenmesinde anıtların yanı sıra, kamusal yapıları ve anıtsallığı vurgulanan siyasi mekanları birer tasarlanmış anıt olarak kentsel mekana katacaktır (Tanyeli, 2015).

Kent, tarihi ile var olur. Onu yaşayan bir mekan kılan “yerin ruhu”, siyaset ile ne kadar iç içe geçmişse o kadar etkin olacaktır. Her kent için geçerli olmayan bu durum, siyasetin kurgusuyla şekillenen kentlerde kurucu mekan olacaktır ve kent bu bağlamda siyasetin değişimiyle şekillenmeye başlayacaktır. Çok katmanlılığın kent deseninde vurgulanmadığı Brazil, Chandigar, Ankara gibi modern başkentler siyasi kurgunun mekandaki göstergeleri ile şekillenmiştir. Çok katmanlı tarihselliğin okunduğu kentlerde ise siyasi tercihlerle çatışan dönemler birbirini yok etme riski altındadır. Bu nedenle tarihin algısını şekillendiren tasarlanmış anıtlar istenmeyen anıtlara dönüşmektedir. Bu aynı zamanda siyasi tarihin mekanlarını da yok etmekte ve tarihsel süreçte bir boşluk ya da kırılma yaratmaktadır.  

Tasarlanmış anıtlar kolektif hafızanın da kurucu ögelerindendir. Kentin tarihi ile ilişkilenen ve sonradan anıt olarak benimsenen yapılar da bu hafızanın tetikleyicileri ve göstergeleridir. Kolektif hafıza, koruma ile değişken bir ilişki içindedir. Her ne kadar hafıza ve koruma birbirini destekleyen kavramlar olsa da, hafızadaki yıkım ve yeniden yapım belirli bir dönemi canlandırmanın ve yaşatmanın değişen mekansal kurgusunu yaratır. Korunan anıtlar kadar yıkılan anıtlar da kentin tarihsel anlatısının bir parçası olmaktadır. Rekonstrüksiyonun yönlendiği anıtlar ise bu nedenle kentin mimari sürekliliğine değil siyasi yönelişe göre şekillenmektedir. Bir diğer deyişle, “İktidarlar geçmişin şehirdeki görüntüsünü istedikleri biçimde sunarak onun toplum hafızasındaki yerini yeniden belirlerler.” (Artun, 2019).

Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından kentlerin hafızadaki algısının yönelimi 1930’larda bizzat Atatürk’ün dikkat çektiği bir konu olmakla birlikte durağandır. Yasal düzenlemelerle biçimlenen bir koruma yaklaşımının ortaya çıkışı ise 1950’ler sonrasında gerçekleşir. Korumanın yeni kentsel kurgu ile ilk çatışmaları bu dönemde şekillenecektir. Güncel koruma tartışmaları sıklıkla modern mimarlık mirası olarak tanımlanan yakın geçmişin mirası üzerinden şekillenmektedir. Ancak yakın tarihte siyasi erkin gücünü kamusal alan ve yapılarla daha yoğun bir ilişki ile güçlendirmesi, yapıların, özellikle de  Cumhuriyet’in siyasetini ve kamusal gücünü temsil eden yapıların yıkımını temsiliyetin güçlü olduğu kentlerde, başta Ankara’da gerçekleştirmektedir.

Geçmişte yok edilen anıtların aksine, çağdaş koruma anlayışınca katmanlaşmanın ve kent tarihinin bu kesiti, Cumhuriyet ideolojisini ve temsiliyetini tanımlanmakta; bu tarihsellik, onu mimarlık ve kentleşmenin nitelikli ürünleri olarak değerlendirmenin önüne taşımaktadır. Bu nedenle temsiliyet üzerinden ilerleyen karar süreçleri, bu mekanları kent tarihi ve kent yaşamına ilişkin kolektif hafıza mekanları olarak okumanın, algılatmanın ve sunmanın etkisinden faydalanmalıdır. 

Bugün korumanın içeriği fiziksel, doğal, somut ve somut olmayan değerleri de içeren biçimde dönüşmektedir. Sadece kent değil, çevresi, güncel koruma kavramları ve değişen tarihi, toplumsal, ekolojik boyutlarının da güncellenmesi ile değişmektedir. Üretim yapılarının dönüşümü ve yeniden kullanımı, peyzajı ile birlikte korunması gerekli alanlar, konut stoğu ve kentsel koruma, ekonomik ve ekolojik boyutta çevreyi etkilemektedir. Ataköy, Saraçoğlu Mahallesi gibi yakın geçmişin ve modernleşmenin mekansal özelliklerini ve yaşam kurgusunu yansıtan mekanlar, fabrika ve diğer üretim yapıları ve donatıları, kent içi ve kent çeperinde peyzajı şekillendiren AOÇ gibi kültürel peyzaj alanları, park alanları ve ilişiğindeki açık alanlar gibi kent peyzajları üst ölçek koruma planlarının konusu olmalıdır. 

Ancak bu yaklaşıma engel, daha çok hukuki ve idari boyuttadır. Siyasi erkin kentin tümünde karar verici alt kurumlara dönüşümü, kente dair tüm kararları siyasallaştırmakta ve değişen siyasi görüşe göre şekillendirme çabasına girmektedir. Siyasi süreçlerle paralel ilerleyen dönüşümler ise sürekliliği imkansız kılarken, sürekli yön ve biçim değiştirmektedir. 

Günümüz anıtları çağdaş bir yaklaşımla var olan mekanın tarihselliği bilinci ile tasarlanmalıdır. Kentsel hafızanın kesintisiz varlığı, yıkımla değil, aksine katmanlaşmayı tasarlamakla mümkün olacaktır. Tek bir katmanın gücünü zayıflatmanın ya da vurgulamanın getireceği algı bozumu üzerinde düşünülmelidir. Kentsel imgenin varlığı ise anıttan kent bütününe, somut ve somut olmayanın birlikteliğine evrilmiştir. Çağdaş koruma, bu gelişmeyi detaylı olarak tartışmak için ortam yaratmaktadır. Bu konuda ICOMOS’un Valetta İlkeleri (2011) ve Faro Sözleşmesi (2005) güncel duruma referans veren yönlendirici metinlerdir. UNESCO’nun 2015 yılında tanımladığı ve Türkiye tarafından da kabul edilen Sürdürülebilir Gelişim Hedefleri’nin sürdürülebilir kentleri konu alan 11. hedefi bağlamında kentler kültür mirasını gözeten bir yaklaşımla tasarlanabilir.  

Somut olmayan kentsel imgelerin temsiliyeti mekanlarda çağdaş teknolojiyle, algı ve sunum yöntemleriyle güçlendirilebilir. Sürekliliğin okunduğu ve çağdaş tasarımla bütünleşen yapılar ve kamusal alanlarda var olmak, mekanda yaşayan kadar mekanı ziyaret eden için de tarihsellik kavramı bağlamında daha objektif bir anlatının da yöntemi olabilir. 

Kaynaklar

  • Artun, N.A., 2019. Muhafaza Mimarlık, İletişim Yayınları.
  • Halbwachs, M. (1992), On Collective Memory, çev. L. A. Cosner, University of Chicago Press, Chicago (IL).
  • Riegl, A. (2015). “Modern Anıt Kültü”. İstanbul: Daimon Yayınları.
  • Tanyeli, U., (2017). Yıkarak Yapmak,  Anarşist bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık , Metis Yayınları.
  • https://www.icomos.org/en/resources/charters-and-texts
  • https://www.unesco.org/en/sdgs

“Kentin ikonik, anıtsal yapıları kolektif hafızanın işleyişini uyarırlar; toplumsal hafızanın tarih yazımının ideolojik, politik, ekonomik çıkarlarca belirlenen çerçevesinin sınırlarını aşmasına uygun zemini inşa ederler; geçmişi bugüne ve geleceğe ilmekleyerek kentsel bilinç, aidiyet ve kimlik üzerinden kuşaklar arası bir süreklilik kurarlar.”

Erdem Ceylan, Dr. Öğr. Üyesi
MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü Bina Bilgisi Bilim Dalı

Mimari nesnenin çağlar boyunca salt deneyim bilgisiyle inşa edilegelmiş tektonik varlığının insanlığın tüm bilgisini kuşaktan kuşağa aktarmadaki merkezsel rolü; Rönesans’tan itibaren mimari temsil alanının doğuşu, matbaanın icadı ve kitabın toplumsal ölçekte dolaşıma girmesiyle büyük ölçüde erozyona uğramıştır. Ancak mimarlığın göstergesel ve temsiliyete ilişkin bilgileri taşıma, koruma ve iletme işlevi, mesajlarının kitlesel ölçeklerde alımlanmasını arzulayan popülist veya totaliter politik iktidarlar tarafından hemen her çağda özellikle kentsel alanlarda araçsallaştırılmıştır. Kimi zamansa araçsallaştırılan, söz konusu işlevselliği zamanlar ötesi bir yayılım gösteren ve politik veya tarihsel öneme sahip olan mimari nesnenin politik iktidarın meşrulaştırdığı ideolojik veya ekonomik getiriler uğruna yıkılmasıyla ortaya çıkan boşluk olmuştur. Oysa, sanat tarihçisi Aloïs Riegl’ın sınıflandırmasından hareketle, gerek anıt olmaları amaçlanmış, gerek tarihsel ve politik önemlerinden dolayı anıtlaşmış, gerekse yalnızca eski olmaları nedeniyle değer kazanmış yapıların korunması daima “yeni”yi arayan modern insan için 20. yüzyılın başından itibaren bir etik sorumluluk meselesidir. Çünkü kolektif hafızanın işleyişi doğrudan doğruya kentsel mekana özgünlüğünü ve niteliğini bahşeden tüm bu anıtsallaşmış yapıların tektonik sürekliliğine bağlıdır.

İnsanın modernleşme öyküsü, hafızanın yerini tarihin ve tarihyazımının almasının da öyküsüdür. Kronolojik zaman kavrayışının üzerinde temellenen tarihyazımı nesnel, tarafsız, tutarlı ve saydam bir tarihsel anlatı yazdığı iddiasındadır, ancak kaçınılmaz biçimde öznel, eksik ve bağlamsal bir meta-kurgudur, iktidarın taraflı dilinden konuşup ona hizmet eder. Oysa kentin ikonik, anıtsal yapıları kolektif hafızanın işleyişini uyarırlar; toplumsal hafızanın tarihyazımının ideolojik, politik, ekonomik çıkarlarca belirlenen çerçevesinin sınırlarını aşmasına uygun zemini inşa ederler; geçmişi bugüne ve geleceğe ilmekleyerek kentsel bilinç, aidiyet ve kimlik üzerinden kuşaklar arası bir süreklilik kurarlar. Kentsel dokuyu ören konut stoğunun kapitalist yapı üretiminin gücüne teslim oluşuna ve dolayısıyla kaçınılmaz geçiciliğine karşı görece kalıcılıklarıyla kolektif hafızanın sağlıklı işleyişi için temel referans noktalarıdırlar. Toplumsal ölçekte etki bırakan önemli olaylara veya deneyimlere ait anıların biriktiği düğüm yerleridirler. Kentli, onlarla bedensel ve zihinsel etkileşime geçerek kentini adeta sonsuz sayıda katmandan oluşan postmodern bir kurmaca metin, kısmen silinmiş kısmen okunaklı fragmanların oluşturduğu bir palimpsest gibi okuyabilir, bu sayede ontolojik kaygılarına ve zaman-mekansal varoluşuna dair farkındalığını diri tutar.

Muhafazakar görünümlü neoliberal kapitalist iktidar, politik ve ekonomik rant devşirme amacıyla üç yöntem uygulamaktadır: Birincisi; belediye binaları, adliye sarayları, üniversiteler gibi kamusal yapıların ölçüleri aşırılaştırılmış kütle ve dekoratifleştirilmiş cephe kompozisyonlarında Selçuklu ve Osmanlı mimarlıklarından devşirme motif ve ögeleri kuramsal meşruiyetten yoksun bir eklektisizmde birleştirmek. İkincisi; büyük şehirlerin merkezlerindeki yüksek rant potansiyelli alanlarda (hastaneler, fabrikalar, okullar, vd.) bulunan, özellikle Cumhuriyet dönemi mimarlığının kentsel hafızada yer etmiş nitelikli yapılarını korumasız bırakarak işlevsizleştirmek, yıkımın ardından yerlerine kimi zaman yeni, kimi zamansa yıkılanların niteliksiz taklitleri olan binalar inşa ettirmek. Üçüncüsüyse; mevcut olmayıp kentsel hafızadan da silinmiş binaların rekonstrüksiyonlarını popülist bir kentsel tarih yazımı politikasının vitrini olarak yaşama geçirmek. Mehmet Konuralp’in Zincirlikuyu’daki Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü binasının, Sedad Hakkı Eldem’in Salıpazarı antrepo ve ofislerinin, Rebii Gorbon’un Karaköy Yolcu Salonu’nun, Hayati Tabanlıoğlu’nun Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin, Orhan Şahinler’in Eminönü’ndeki İstanbul Ticaret Odası binasının, Günay Çilingiroğlu ve Muhlis Tunca’nın Tercüman Gazetesi Matbaa ve Yönetim Tesisleri’nin, vd. toplumsal hafıza ve mimarlık mirası açısından önemli olmalarına rağmen korun(a)mamış oldukları söylenebilir.

Başta Sedad Hakkı Eldem’in Fındıklı’daki Aksigorta (eski Akbank Genel Müdürlüğü) Binası olmak üzere, Doğan Erginbaş, Ömer Güney ve İsmail Utkular’ın Harbiye’deki İstanbul Radyoevi, Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler’in Saraçhane ile Unkapanı arasındaki İstanbul Manifaturacılar Çarşısı ve Nevzat Erol’un Saraçhane’deki İstanbul Belediye Sarayı halen ayakta olmalarına rağmen Cumhuriyet dönemi modern mimarlık mirasını korumaya karşı geliştirilen duyarsızlıkla karşı karşıyalar. Oysa Kabataş-Karaköy ekseninin kentsel hafızasındaki, Akademi’den ve Salıpazarı antrepolarından sonra, üçüncü Eldem imzası olarak Aksigorta Binası geleneksel mimarlığımızın modüler strüktür anlayışını güneş kontrolü işlevine de hizmet edecek biçimde yorumlamasıyla; askeri darbeler gibi birçok tarihsel, politik, toplumsal olayın tanığı İstanbul Radyoevi döneminin teknolojik gereksinimlerine sunduğu özgün mekansal çözümleri ve toplumun ses hafızasındaki yeriyle; modern mimarlığımızın ilk strüktüralist doku-yapısı İstanbul Manifaturacılar Çarşısı, yakınındaki tarihi çevreyle düzeyli diyaloğu, yetkin mekansal örgütlenmesi ve barındırdığı sanat yapıtlarıyla; ve hizmet ettiği kentin tüm modernleşme tarihinin biçimlendiricisi ve tanığı İstanbul Belediye Sarayı, Uluslararası Üslup’un Le Corbusieryen kütle kompozisyonunun ülkemizdeki ilk örneği olarak olabildiğince orijinal durumlarıyla korunmayı hak ediyorlar.

Meşruiyet zeminini ilerlemeci tarih ve uygarlık paradigmasının inşa ettiği kapitalist üretim ve tüketim döngüsünün ulaştığı son noktada küresel ölçekli iklimsel, tıbbi ve ekonomik krizlerle karşı karşıyayız. Bu durum, mimarları ve kentsel planlamacıları mesleki pratiklerini kendilerini çağdaş mimari üretimin gerekliliği, miktarı ve hızı üzerine düşünmek zorunda bırakan bir etik sorumluluk çerçevesinde gerçekleştirmeye zorluyor. Dolayısıyla çok yakın bir gelecekte mimari pratiği, yeni binalar tasarlayıp inşa etmekten çok mevcut kentsel yapı stoğunu mekan, malzeme, iş gücü ve ekonomiyi tasarruflu kullanma yönünde değerlendirmek biçimlendirecek. Bu da mimarı ve kentsel planlamacıyı kentsel hafıza ve mimari mirasın korunması üzerine teorik ve pratik üretimde bulunmaya zorlayacak. Böylesi bir üretimin kaçınılmaz biçimde bugüne nasıl, hangi ilişkisellikler bağlamında gelindiği üzerine düşünen ve, Jacques Derrida’nın gizli kalmış tarihsel aktarımları temsil etmede “hayalet” metaforuna başvurmasından da hareketle, geçmişten nelerin hangi yollarla bugüne musallat olduğunun, kentsel hafızayı hangi bina ve olaylara ait anıların birlikte inşa ettiğinin, tarihin sürekliliklerle oluştuğu kadar kesintilerle de oluştuğunun farkında olan bir eleştirel tarih kavrayışı üzerinde temellenmesi gerektiği açıktır.

“Tarihin her aşaması, bir sonrakinin altyapısını oluşturur. İnsanlığın kendi evrimini, tarihi-kültürel yapı içinde gözlemlemesi, kendini daha değerli kılacak yönde motive eder.”

Ergün Derviş, Yüksek Mühendis Mimar

Mimarlık bağımsızlık nişanesidir. (Architecture is the badge of sovereignty.)”

Jan Morris

İnsanlık tarihinin somut belgeleri olan mimari yapılar, Antik Çağ’dan beri toplumların yaşam kalitelerini, nicel ve nitel boyutlarıyla sosyal, ekonomik, kültürel, estetik vd. değer ve duygularını anlatır. Antik Çağ’dan günümüze mimarlık siyasetle beraber var olmuş, Aydınlanma Dönemi’ne kadar dinsel anlayışın toplumlar üzerinde tek etken olduğunu simgelemiştir. Piramitler, saraylar, dinsel yapılar, anıtlar dönemin niteliğini, otoritenin gücünü simgeler. Bu dönemde, dinsel kurumlar ve saray, mimarinin işverenleridir. Aydınlanma ile seküler anlayışla bilimselliğin benimsenmesi, bireyin bir değer olduğunun kabul edilmesi; toplumları, devletleri, uygarlık yönünde etkilemiştir. Mimarlık da bu bağlamda anlatımını bulmuş; adalet binaları, mahkeme salonları, müzeler, galeriler, işçi konutları, sosyal konutlar inşa edilmiş; yani sanayici ve yönetim kurumları mimarinin yeni işverenleri olmuştur. 20. yüzyıla kadar otoritenin gücünü simgeleyen mimarlık, artık işçi ve sosyal konutlar gibi sivil mimari ürünleriyle sosyal yaşamı yansıtırken çevresine yukarıdan bakarak gölgeleyen gökdelenlerle holdinglerin prestijini simgeleyen yapılar da üretmiştir.

Mimarlığın siyaset kurumlarıyla ve işverenle olan ilişkilerinde süreç önemlidir. Mimarlığın yönlendirilen veya yönlendiren olması toplumun kültürel yapısıyla bağlantılıdır. Bu bağlamda, uygarlaşmanın her alanda eşgüdümle yaşanırsa başarılabileceğinin bilinciyle ve nüfusun %80’den fazlasının köylerde, kırsalda yaşadığı göz önünde bulundurularak genç Türkiye Cumhuriyeti’nde kalkınmanın ve eğitimin kırsaldan başlatılması amaçlanmış, 1931 yılında Türk Tarih Kurumu, 1932 yılında Türk Dil Kurumu ile halkevleri kurularak milli tarih, milli dil ve milli kültür ile toplumun aydınlatılması, ulus-devlet şuurunun aşılanması hedeflenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi kapsamında devrimler hayata geçirilmiş, bu hareket, mimarlık uygulamalarına yansıtılmıştır. Halkevi, okul ve idari binalarda biçimsel değişiklikler yaşanmış, modern kompozisyonlarla mimari yapılar devrimin yüzünü simgelemiştir. Olumlu sonuçlar alınmaya başlandığı sırada, 1950 yılında, siyasetteki değişim bu gelişimi engellemiş, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında da Milli Eğitim Bakanı’nın tarikatları “çalışma arkadaşları” olarak nitelemesi, ümmet-devlete rücu etme hevesi, en hafif deyimle, talihsizlik olmuştur. Günümüzde, eskiye öykünen bir anlayışın yansıtılması siyasi erkin tercihi olmuş, bu anlayışla Çamlıca ve Taksim camileri inşa edilmiş ve fakat çağdaş dünya mimarlığıyla yarışan Çamlıca Kulesi gibi özgün yapılar da üretilmiştir. Bu örnekler ve öncülleri ifade ettikleri biçimleriyle kolektif hafızada yerlerini almaktadır.

Mimarlığın insanlık tarihinin somut belgesi olduğu tanımlaması, siyasi ifade ve gücün aracısı olduğunun anlatımıdır. Önemli ve değerli olan, mimarlığın çağdaş, entelektüel, bilimsel, estetik normlarla toplumun beklenti ve taleplerini karşılaması, siyasetle ilişkilerinde de siyasetin güdümünde olmadan, siyasi irade ile toplum arasında yönlendirici ve katalizör olabilmesidir.

Koruma politikası, kimlik politikasıdır ve toplumun heterojen yapısı gözetilerek uygulanmalıdır. Koruma olmazsa toplumsal çeşitlilik de yitirilmiş olur. Siyasi ve tarihi öneme sahip yapıların korunması kentsel ve toplumsal hafızanın canlı tutulmasını sağlar. Aynı şekilde anıtlar ve simgesel yapılar da bir şehrin anlatısını şekillendirir, kolektif hafızayı olumlu yönde etkiler. İstanbul’da Tarihi Yarımada ile Roma ve Prag’ın kentsel ortamının günümüze taşınmış olması, insanlığın gelişiminin yönünü de hem belirlemekte hem de ifade etmektedir. Tarihin her aşaması, bir sonrakinin altyapısını oluşturur. İnsanlığın kendi evrimini, tarihi-kültürel yapı içinde gözlemlemesi, kendini daha değerli kılacak yönde motive eder. Mimari mirasın korunmasında da evrensel, hümanist bir yaklaşım sergilenmelidir.

Toplumsal ve kentsel hafıza açısından önem arz eden yerlerden biri kuşkusuz Gezi Parkı’dır. Topçu Kışlası bu alanda 1806’da inşa edilmiş, farklı kullanım biçimlerini takiben işlevselliğini de yitirmiş, 1940’ta Prost’un planlamasına göre yıkılmış ve bir yeşil-sosyal alan olarak biçimlendirilmiş, Cumhuriyet’in İstanbul’daki ilk parkı olarak inşa edilmiştir. 1950’lerde Maçka’ya kadar uzanan bu yeşil kuşak Hilton Oteli’nin inşasından başlayarak farklı zamanlarda yapılaşmış, 2000’lerin sonunda İstanbul Kongre Merkezi’nin inşası ve önündeki yolun bir daldı-çıktıyla düzenlenmesi sonucu bir kez daha kesintiye uğratılmış, 2011 yılında, siyasi erkin kışlanın yeniden canlandırılması isteği Anıtlar Kurulu tarafından reddedilmiş, buna karşın 2013 yılında parkın içindeki ağaçlar iktidar tarafından söktürülmeye başlanmıştır. Özetle bu aşamalar, doğrudan siyasetin ve/veya merkezi ve yerel yönetim iradesinin baskıcı, yapılı çevreyi dikte eden yaklaşımının yansımaları olmuştur.

Adından da anlaşılacağı üzere Gezi Parkı, halkın gezinmesine, dinlenmesine, soluklanmasına hizmet etmek amacıyla yapılmıştı ve Taksim Meydanı’na koşut bir huzur ortamıydı. Bu niteliklerinin iade edilerek korunması toplumsal, kentsel hafızada yer etmiş, toplumun da arzu ve hak ettiği huzurun sürekliliğinin temin edilmesi anlamını taşır. Daha az konuşulan, pek tartışılmayan bir diğer huzur ortamı Cennet Bahçesi idi. Ayaspaşa’dan Fındıklı’ya uzanan ve Sarayarkası Sokağı’ndan erişilen Cennet Bahçesi, 1950-70’li yıllarda toplumun soluklandığı, ekonomik ve nezih bir çay bahçesiydi. Zemini toprak ve çakıl olan, kademeli bahçesinde, ağaçların gölgesinde tahta masa ve sandalyelerde oturularak çay, kahve yudumlanan, Kız Kulesi, Salacak, Boğaz girişi ve Tarihi Yarımada panoramasıyla “anı üretmeye teşvik eden” bu eşsiz mekan şimdi, Türkiye Sanayi Bankası’nın mülkiyetinde ve kapıları dışardan geleceklerin kullanımına kapalı. Kentin bu ayrıcalıklı mekanının sit alanı statüsüne alınarak toplumun kullanımına açılması, kent hafızasının değerli bir ögesinin toplumla birlikte yaşamaya devam etmesi sağlanabilmeliydi. Cennet Bahçesi hem siyasi erkin gücünü hem de bağımsız bir karar mekanizmasına sahip olması gereken koruma kurumlarının zayıflatılmış, etkisiz hale getirilmiş konumunu bir kez daha örneklemektedir. Bu da yıkmaya, bozmaya yönelik arzuları teşvik etmektedir.

Kıbrıs adasında ilk yaşamın MÖ 10.000’lere uzandığı tahmin ediliyor. Zengin bir mimari kültür çeşitliliğine sahip olan Kıbrıs, tarihsel süreçte adaya egemen olan kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Klasik Antikite, Helenistik, Roma, Bizans, Venedik ve Osmanlı’ya ait yapılar Kıbrıs adasının zengin mimari kültür mozaiğini yansıtır. Bu mozaiğe, İngiliz kolonyal mimarisi eklenmiş, yapılar sömürge yönetiminin egemenliğini belirgin bir şekilde ifade edecek şekilde inşa edilmiştir. Osmanlı yapı karakteri 1930’lara kadar etkisini sürdürmüş; yaşam koşullarının da değişmesiyle mimaride yeni arayış ve çözümlere yönelim başlamıştır. 1946 yılı itibariyle yaşam standartlarının iyileşmesi mimariyi de etkilemiş, nüfus surlar dışına taşmış, neoklasik ve eklektik mimari uygulamaları gerçekleştirilmiştir. İngiliz yönetimi, yerli mimarları mesleği pekiştirme amaçlı İngiltere’ye göndermiş, belediyeler yetkilendirilmiş ve güçlü bir bütçe ile desteklenen yatırım programları uygulanmıştır. Kent yerleşim planlamaları, bina inşaat yönetmeliği çalışmaları başlatılmış ve yürürlüğe konmuştur. Ekonomik gelişmeyle havaalanı inşası, havayolu işletmeciliği kurularak, uçak yolculuğu kolaylaştırılarak özendirilmiş, ticaret ve turizm teşvik edilmiştir. Siyaset, yerel yönetimler ve mimarlık el ele, koordineli bir şekilde ekonomiyi canlandırmış, mimari yapılar gelişmenin simgesi olmuştur. Yapılar, bilimsel planlama ve modern mimarlık anlayışıyla projelendirilmiştir. Profesyonel mimarlık uygulamaları çerçevesinde yeni teknoloji, makine estetiği, modern malzeme kullanımı ile konforlu yaşam mekanları talebi oluşmuş ve gerçekleştirilmiştir. Ada mimarlığı Avrupa ve dünya mimarlığı ile yarış halindedir.

Kıbrıs’ta bağımsızlığın ilanından hemen sonra iki toplum arasındaki uyumsuzluk ve ayrışma sonucu Türkler kuzeyde, Rumlar güneyde yaşamakta, mesleklerini de ayrı ayrı icra etmektedir. KKTC’de mimarlık uygulamaları, diğer birçok alanda olduğu gibi, siyasetle bağlantılıdır. Siyasi belirsizlik, siyasi erkin topluma güven vermesiyle giderilebilir. Ancak o zaman KKTC mimarları da toplumun değerlerini, arzu ve umutlarını yansıtabilir. Tarihi yapıların önemi, mimarlık mirasını canlı tutmak demektir. Örneğin Lefkoşa ve Mağusa’nın surlar içi, Girne’nin eski liman bölgesi mimari dokularıyla tarihe ışık tutmaktadır. Dünyanın birçok yerinden ziyaretçiler, önleme çabalarına rağmen, akın akın güneyden kuzeye geçmekte, tarihi dokuyu yaşamayı önemsemektedir. Akdeniz’in en önemli tatil merkezlerinden Maraş, 50 yıldır kullanıma kapalı. Oteller, ticari yapılar, eğlence mekanları, kültür yapıları (tiyatro, sinema, kütüphane), idari yapılar, bankalar ve konut yapılarıyla 10.000 yatak kapasiteli Maraş siyasi irade ile mimarinin dramatik bir ortak konusudur. Maraş turizm kentinin yaşama geçirilmesi sosyal, toplumsal, ekonomik bir gerekliliktir. Maraş, kentsel, toplumsal hafızaya kazandırılacak bir çağdaş mimarlık bütünüdür. Sadece belli bir tarih öncesine ait yapılar korunmaz, Maraş gibi görece yeni kentler ve diğer modern mimarlık yapıları da koruma altına alınarak geleceğe miras bırakılmayı hak eder.

Bölgenin deprem riski taşıması ve yerleşimin 50 yıldır kullanılmayan, bakılmayan vaziyette olması yapıların dikkatle incelenmesini, depreme dayanıklılığının ölçüm ve analizlerle saptanmasını gerektirir. Bu analizler sonrasında, gereken önlemler alınarak kente işlevsellik kazandırılabilir. Kültürel mirasın korunması, kentlerin tarihsel anlatısını şekillendirir; tarihi, toplumsal, ekonomik ve ekolojik boyutlarıyla ülkelere katkı sağlar. Bu da ancak siyasi irade ile mimarlığın el ele vermesiyle ve yapı(m) standartlarının, koruma prensiplerinin doğru işletildiği bir sistem içinde elde edilebilir.

“Mimarlığın simgesel gücünü yapmanın ve yıkmanın ötesine taşımak mümkün mü?”

Gül Köksal, Doç. Dr., Mimar, Koruma Uzmanı
Başka Bir Atölye

Bu kısa yazının başlığını, sorgulamaya açtığınız bağlamı ters yüz etmeye heves ederek ve bu mümkün mü acaba sorusunu ekleyerek oluşturdum. Zira baştan söylersem, mimarlık edimi zaten sistem içinde, simgesel gücünü yapma ve yıkma üzerine kuruyor. Bize yolladığınız Henri Lefebvre alıntısında geçtiği gibi evet “(…) Mekan, pasif bir alıcı değil, toplumsal ilişkiler ve anlamlarla dolu bir ortam…” Buna şu bakışı da ekleyebiliriz; biçimlendirdiğimiz kent bizleri de biçimlendiriyorsa, bu ilişkinin dönüşümselliği başka bir yaşamı kurmanın da yolu olacaktır.

Yine işaret edildiği gibi, kanımca da mimarlık ve kent planlaması güç dengelerini değiştirmek ve şekillendirmek için araç olarak kullanılmaya açıktır. Ancak bu, mevcut sistem içinde, kök sorunlara çözüm üreterek nasıl yapabilir? Bence asıl sorun da burada yatıyor. Mimarlık, kentsel alanlarda, siyasi ifade ve gücün aracı olarak zaten hizmet etmektedir. Ancak bu hizmet politik-ekonomik sistem nedeniyle sermaye birikimi ve iktidarın tahakkümünü pekiştirme lehine ilerlemektedir. Bunu kısaca şöyle açabilirim; 18. yüzyıl sonlarında feodal sistem ve tarımsal üretimin çözülmesiyle kentlere göçen emekçiler, kapitalist üretim ilişkileri tarafından yeniden biçimlenen kentlerin dönüşümünden etkilenen sınıftır. Kapitalist modernite projesiyle doğal çevre, kırsal alanlar, nehirler, ormanlar, meralar gibi müşterek doğal kaynaklar yıkıcı-yaratıcı bir süreçle sürekli imara açılıp, biçimlendirilir. 

Yaratıcı yıkım (creative destruction) veya yıkıcı-yaratıcı ifadesi yeni olanın tasarım ve inşası için eskinin ortadan kaldırılması anlamında kullanılıyor. Eskinin yerine gelen, yeni bir tasarım değeri taşıdığı için aynı zamanda yaratıcıdır da. Bu nedenle yeni olana bir arzu duyulur ve şeyler eskise de eskimese de yeni olan tercih edilebilir. Kapitalizm yeni malzeme ve tekniklerle meta üretmek için, nesneler gibi, yapıyı da kenti de yıkar ve eski olanın yerine yenisini inşa eder. 

Kapitalist modernitenin ilerlemeci, yaratıcı-yıkım sürecinde kent, kentsel üretimin türlü ilişkilerinden doğan çelişkilerin sahnesi olarak, bizzat çelişkilerin de kaynağıdır. Toprağın çitlenmesi, mülkiyet, barınma vb. haklar, mesleki yabancılaşma, kamusal-özel ayrımı, müşterekler, bireyselleşme, yeninin değeri, arzular, ulus-devlet mekansallaşması, Türkiye bağlamında Kemalist ideoloji, siyasal İslam kentleşmesi vb. bu sürecin açık gösterenleridir. Bu politik çerçevede nasıl bir kentte yaşayacağımız sorunsalına vereceğimiz cevap, doğayla adil, tüm canlı sistemle eşit bir yapılı çevre üretimi ise, geriye bunu nasıl tesis edeceğimiz sorusu kalıyor. 

Anıtsal ve simgesel yapılar bize bu sistemin ürünü olarak ulaşıyorsa, artık bu yapıları yaşatmak ve ne şekilde kullanacağımıza karar vermek de demokratik bir mekan üretiminin sorunsalıdır. Koruma eylemi de neyin, kim için, nasıl üretildiği bağlamından azade değildir. Tam da bu nedenle, anıtsal ve simgesel yapılı çevrenin neden ve nasıl yaşatılacağı da önem kazanır. 

Örneğin kentin dönüşüm değerini bertaraf eden ve kullanım değerini merkeze alan bir kentleşme bağlamında, yaşam hakkı temel ilke olan, söz konusu yapılaşmanın adil kullanımını mesele eden bir koruma nasıl olabilir? Bunun için sistemin yarattığı krizlerden beslenen bir koruma politikası yerine, sisteme tabi olmayan, sistem-içi çözümlerle süregitmeyen, hatta sistemi dönüştürecek yöntemleri nasıl tahayyül edebiliriz? Zira mevcut koruma politikası bunu pek de mesele etmiyor. 

Öte yandan eleştirel koruma politikası (critical heritage studies) böyle bir derdi taşıyor. Bu şiarla üretim yapan Association of Critical Heritage Studies (ACHS – Eleştirel Miras Çalışmaları Derneği), koruma politikasını şöyle açıyor (1): “Her şeyden önce, miras çalışmalarının temelden yeniden inşa edilmesi gerektiği ve bunun da ‘var olan her şeyin acımasızca eleştirilmesini’ gerektirdiği önermesiyle eleştirel bir şekilde ilgilenmenizi istiyoruz. Miras, her şey kadar politik bir eylemdir ve ‘miras’ın sürdürülmesi için sıklıkla başvurulan güç ilişkileri hakkında ciddi sorular sormamız gerekir. Milliyetçilik, emperyalizm, sömürgecilik, kültürel elitizm, Batı zaferciliği, sınıf ve etnik kökene dayalı sosyal dışlama ve uzmanlık bilgisinin fetişleştirilmesi, mirasın nasıl kullanıldığı, tanımlandığı ve yönetildiği üzerinde güçlü etkiler yaratmıştır. Gerçek anlamda eleştirel bir miras çalışmasının, miras hakkında düşünmenin ve mirasla uğraşmanın geleneksel yollarına yönelik pek çok rahatsız edici soru soracağını ve bu soruları sorarken ötekileştirilen ve dışlananların çıkarlarının ön plana çıkarılacağını savunuyoruz. Miras çalışmaları tarihsel olarak Batılı, ağırlıklı olarak Avrupalı, arkeoloji, tarih, mimarlık ve sanat tarihi uzmanlarının hakimiyetinde olmuştur. Bu disiplinlerde ilerici akımlar olsa da, mirasın ne olduğu ve nasıl çalışılması ve yönetilmesi gerektiği konusunda sınırlı bir fikir sürdürmektedirler. Mirasa bakmanın eski yolu, yetkili/ana akım miras söylemi, Batılı ulus, sınıf ve bilim anlatılarını sürdüren eski, büyük, prestijli, uzman onaylı alanlara, binalara ve eserlere ayrıcalık tanır”.

Bu çerçevede yönelttiğiniz sorulara yukarıda tariflediğim ve Association of Critical Heritage Studies tarafından yapılan açılımını paylaştığım bir politik etikle bakılabilmesini umuyorum. 

Not

  1. https://www.criticalheritagestudies.org

“İşlevleri ve/veya dönemlerini temsil açısından simgesellik kazanmış yapılara, kentin tarihsel anlatısını şekillendirdikleri, bu anlamda kolektif hafızayı sürdürülebilir kıldıkları için koruma refleksiyle yaklaşmak, kamusallıklarını pekiştirmek gerekir.”

Lale Özgenel, Prof. Dr.
ODTÜ Mimarlık Fakültesi

Cumhuriyetimizin 100. yılı, Türkiye’de mimarlığın bir asırlık seyrinin konuşulması, tartışılması ve belgelenmesi için yaygın bir motivasyon yaratmış olması bakımından şüphesiz çok özel bir dönüm noktasını temsil ediyor. Türkiye’de mimarlık pratiği, eğitimi ve kültürünün tarihine ve bugününe dair kitaplar, dergi dosyaları ve sergilerde yer alan, sempozyumlar, konferanslar, belgeseller ve konuşmalarda dile getirilen onlarca araştırma, görüş ve eleştirinin oluşturduğu birikim başlı başına bir arşiv oluşturacak zenginliğe ulaşmış olmalı. Bu arşivin muhteviyatı, ilginç sonuçlar üretebilecek bir araştırmanın konusu olmaya aday. Bu muhteviyatın bir bölümünün geçen yüzyıl içinde yapılmış nitelikli ve özgün yapıları öne çıkarttığını, bir bölümünün de, özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk elli yılına ait özgün, döneminin ulusal ve uluslararası mimarlığına özgü unsurlar sergileyen, bir kısmı zaman içinde değişen ihtiyaçlar ve kullanım sürekliliği nedeniyle mekansal ve altyapısal tadilata ihtiyaç duyan ama işlevini sürdürmekte olan yapıların son yirmi yıl içinde uğradığı yıkımı konu ettiğini ön görebiliriz. Bir asırlık geçmişi olan bir cumhuriyet rejiminde bu ikinci grupta yer alan yapıların sayıca çok olmadığını, yıkılan yapıların da büyük ölçüde deprem ve yangın gibi afetlerle bağlantılı olduğunu da var sayabiliriz. Oysa durum, hepimizin yakından şahit olduğu üzere farklıdır. Özellikle son yirmi yılın devlet mekanizmalarında, uzmanlık danışmanlığı ve birikimini esas alarak çerçevesi çizilmiş, içeriği geliştirilmiş, kentsel kimliği ve kültürel mirası koruma bilinci üzerine şekillenmiş mimarlık ve planlama politikaları üretilmemiştir. Bir kentin özgün kimliğini, yaşam çevrelerinin niteliğini ve kentin ve toplumsal refahın geleceğini belirleyen bu politikaların oluşturulması gerekli görülmemiştir. Yurt dışında, gerek Batı gerekse Doğu coğrafyasında, kentlerin barındırdığı dönemsel, kültürel ve tarihsel katmanlara sahip çıkan, gerekli kentsel değişim ve dönüşümleri aralarında uzmanların da bulunduğu ilgili aktörlerle kapsamlı tartışarak, bütüncül bir çerçevede, etaplar halinde, çevresel değerleri gözeterek ve toplumsal hafızayı oluşturan yapılı çevre mirasını koruma bilinciyle yapılan kentsel vizyon çalışmaları ve uygulamaları vardır. Bu yaklaşımın benimsenmediği ülkeler arasında olan Türkiye’de, planlama ve mimarlık konuları yetkili makamlardan topluma kadar, salt vizyonsuzluktan değil, koruma bilinci yoksunluğu ve kentsel kimliğin yok oluşundan mustariptir. 

Türkiye’de son yirmi yıl içinde en çok tahrip edilen tarihi doku modern dönemdir. Modern dönemi Osmanlı döneminden ayıran, ikincinin 1923 yılı öncesine ait yapılara referans vermesidir. Türkiye’deki koruma mevzuatı 20. yüzyıl öncesine ait yapıların korunması gerektiğini açıkça belirtmekte, sonraki döneme ait yapıların korunmasını ise yoruma açık bırakmaktadır. Hal böyle olunca 20. yüzyıl yapılarının, kentsel açık alanlarının ve yeşil alanlarının korunması çoğu zaman tartışmalara konu olmakta, tescil çalışmaları yapılmamakta, var olan tesciller kaldırılmakta veya hiçe sayılmakta, dolayısıyla yıkım süreçleri kolaylıkla işlerlik kazanmaktadır. Özellikle yakın geçmişte, gerek devlet yönetim kademelerinde gerekse toplumun genelinde içselleştirilmeyen konu her dönem katmanının kentin belleğinin bir temsilcisi olduğu ve kentin, katmanlarının bir bütünü olarak kimlik kazandığıdır. Mies van der Rohe’nin dediği gibi: “Mimarlık, bir çağın mekana aktarılmış iradesidir”; yani her çağın mimarlığı kentsel kimliğin bileşendir. Ünlü İngiliz devlet adamı Winston Churchill’in: “Biz binalarımızı şekillendiririz, sonrasında onlar bizi.” ve Thom Mayne’nin: “Mimarlık, iletişim veya etkileşim yerleriyle ilgili olan sosyal bir etkinliktir. Çevreyi değiştirmek davranışı değiştirmektir.” sözleriyle ifade ettiği gibi mimarlık kültürünün yaşam biçimlerini etkileyen ve değiştiren tarafı çağdaş kentlerin ayırt edici özelliklerindendir. Ülkemizdeki iktidar mekanizmalarının çağdaş kent anlayışı ise, mimarlık kültürünün özgün örneklerinin ve dokularının, toplumsal yaşam pratiklerini AVM’lere, plazalara, beton meydanlara indirgeyecek şekilde yok edilmesinden yana olmuştur. Bu, sokak, kamusal alan, kamusal yapı kavramlarının özellikle Amerika, Uzakdoğu ve Ortadoğu coğrafyasında tüketim ve rant odaklı uygulamalara evrildiği süreçle paralellik gösterir. Bu süreç, kamusal yapıların işlevlerinin tek başına yeterli bir mimari program oluşturmadığı, “yatırım”, “geri dönüş”, “ekonomik kazanım” merkezli yaklaşımlarla mimari programlara yoğun bir ticaret boyutu eklendiği, bu anlamda yapı ölçeklerinin şiştiği bir duruma karşılık gelir. Böylece, kentsel dokulara, tarihi alanlara, su kenarlarına, vadilere, yaylalara, ana caddelere, tarihi yapıların yakınlarına enerji, çevre, zaman, tüketim odaklı mega yapılar, kimi zaman mevcudu yıkarak ekleniverir. Ankara’nın yeni tren garı, örneğin, Cumhuriyet’in önemli ve prestijli mimari eserlerinden biri olarak anılan 1937 tarihli ilk tren garı kompleksinin arkasında (gar, gazino, idari bina, lojmanlar), içindeki AVM ve otele eklenmiş bir tren garı şeklinde azman bir yapı olarak yükselir. İşlevseldir, ama yurt dışındaki karma kullanımlı güncel ulaşım yapılarının pek çoğunun aksine çağdaş bir mimarlık ve form estetiği arayışı, bağlamsal yorum ve sürdürülebilirlik hedeflemez, kentin mimari kültürüne bir değer kazandırmaz.

İşlevleri ve/veya dönemlerini temsil açısından simgesellik kazanmış yapılara, kentin tarihsel anlatısını şekillendirdikleri, bu anlamda kolektif hafızayı sürdürülebilir kıldıkları için koruma refleksiyle yaklaşmak, kamusallıklarını pekiştirmek gerekir. Ankara’nın ilk tren garının tarihi ve kültürel bir kamusal odak olarak gündemde tutulması bu anlamda önemlidir. Bir zamanlar bu garın karşısındaki alanda bulunan 1936 tarihli Ankara 19 Mayıs Stadyum kompleksinin korunamayışı ise kent kimliğini ve kolektif hafızayı tahrip etmiştir. Başta Cumhuriyet’in mimarı Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere pek çok Türk ve yabancı devlet adamının şeref locasından, ulusal bayramlarda gösteri yapan çocukları ve gençleri alkışladığı, ulusal ve uluslararası spor karşılaşmalarını izlediği, çeşitli branşlarda milli ve olimpik sporcuların ve antrenörlerin yetişmesinde rol oynamış olan stadyum ile alandaki orijinal ve özgün spor yapıları 2018-2023 yılları arasında yok edildiler. Şüphesiz ki hepsinin mekan ve çevre niteliklerinin iyileştirilmesine ihtiyaç vardı. Bu anlamda, yerleşkenin özgün fonksiyonuyla uyumlu bir iyileştirme ve yeniden işlevlendirme önerisi geliştirilmesi, bu çerçevede baraka yapıların kaldırılması, özgün yapıların sanatsal, kültürel ve rekreatif işlevlerle güncellenmesi mümkündü. Yeni yapılmakta olan, içine ticaret işlevinin bolca serpiştirildiği stadyum kompleksinde, örneğin, Ankara Tenis Kulübü gibi biricik ve tarihi bir spor yapısının korunarak müze olarak işlevlendirilmesi, yeni baştan kort yapmaktansa mevcut kortların yeni projeye dahil edilmesi, kentin tarihsel anlatısını ve kent belleğini bir nebze korumanın yanı sıra, mevcut kaynakların kullanımı bakımından da yerinde ve anlamlı bir karar olurdu. 

Yakın geçmişte Türkiye’de devlet eliyle üretilen yapılı çevrenin pek azı işlevsel yorum, form estetiği, mimari dil, işletim ekonomisi, bağlamsal aidiyet vb. açılardan özerk gündemler ve çağdaş yaklaşımlar ortaya koyarak mimarlık kültürünü geliştirdi. Bu anlamda, ilgili süreçlerde kentlere eklenen yeni simge ya da kamusal yapılara yer açmak için niteliksiz eski yapıların yanı sıra, özgün dönem yapılarını ve açık alanlarını yok etmekten kaçınılmadı. Şüphesiz, bunda ekonomik nedenler olduğu kadar ideolojik tavır da rol oynadı. İktidarların mimarlık ve kentsel planlama yaklaşımı, toplumsal hafızanın referanslarını korumak adına korumacı, değiştirmek adına yıkıcı bir tavır sergileyebilir. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında artık birinci tavrın egemen olması beklentimizdir.