Mimarlığın Doğa ile İlişkisinde Yeni Bir Boyut: Biyotasarım

Doç. Dr. Feyzal Avcı Özkaban
Doç. Dr. T. Didem Akyol Altun
Doç. Dr. Ayça Tokuç
Doç. Dr. Özge Andiç Çakır
Doç. Dr. Gülden Köktürk
Doç. Dr. Aylin Şendemir

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mimarlığın ve tasarım disiplinlerinin doğa ile kurduğu/kurması gereken ilişkinin sorgulanması, alanın en önemli sorunsallarından biri olmuştur. Bu doğrultuda “sürdürülebilirlik” sözcüğü küresel ölçekte giderek önem kazanmış, akademik araştırmaları domine etmiş, ülkeler arası anlaşmalar ve geliştirilen sertifikasyonlarla üretim pratiklerini de denetim altına alan bir mega kavram haline dönüşmüştür. Bu süreç, tasarım alanında doğa temelli bilgiye verilen önemin artması ve doğa esinlenmeli/biyomimetik yaklaşımların çoğalmasına, farklı disiplinlerle kurulan ilişkilerin yoğunlaşmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda doğadan ilham alan ve bilhassa biyoloji/biyoteknoloji alanlarıyla ilişkilenen disiplinlerarası çalışmalar, günümüz tasarım stratejilerinde sıkça rastlanan bir yer tutmaktadır. Ancak bu yazı doğadan esinlenmenin ötesine geçen ve canlı organizmaları tasarımın içine dahil eden yeni bir yaklaşıma dikkat çekmektedir. 21.yüzyılda tasarım-mimarlık disiplinlerinin doğa ile ilişkisinde ortaya çıkan bu yaklaşım, “biyotasarım” ve “biyoişbirliği”dir.

Doğa ve Mimarlık İlişkisine Dair
Mimarlığın ve tasarım disiplinlerinin doğa ile kurduğu ilişki, temelde “doğadan esinlenmek” başlığı altında şekillenmektedir. Mimarlık için doğadan esinlenme, eski dönemlerden beri bilinen bir yaklaşım olup insanın doğayı gözlemlemesi, ondan bir şeyler öğrenmesi, taklit etmesi ve öğrendiklerini yorumlayarak bir mekana dönüştürmesi ile gelişmiştir.

Farklı dönemlerde farklı şekillerde ele alınan bu yaklaşım literatürde biyomimesis / biyomimetik / biyomimikri gibi benzer adlandırmalarla anılmaktadır. Yunanca yaşam (bios) ve taklit (mimesis) kelimelerinin birleşiminden oluşan ve ilk defa 1960’larda Amerikalı mühendis Otto Schmitt tarafından kullanılan kavram, insanların karşılaştığı problemlere çözüm ararken, doğanın çok uzun yıllardır uyguladığı yöntemleri inceleyerek ondan ilham almalarına dayanan bir problem çözme yaklaşımı olarak tanımlanmaktadır (Benyus, 1997).

Biyolog, yazar ve inovasyon danışmanı Janine Benyus’un 1997’de yayınladığı “Biomimicry: Innovation Inspired by Nature (Biyomimikri: Doğadan İlham Alan Yenilik)” kitabının, biyomimikri kavramını tasarım camiasının gündemine taşıyan en önemli kaynaklardan biri olduğu söylenebilir.  Biyomimikriyi “doğanın dehasının bilinçli olarak taklit edilmesi” olarak tanımlayan Benyus’a göre insanlığın karşılaştığı birçok problemin çözümü doğada bulunmaktadır; doğa, 3,8 milyar yıllık birikimiyle tüm sorulara en iyi cevabı verebilmektedir (Benyus, 1997).

Doğadan esinlenmenin farklı ele alış biçimleri tarihsel süreçte aşamalı olarak gelişmiştir. Sanayileşme öncesi dönemde doğadan esinlenme, doğadaki biçimlerin taklit edilerek mimari forma dönüştürülmesiyle sınırlıdır ve günümüzde bilgisayar teknolojisinin desteğiyle gelişerek varlığını sürdürmektedir. Sanayileşme sonrasında ise formun birebir taklidinin ötesine geçerek doğadan sağlamlık, dayanıklılık gibi hedeflerle çıkarımlarda bulunan soyut bir kavrayış gelişmiştir. Canlı organizmaların moleküler boyutta incelenebiliyor olması, canlının davranışlarından ve bağlı bulunduğu habitatın kurallarından çıkarımlarla tasarımlar geliştirilmesini sağlamıştır (Akyol Altun ve Örgülü, 2014).

21. yüzyıla gelindiğinde, doğal süreç ve mekanizmaların incelenmesi, biyomimetik tasarımda interdisipliner bir çalışma sistematiğine zemin oluşturmuştur. Biyolojik süreçlerin mimarlığa entegrasyonu konusunda bilinen biri olan William Myers, 2012 yılında yayınladığı “Bio Design: Nature, Science, Creativity” kitabında, biyomimikri kavramının “biyotasarım” olarak adlandırılan yeni bir tasarım paradigmasıyla değişeceğini savunmuştur. Bu yeni kavram biyomimikriden farklı olarak, sadece doğadaki canlı sistemlerden esinlenmemekte, onları tasarımın bir parçası haline getirmeyi, yapı malzemesi, enerji jeneratörü ya da hava temizleyicisi olarak tasarımın içine katmayı hedefleyen karmaşık bir süreci tariflemektedir. Gerçekten de son on yılda sentetik biyoloji, genetik ve nanoteknoloji gibi alanların mühendislik ve tasarım disiplinleriyle ilişkileri sonucunda biyomimetik yaklaşımın içeriksel olarak dönüşüme uğradığını söylemek mümkündür. Canlıların formlarından, ya da davranışlarından esinlenmenin ötesine geçerek gerçek anlamda doğanın ve canlıların yapı ile iç içe geçtiği hibrid sentezler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu doğrultuda biyomimikri ya da biyomimetik sözcüklerinden çok biyotasarım kavramı 21. yüzyılın tasarımlarıyla yakından ilişkili hale gelmiştir. Öte yandan biyotasarım, mühendislik, tasarım, tıp, elektronik, robotik, matematik, sanat gibi pek çok farklı alanda “-biyo” kökü ile ilişkilendirilerek, problem çözümünün doğa esinlenmeli bir yaklaşımla ele alındığı süreç ve sonuç ürünleri ifade etmek üzere sıkça kullanılır hale gelmiştir. Dolayısıyla biyotasarım farklı disiplinler arasındaki ilişkileri kapsayan bir üst başlık olarak değerlendirilmelidir. Mimarlık ve ilişkili tasarım disiplinleri içinse, 21. yüzyılda teknolojinin etkisi ve biyoteknolojik araştırmalar çerçevesinde doğa esinlenmeli yaklaşımların evrildiği son nokta, biyotasarım başlığı altında biyoişbirlikçi tasarım olarak adlandırılabilir. Bu yazıda ele alınan örnekler, canlıların tasarıma entegre edildiği biyoişbirlikçi tasarım yaklaşımlarının güncel ve somut örnekleridir.

21. Yüzyılın Biyoişbirlikçi Tasarım Yaklaşımları
Canlıların tasarım sürecine entegre edilmesiyle geliştirilen az sayıda ve yenilikçi denemenin ağırlıkla, biyotasarım üzerine çalışan kurum ve ekiplerle, özellikle akademik çevrelerle ilişkilendiği görülmektedir. Dünya genelinde MIT (Massachusetts Institute of Technology), ETH Zurich, Katalonya Üniversitesi gibi kurumların ve K.Oosterhuis, W.Myers, N.Oxman, M.Joachim, A.Estevez, D.Dollens gibi isimlerin bu alanda öncülük ettikleri söylenebilir. Biyotasarım ve canlılarla işbirlikçi projeler üzerine Türkiye’de henüz sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Dokuz Eylül ve Ege Üniversiteleri ortaklığında kurulmuş akademik bir oluşum olan Türkiye Biyotasarım Takımı’nın miselyum mantarları, algler, bakteriyel selüloz gibi farklı canlıların yanı sıra bakteriyel biyokalsifikasyon ile yapı elemanı üretimi ve kentsel tasarım sürecinde cıvık mantarlarla ilişkili çalışmaları buna örnek verilebilir. Aşağıda, teorik alanda üretilmiş çok sayıda araştırma hariç tutularak, ağırlıkla bu ekipler tarafından araştırılan, uygulamaya dönüşmüş/dönüşmekte olan ve geleceğin mimarlığına etki etme potansiyeli bulunan öncü örnekler ele alınmıştır.

Mimarlık mesleğinin geleceğinin genetikle ilişkisi üzerinden tarifleneceğini savunan ve 2001 gibi erken bir tarihte Katalonya Üniversitesi ESARQ’da genetik mimarlık alanı­nda bir lisansüstü program­ kuran Alberto Estévez ve ekibi tarafından geliştirilmiş disiplinlerarası Genetik Barselona Projesi (2003-2006), doğayı inceleyerek bunu genetik biyomühendislikteki ilerlemelerle birleştirmeyi hedeflemektedir. Proje kapsamında biyoişbirlikçi bir yaklaşımla, kendiliğinden ışıyan bazı canlılarda bulunan özel gen, ağaçların DNA’sına enjekte edilerek biyolüminesans bitkiler üretilmiş ve bir süreliğine doğal bir aydınlatma elde edilmiştir (Resim 1) (Estévez, 2014).

Terreform ONE grubunun kurucuları Mitchell Joachim, Javier Arbona ve Lara Greden tarafından geliştirilen Fab Tree Hab biyoişbirlikçi yaklaşımlara örnek olabilecek konsept bir projedir. Ekolojik bir konut öneren tasarımda, prefabrike ve CNC ile üretilmiş iskeleler etrafında büyütülen ağaçlar belirli bir boyuta ulaştıktan sonra gövdesine aşılama yapılarak yaklaşık beş yıllık bir büyüme sürecine bırakılmaktadır. Süreç içinde yönlendirilen ağaç dalları geleneksel bir örme tekniğini (pleaching) esas alarak birbirine dokunmakta, böylece kemerler, kafesler, perdeler oluşturulmaktadır (Şekil 1) (Arbona vd., 2003).

Greenwich Üniversitesi’ndeki mimari araştırma grubu AVATAR’ın eş başkanı Rachel Armstrong, canlı olmadığı halde canlı sistemlerin bazı özelliklerine sahip “protocell teknolojisi” üzerinde çalışmaktadır. Protoseller, DNA içermeyen ancak hareket edebilen ve tepki gösterebilen ve bu doğrultuda “canlı gibi” olarak nitelendirilebilecek ön hücrelerdir. Mimar Armstrong ve biyolog M.Hanczyc, kimyasal olarak yönlendirebildikleri protosellerin su içinde çözünen karbondioksit aracılığıyla karbon tutarak bir kabuk ürettiğini keşfetmişler ve protosellerin Venedik kentinin altında yapay kireç taşından oluşan bir resif yetiştirmek üzere kullanıldığı bir mimari önerme geliştirmişlerdir (Armstrong, 2009). Oluşan resif kayalıklar Venedik’in temellerini destekleyerek üzerinde kurulduğu yumuşak delta toprağına batışını yavaşlatarak sular altında kalma riskine önlem oluşturduğu gibi denizde yaşayan organizmalar için de yeni bir ekoloji kurmuş olmaktadır.

Biyoişbirlikçi tasarıma ilişkin çarpıcı çalışmalardan biri de Neri Oxman’ın “ipekböceği” üzerine yaptığı araştırmalardır. MIT Medya Laboratuarı’nda Mediated Matter Araştırma Grubu’nun yürüttüğü araştırmada ipekböceğinin koza oluşturma yeteneğinden esinlenilmiştir. “Silk Pavilion” isimli prototipte öncelikle, robotik bir kol aracılığıyla ipek ipliklerden dokunmuş bir strüktür üretilmiştir. İpek böceğinin koza oluştururken kullandığı örme biçimi esas alınarak oluşturulan geometri elde edilirken bilgisayar ortamında farklı algoritmalar denenmiştir (Kırdök vd., 2019). Bu boşluklu yapıyı adeta biyolojik bir yazıcı gibi dolduran ve liflerin arasını ören ise üzerine yerleştirilen 6.500 adet gerçek ipekböceği olmuştur (Resim 2).

Biyotasarım işleri içinde en çok araştırılan konulardan biri “algler”in tasarıma entegrasyonudur. Dünya’daki oksijen üretiminin yaklaşık yüzde ellisinin kaynağı olan mikroalgler diğer fotosentetik canlılara göre kolay ve hızlı büyümeleri, ekstrem koşullara uyum sağlayabilmeleriyle oksijen ve karbondioksit döngüsünde rol alan en önemli canlılardan biri olarak görülmektedir. Mikroalgler, kozmetik, gıda, ilaç sanayisinde, atık su arıtımı ve biyogaz üretim sektörlerinde kullanılmaktadır.

Alglerin yapısal kullanımına dair literatürdeki en erken örnek, Splitterwerk ve Arup ortaklığında gerçekleştirilen “BIQ House” (Bio-Intelligent Quotient) binasının cephesidir (Resim 3). 2013’de Hamburg’taki Akıllı Malzemeli Konut Yarışması’nda önerilerek Uluslararası Bina Sergisi kapsamında inşa edilen yapının cephesinde, içinde canlı agler bulunduran 129 panel, binaya güneş yoluyla ısı ve biyokütle enerjisi sağlamaktadır. Fotosentez süresince her yedi saatte bir kütleleri iki katına çıkan algler fazla çoğaldıklarında panellerden alınarak biyokütle santraline aktarılmakta, harici bir tesiste fermente edilip biyogaz üretimi için kullanılabilmektedir. Böylece binanın enerji ihtiyacı bütünüyle karşılanırken karbon salımı da yılda yaklaşık altı ton azaltılmaktadır (Tokuç vd., 2018).

Bu tarihten sonra Algonomad Pavyonu (XTU Mimarlık, 2015); Milano Exposu Bio Canopy (ecoLogic Studio, 2015) gibi küçük ölçekli yapısal uygulamaların yanı sıra, Ari Jonnson’ın algden ürettiği pet şişe, Pierre Calleja’nın ya da Mike Thompson’ın alg lambaları gibi örneklerden alglerin farklı tasarım disiplinlerinde kendine yer bulduğu görülmektedir. Algler ayrıca suyu ve havayı filtreleme, yiyecek ve farklı endüstriler için hammadde kaynağı olma getirileriyle mimarlık disiplinine farklı işbirliği olanakları kazandıracak önemli bir potansiyel sunmaktadır.

Biyoişbirlikçi tasarım yaklaşımları içinde gündemde olan canlılardan biri de “mantarlar”dır.  Doğadaki organik maddeleri ayrıştırarak geri kazanımını sağlayan çürükçül canlılar olan mantarların doğal döngüdeki önemi büyüktür. Mantarlar, büyüme ve ayrıştırma süreçlerinde miselyum ya da misel olarak bilinen beyazımsı renkte ipliksi filamentler üretirler. Gelişen mantar ağı, bitki sapları ve tohum kabuğu gibi tarımsal atıkları besin maddesi olarak öğütmekte, bu esnada da tutkal benzeri bir doku oluşturarak onları birbirine bağlamaktadır. Sadece neme ve ısıya ihtiyaç duyan mantar miselyumunun büyüme süreci, herhangi bir tüketicinin arka bahçesinde üretebileceği ölçüde kolaydır. Süreç çeşitli tarım atıklarının küçük parçalar haline getirilip, mantar miselyum ile karıştırılması, kalıplara ya da tepsilere yerleştirilmesi ve yaklaşık on beş gün sonunda düşük ısıda kurutulmasını kapsamaktadır. Doğal bir bağlayıcı olma niteliği ile miselyumlar, hızlı, kolay ve yenilenebilir bir biyo-malzeme olma potansiyeli taşımaktadırlar.

Buna ilişkin öncü örnek, New York’ta Rensselaer Politeknik Enstitüsü bünyesindeki bir projeyle Eben Bayer ve Gavin Mclntyre tarafından 2007’de kurulan Ecovative şirketidir (Bayer ve McIntyre, 2011). Mantar miselyumunu tarımsal atıklarla birleştirerek, petrol türevi plastik esaslı ambalaj malzemelerine ve polistiren yalıtım panellerine alternatif olabilecek, yalıtım değeri yüksek ürünler üretmek üzere yola çıkan firmanın mimari nitelikte sayılabilecek ilk ürünü, Mimar David Benjamin ve stüdyosu The Living ile ortak geliştirdikleri Hy-Fi Kulesi’dir. Yeniden kullanılabilir kalıplarda, mantar miselini mısır koçanı esaslı bir bitkisel atık ile karıştırarak ürettikleri 10.000 tuğladan inşa edilen 13 metrelik kule, Modern Sanat Müzesi ve MoMA PS1 tarafından her yıl düzenlenen Genç Mimarlar Programı kapsamında 2014’de sergilenmiş, sergi sonunda demonte edilip toprağa bırakılarak, karbon emisyonu üretmeden geri dönüştürülmüştür. Dolayısıyla geleneksel yaklaşımın aksine, görünmek için olduğu kadar yok olmak üzere tasarlanmıştır.

Ecovative’in geliştirerek satışa sunduğu kendin-yap paketi de pek çok tasarım ve sanat okulunun kendi özgün fikirlerini geliştirip farklı ölçekli çalışmalar üretmesine önayak olmuştur. Bu doğrultuda Brunel Üniversitesi öğrencisi Aleksi Vesaluoma ve Astudio isimli mimarlık ofisinin, miselyum ve karton karışımını tüp şeklinde ürettikleri pamuktan kalıplara yerleştirerek “mantar sosisi” (2017) adını verdikleri kalıplama teknikleri, Philip Ross’un bir sandalye üzerinde denediği kaplama Mycotecture Alpha; Hollandalı sanatçı Eric Klarenbeek saman parçalarını miselyumla karıştırarak klasik flamentlerin içine 3 boyutlu yazıcıdan basarak ürettiği sandalye Mycelium Chair; Jones Edward’ın Myx adlı misel avize tasarımı, Kristel Peters’ın misel ayakkabısı gibi küçük ölçekli tasarım nesnesi üretimleri ve deneysel çalışmalar örnek verilebilir (Karana ve diğer., 2018).

Son dönemde tasarımla ilişkili potansiyelleri tartışılan konulardan biri de “bakteriyel selüloz”dur. Hemen hemen tüm bitkilerin iskelet yapısının ana bileşeni olan selüloz, bu yapıda hemiselüloz ve lignin ile birlikte yer alır. Kağıt ve ürünlerinin eldesinde bu yan maddelerin uzaklaştırılarak saf selülozun elde edilmesi kimyasal ve karbon salımı yüksek bir süreçtir. Bazı bakteri türleri, glukoz içeren besi ortamlarında metabolizmalarının bir ürünü olarak saf selüloz üretebilmektedir. Bitkisel kaynaklı selüloz ile aynı kimyasal yapıya sahip olmakla birlikte saflık, mekanik dayanıklılık, su tutma kapasitesi ve biyouyumluluk özellikleri bakımından üstün nitelikleri ile bakteriyel selülozun son yirmi yılda ilaç, sağlık ve malzeme bilimi alanlarında geniş ilgi uyandırdığı; yapay kan damarı, doku ve cilt takviyesi, akustik diyafram, kağıt ve katkı maddesi olarak kullanıldığı bilinmektedir (Lin ve Lin, 2004; Bayır vd., 2018). Su tutabilme kapasitesi fazla, özellikle ıslak iken çekme dayanımı yüksek bir malzeme olan bakteriyel selüloz, kuruduğunda bilinen kağıda benzer bir görünüme kavuşmaktadır. Bakteriyel selülozun kuruma esnasında kalıplara yerleştirilerek özellikle ambalaj ürünleri ve tekstil tasarımında kullanıldığı görülmektedir. Buna örnek olarak Elena Amato’nun doğal ambalajları, ChemArts Yaz Okulu’nun “Kendi Lambanı Yetiştir” atölyesi kapsamında gerçekleştirilen aydınlatma tasarımları, Suzanne Lee’nin BioCouture serisi kıyafet tasarımları verilebilir.

“Bakteriyel biyokalsifikasyon”, yani CaCO3 çöktürülmesi ile kum, toprak gibi yapıların sertleşmesini sağlayan bazı bakteri türlerinin mimarlık ya da tasarım alanında kullanım potansiyeli de dikkat çekici ve ümit vaat edici görünmektedir. Bazı bakteri türleri, gerekli ortam ve koşullar sağlandığında, gerçekleşen biyolojik bir süreç sonucunda kalsiyum karbonat salgılayarak kum, toprak gibi doğada kolaylıkla ulaşılabilen materyalleri birbirine bağlamaktadır. Bu konuda Hollanda Delft Teknik Üniversitesi’nde Henk Jonkers ve ekibi tarafından yürütülen öncü çalışmalardan biri, betona enjeksiyon yöntemi ile çatlakların onarımı ve kendiliğinden iyileşmenin gerçekleştirilmesi üzerine yoğunlaşmaktadır (Jonkers, 2007). Bunun yanı sıra tarihi eser onarımı ve zemin iyileştirilmesinde de bu yöntemin kullanıldığı bilinmektedir.

Kum ve benzeri yapıların bakteriler aracılığıyla sertleştirilmesi ise daha yeni bir yaklaşımdır. Süreç, kumun belirli kalıplar içerisinde bakteri ve gerekli besin ortamını içeren çözeltilerle karıştırılması ve güneşte kurutulmasına dayanmaktadır. Bilinen az sayıdaki çalışma içinde Peter Trimble tarafından üretilen tabure, Kuzey Carolina Raleigh’deki BioMason adlı üniversite kökenli bir kuluçka şirketinin tuğla üretimi ve Türkiye Biyotasarım Takımı’nın biyoblok üretmeye yönelik araştırmaları sayılabilir (Demirci, 2019). Henüz gelişime açık bu yöntem, üretim süreçleri yüksek karbon salımları içeren alışılagelmiş yapı malzemelerine alternatif olabilecek bir potansiyel içermektedir (Keskin Gündoğdu vd., 2019).

“Cıvık mantarlar”, özellikle mühendislik disiplinlerinde yol optimizasyon problemlerinin çözümünde araştırılan bir organizmadır. Sarı jelatinimsi bir görünüme sahip, kendi gibi diğer hücrelerle birleşerek ortak hareket eden bu tek hücreli canlı, merkezi bir sinir sistemi ve beyni olmamasına rağmen yön bulmak ve besin kaynakları arasında bağlantılar oluşturmak konusunda önemli bir yeteneğe sahiptir. Literatürdeki çalışmalara dayanarak cıvık mantarların maliyet ve verimlilik arasında iyi bir denge sağlayabilecek, optimizasyon yöntemleri için ilham alınabilecek canlılar olduğunu söylemek mümkündür. Bu doğrultuda mevcut kentsel yerleşimlerin ölçekli haritaları üzerinde cıvık mantarların davranışlarını gözlemleyen ve oluşturduğu bağlantıların mevcutta bulunan ulaşım ağlarıyla kıyaslandığı çok sayıda çalışma olduğu görülmektedir (Nakagaki, 2007; Adamatzky ve Ilachinski, 2012). Bunun yanı sıra labirent deneyleri aracılığıyla canlının davranışını modelleyerek geliştirilen yol optimizasyon algoritmaları, devre ve robot yapımı üzerine çalışmalar da mevcuttur. Davranışsal özelliklerinden dolayı tasarımcı ve sanatçıların da oldukça ilgisini çeken bu canlı, birçok sanatsal çalışmada da kullanılmıştır (Kale, 2019).

Mimarlık ve tasarım alanında ise bu canlıya değinen oldukça az sayıda çalışma olduğu söylenebilir (Mayne, 2015; Köktürk vd., 2017; Köktürk vd., 2020; Kale, 2019). Hynam ve Mayne (2015) farklı boyutlarda dikdörtgenlerden oluşan bir plan üzerinde cıvık mantarların davranışlarını inceleyerek ona göre bir konut tasarımı gerçekleştirmeyi denemişlerdir. Türkiye Biyotasarım Takımı’nın da cıvık mantarları kentsel ölçekte tasarımcılara yol gösterici bir altlık olarak ele aldıkları görülmektedir. Gerek kentlerde ulaşım ağlarının belirlenmesinde, gerekse büyük ölçekli alanların tasarımında, arazi kullanımı ve optimum yaya hareketi, dolayısıyla kısa mesafeli yollar oluşturmak, kullanılabilirlik açısından önemli parametrelerdir. Takım, büyük ölçekli kentsel alanlarda ana tasarım kararlarının alınmasının zorlu ve karmaşık bir süreç olduğuna işaret ederek; cıvık mantarların etkili ve verimli bir tasarım süreci için rehber olabileceğini öngörmektedir (Köktürk ve diğ., 2020).

Sonuç Olarak
Biyoişbirlikçi örnekler değerlendirildiğinde, canlının/doğanın tasarıma, ya tasarım sürecinin ya da sonuç ürünün bir parçası olarak iki farklı şekilde entegre edildiği görülmektedir. Bu yaklaşımlar temelde doğal çevrenin simbiyotik dengesini bozmamak ve ona uyumlu yapılar tasarlamak hedefiyle ve sürdürülebilirlik kavramıyla ilişkilendirilerek ele alınmaktadır. Bir yapı malzemesinin ya da tasarım ürününün üretim sürecinde karbon salımının düşük olması, kullanım sürecinde insan sağlığına zararlı salımlar içermemesi, atık geri dönüşümünü içermesi en çok üzerinde durulan başlıklar haline gelmektedir. Doğanın yapılara daha sıkı entegre olduğu bir geleceğin, sanayileşme öncesinin doğal yaşam pratiklerinden kopmuş ve modern hayata alışmış günümüz insanı için zorlayıcı olacağı öngörülebilir. Ancak insanoğlunun yaşanabilir bir gelecek için doğayla yeniden bağ kurmayı başarması şarttır.

Kaynaklar
Adamatzky, A. ve Ilachinski, A. (2012). Slime mold imitates the united states interstate system. Complex Systems, 21(1), 1-20.

Akyol Altun, D. ; Örgülü, B. (2014). Towards A Different Architecture in Cooperation with Nanotechnology and Genetic Science: New Approaches for the Present and the Future, Architecture Research, 4 (1-B), 1-12.

Arbona, J.; Greden, L.; Joachim, M. (2003). Nature’s Technology: The Fab Tree Hab House, Thresholds No. 26 (Spring 2003), 48-53.

Bayer, E.; McIntyre, G. (2011). “Method for producing rapidly renewable chitinous material using fungal fruiting bodies and product made thereby.” United States Patent and Trademark Office, Alexandria, VA.

Bayır, E.; Çeltikoğlu M.M. , Şendemir, A. (2018). The use of bacterial cellulose as a basement membrane improves the plausibility of the static in vitro blood-brain barrier model, International Journal Of Biological Macromolecules, 1002-1013.

Benyus, J. (1997). Biomimicry: Innovation Inspired by Nature, New York: Harper Collins Publishers.

Demirci, B.F. (2019). Mimari Tasarımda Biyoişbirlikçi Bir Yaklaşım Olarak Bakteriyel Biyokalsifikasyonun Kullanımı Üzerine Bir İnceleme, yüksek lisans tezi, DEÜ Mimarlık, İzmir.

Deniz, İ.; Keskin Gündoğdu, T.; Yılmazsoy, B.T.; Arıç, A.; Andiç Çakır, Ö.; Şendemir Ürkmez, A.; Akyol Altun, D; Tokuç, A.; Köktürk, G.; Özkaban, F. (2017). Design and Optimization of Biocalcification Medium”, International Conference on Technology, Engineering and Science (IConTES) October 26-29

Estevez, A. (2014). The Future of Architecture: Biodigital Architecture and Genetics, Architecture Research, 4 (1-B), 13-20.

Interdisciplinary Expansions in Engineering and Design With the Power of Biomimicry, Eds. Gülden Köktürk, T.Didem Akyol

Altun, Intechopen Pub., Croatia, 2018, https://www.intechopen.com/books/interdisciplinary-expansions-in-engineering-and-design-with-the-power-of-biomimicry

Jonkers, H. M. (2007). Self healing concrete: A biological approach. Self Healing Materials: An Alternative Approach to 20 Centuries of Material Science (1. Baskı) içinde (195–204). Dordrecht: Springer.

Kale, İ. (2019). Physarum polycephalum türü cıvık mantarların mimari / kentsel tasarıma altlık oluşturmakta kullanımı, yüksek lisans tezi, DEÜ Mimarlık, İzmir.

Karana, E., Blauwhoff, D., Hultink, E.-J. ve Camere, S. (2018). When the material grows: A case study on designing (with) mycelium-based materials. International Journal of Design, 12 (2), 119-136.

Keskin, T. ; Deniz, İ.; Arıç, A.; Yılmazsoy, B.T.; Andiç-Çakır, .; Erdoğa, A.; Altun, D.; Tokuç, A.; Demirci, B.F.; Şendemir Ürkmez, A.; Köktürk, G.; Özkaban, F. (2019). Development of Ecological Biodesign Products by Bacterial Biocalcification, EJENS, vol. 3, Issue 1, 17-25.

Kırdök, O.; Altun, T.D.; Dokgöz, D.; Tokuç, A. (2019). Biodesign as an innovative tool to decrease construction induced carbon emissions in the environment, International Journal of Global Warming, 19 No.1/2, 127 – 144.

Köktürk, G.; Tokuç, A.; Akyol Altun, D.; Andiç Çakır, Ö.; Özkaban, F.; Deniz, İ.; Keskin Gündoğdu, T.; Şendemir Ürkmez, A. (2017). Slime Moulds for Supportive Biologically-Based Urban Design Methods, 3rd International Conference of Biodigital Architecture & Genetics 2017, Barcelona.

Köktürk, G., Tokuç, T., Altun, T.D., Kale, İ., Özkaban F. F., Andiç Çakır, Ö. ve Şendemir Ürkmez, A. (2020). Experimental and numerical shortest route optimization in generating a design template for a park in Kadifekale. içinde Environmentally- Benign Energy Solutions (779-798). New York: Springer Publishing.

Lin, K.W., Lin, H.Y. (2004). Quality characteristics of Chinese-style meatball containing bacterial cellulose (Nata). Journal of Food Science, 69(3), 107-111

Mayne, R. ve Hynam, M. (2015). Physarum for architectural inspiration. 22 Şubat 2019, http://www.designleap.org/30/

Myers, W. (2012). Bio Design. Nature. Science. Creativity, New York: The Museum of Modern Art.

Nakagaki, T., Iima, M., Ueda, T., Nishiura, Y., Saigusa, T., Tero, A., Kobayashi, R. ve Showalter, K. (2007). Minimum-risk pathfinding by an adaptive amoeba network. Physical Review Letters. 99 (6). 145-167.

Pawlyn, M. (2011). Biomimicry In Architecture, London: RIBA Publishing.

Tokuç, A., Özkaban, F.F., Andiç Çakır Ö. (2018). Biomimetic facade applications for a more sustainable future. içinde Interdisciplinary Expansions in Engineering and Design With the Power of Biomimicry. Intech. 77-99.

Tedglobal (2009). Rachel Armstrong: Kendini Onaran Mimari Mi?. 03 Mart 2019, https://www.ted.com/talks/rachel_armstrong_architecture_that_repairs_itself?language=tr#t-422533%20).

1. http://www.archinode.com/fab-tree-hab-2.html
2. https://www.dezeen.com/2013/06/03/silkwormsand-
robot-work-together-to-weave-silk-pavilion/
3. http://dezeen.com
4. https://www.biodesignteam.com/