Mekan Mümkün Kılar

Kentlerin jeneratörü olan meydanlar ve sokaklar; özneler olarak temsil edildiğimiz, özgür ifade hakkımızı ve topluluk bilincimizi kazandığımız, kenti yaşadığımız alanlardır. Bugün bu alanlar homojenleştirici güçlerin etkileriyle yalnızca dolaşım alanlarına veya kullanılmayan ıssız boşluklara dönüşme tehlikesi altında bulunuyor. Mimarlara, akademisyenlere ve öğrencilere kamusal mekanın karşılaşma ve bir araya gelme olasılıklarımızı nasıl etkilediğini ve mekanların topluluk bilincini şekillendirmedeki rolünü sorduk.

Hazırlayan: Ebru Şevli, Mimar

Meydanlar ve sokaklar kentlerin müşterek zeminini örerler. Gündelik hayatın rastlantısal, demokratik ve anlamlı karşılaşmaları bu alanlarda yaşanır. Bir şehrin meydanları protestolara, kutlamalara, acıları ve fikirleri paylaşmaya ev sahipliği yapar. Bu mekanlar, kolektif bilincimizi şekillendiren, toplumun farklı kesiminden bireylerin kentlerine ait hissetmesini mümkün kılan yerlerdir. Bununla birlikte, kent hayatı homojenleştirici güçlerin sürekli tehdidi altındadır: Kamusal mekanları düzenlemeye, özelleştirmeye ve sterilize etmeye çalışan güçlerin. Politik ideolojiler ile medya ve ticaretin manipülasyonları, kamusal alanın özgürleştirici potansiyelini bastıran bir kontrol mekanizması haline gelir. Toplumsal ilişkilerin karşılıklılığı içerisinde üretilen kentsel mekan, hem kontrolün hem de direnişin maddi karşılık bulduğu bir alana dönüşebilir. 

Kent hakkı, kentsel mekana yalnızca fiziksel erişimle sınırlı değil; aksine, kentsel hayatı özel çıkarlar yerine kolektif ihtiyaçları yansıtacak biçimde şekillendirmek ve dönüştürmekle ilgilidir. Kamusal alanlar, yurttaşların soylulaştırma, dışlama ve gözetim güçlerine karşı mücadele ettiği mekanlar olma potansiyeline sahiptir. Ancak bu potansiyel kendiliğinden gerçekleşmez; anlamlı karşılaşmaları teşvik eden bir mimari ve şehir planlamasına ihtiyaç duyulur. İnsanları bir araya gelmeye ve etkileşime davet eden yerler, tasarım aracılığıyla mekanın mümkün kılma gücünü açığa çıkarır. Kamusal mekan er ya da geç bir anlatıya sahip olacaktır; bu tepeden ona atfedilen bir hikaye olabileceği gibi, mekanın kullanıcıları tarafından zaman içerisinde geliştirilmiş ve kolektif bilinci tetikleme etkisine sahip bir anlatı olarak da ortaya çıkabilir. Günümüz şehircilik anlayışının karşı karşıya olduğu temel zorluk, kamusal hayatı yalnızca tüketim ve denetim alanlarına indirgemeye çalışan baskılara direnmekte yatıyor. Bunun yerine, insanların farklılıkları ile karşılaşıp dayanışmalar kurabileceği ve şehri ortak anlam alanı olarak deneyimleyebileceği kamusal mekanlar yaratmalıyız. 

Kamusal alanlarımızı yalnızca hareket ve ticaret koridorlarına indirgemeye mi izin vereceğiz, yoksa onları olasılık ve umut mekanları olarak geri mi kazanacağız? 

YAPI Dergisi’nin 497 Mayıs-Haziran sayısının dosya sayfalarında, mimarlara, akademisyenlere, araştırmacılara ve öğrencilere kamusal mekanın karşılaşma ve bir araya gelme olasılıklarımızı nasıl şekillendirdiğini, ülkemizdeki kamusal alanların özgür ifade ve birlik olma alanları olarak nasıl kullanıldığını ve mekanların topluluk bilincini şekillendirmedeki rolünü sorduk.  

“Mekanın ruhu direnişin mekanı oldu. Bu yazıyı da, dayanışmamızdan öğrendiklerimizle, farklı renklerimizi birbiri içinde eritmeden yazmaya karar verdik. Umalım ki yaşadıklarımız kamusal mekanın anlatısı için bir aracı olsun, umalım ki bizleri kuşatan bu hayalet Taşkışla’nın ötesinde de birilerini tutuştursun.”

Taşkışla Direnişi


Direnişin Mekanı, Mekanın Direnişi

Taşkışla’da bir heyula dolaşıyor, kolektif iradenin ve dayanışmanın heyulası. Taşkışla ve Gümüşsuyu İşgalleri, 6. Filo Protestoları ve Gezi, unutulmuş gibi görünse de, aslında hep buradaydı. Yoktan var olmadı, alışılmadık değil fakat beklenmedik bir yerden canlandı. Bugün, o geçmiş bizi yeniden omuz omuza getirdi. Birlik olmayı, her bir sorunumuzda ve ortaklaştığımız duygularla haykırmayı, susmamayı keşfettik. Bize bu umudu veren, ne üniversitenin ne de fakültenin adıydı; Taşkışla’nın kendisiydi. Mekanın ruhu direnişin mekanı oldu. Bu yazıyı da, dayanışmamızdan öğrendiklerimizle, farklı renklerimizi birbiri içinde eritmeden yazmaya karar verdik. Umalım ki yaşadıklarımız kamusal mekanın anlatısı için bir aracı olsun, umalım ki bizleri kuşatan bu hayalet Taşkışla’nın ötesinde de birilerini tutuştursun.

Ş: Taşkışla’da bulunduğum üç yıl boyunca, belki de en kalabalık, en yoğun katılımlı ve en anlamlı toplanma, direnişimizin ilk forumuydu. Ortabahçede gerçekleşen bu forum, yalnızca bir araya geliş değil, aynı zamanda ortak bir mekanı, ortak bir hafızayı, ortak bir iradeyi kurma anıydı. Henüz işleyen bir iletişim ağımız, sosyal medya hesabımız yoktu. Sadece kendi imkanlarımızla hazırlayıp yaydığımız mavi bir afiş vardı. Buna rağmen, kampüs güvenliğinin forumdan haberdar olması ve girişte çantalarımızı araması, ileriki günlerde de bize çıkarılacak binbir zorluğun habercisiydi. Tam da bu baskıların ortasında, her türlü engeli aşarak, bir hareket başlattık. Direnişin en güçlü tanığı ise mekanın kendisiydi. O gün Taşkışla Ortabahçe, yalnızca fiziksel bir alan değildi, Gezi Parkı gibi, Saraçhane gibi kendine özgü hikayesini yazmaya başladı. O mekanda gerçekleşen her forum, her nöbet, her afiş ve her ses, avlunun belleğine işlendi. Duvarlar duydu, ağaçlar hissetti, kaldırımlar izledi. Mekan yalnızca bir arka plan olmaktan çıkarak direnişin öznesine dönüştü. Mekanın bir direniş alanına dönüşme süreci, gündelik yaşam pratikleri ve bilinçli eylemlerle gerçekleşti. Biz o mekanlarda sadece toplanmadık; onları dönüştürdük. Birlikte dönüştük. Bu dönüşümden yarına şunları sormak gerekir: Kamusal alanlarımızı yalnızca hareket ve ticaret koridorlarına indirgemeye izin mi vereceğiz, yoksa onları olasılık ve umut mekanları olarak geri mi kazanacağız?

A: Ortabahçe ve kapı önü; anlamları ve etkileri birbirinden apayrı iki mekan tanımlamaya başladı. Ortabahçe bizimdi, güvenliydi ve kendimize dönüktü. Orada yaptığımız ve planladığımız her şeyi okulun gerçek sahipleri olan öğrenciler için yaptık. Mekansal varlığımız ile avluya politik ipotek koyduk. Mekansal yokluğumuz da aynı şekilde direnişin bir parçasına dönüştü. Her gün inatla ortabahçede açtığımız kahve standı ve çevresinde oluşan kalabalık direnişi durmaksızın mekansallaştırıyordu. Her gün kalabalık ve uzun sıralarla görmeye alıştığımız kahvecinin bomboş olması ise yine mekanın kendisini politik bir imgeye dönüştürüyordu. Kapıdaki oturma eylemleri ise ortabahçenin ruhundan bambaşka; protest, cesur, asi, öfkeliydi. Kapıdaki kalabalık otoriteyi korkuttuğu için sadece oturup şarkılar söylememiz bile çevremize üç adet toma ve bir otobüs polis gönderilmesine sebep olmuştu. Taksim’in burnunun dibindeydik, haykırıyorduk ve kalabalıktık. Geçen yayalar ve araçlar destek oluyor ve görünürlüğümüzü artırıyordu. Ortabahçe huzurlu ve dirençliyse, giriş merdivenleri öfkeli ve gürültülüydü. 

Ş: Otorite eliyle şekillendirilmeye çalışılan üniversitelerde genç olmak, politikanın dışında kalmanın lüks olmadığı anlamına geliyor. Özellikle de mimarlık fakültesi öğrencileri için… Mekan üzerine düşünen, mekanı üreten ve dönüştüren bir disiplinin içindeyken, yapılan işin siyasetle, toplumsal hafızayla ve kamusal alanla ne kadar iç içe olduğunu görmemek imkansız. Son yıllarda artan bireyciliğin ve kaybedilen kolektif hayatının ardında, devlet eliyle yürütülen bilinçli politikaların izini sürebiliyoruz. Masum görünen düzenlemeler, kampüslerdeki yeni yönetmelikler ve fiziksel müdahaleler, aslında kamusal mekanı denetim ve tüketim alanına indirgeme stratejisinin parçaları. Sokağa çıkmanın, yan yana durmanın ve kolektif ses çıkarmanın kriminalize edildiği bir dönemde, herkesin birbirinin elini tuttuğu, bir arada güçlü durduğu bir an yaşamak, halkın örgütlü gücünün en aşılmaz barikat olduğunu bize bir kez daha gösterdi.

A: Mekanın bağlamı dolayısıyla anlamı da ürettiğini gözlerimizle gördük. Bir hocamıza sorular sormak için kendisini ortabahçede pikniğe davet etmiştik. Gergin havayı dağıtmak tansiyonu düşürmek için geniş avludaki güneşli günü kullanılacaktı. Kendisi her nedense belki hiçbir öğrencinin okul hayatı boyunca göremeyeceği senato odasında açıklama yapmak istedi. Kalabalık odaya sığmadı, kapının önüne yığılmak gerekti. Hocanın üretmeye çalıştığı hiyerarşik ortam, kendisinin hiç farkında olmadan kuşatıldığı hemzemin bir mekana dönüşmüştü. Küçük odaya sıkışan ve en başından beri haksızlığa uğradığını düşünen gençler sorular sorduğunda hocanın cevapları tatmin etmiyordu. Sonunda ise aramızdan geçerek odadan çıkmak zorunda kaldığı görüntüleri arkasında bıraktı. Bir yanda ortabahçenin şenliksi havası diğer yanda senato odasının ağırlığı. Birbirinden apayrı iki senaryodan en çetrefilli olanını hocamız kendi elleriyle ve inatla üretti.

B: Özellikle en kalabalık, en işlek, bununla birlikte geçiş noktası özelliği de taşıyan mekanlarımız yalnızca tüketim noktaları olarak işlevsel hale gelebileceği noktalara evriliyor, kazanabileceği diğer fonksiyonlardan -özellikle de kamusal ve birleştirici bir güç taşıyorsa – arındırılıyorlar ve toplum algısında atıl bölge, kentsel dönüşüm bölgesi veya güvenlik sorunu teşkil eden bölgeler olacak yer edecek şekilde etiketlendiriliyorlar. Şehrimizde deprem ve güvenlik sorunlarının varlığı son derece açık, fakat bu sorunlara getirilen çözümler söz konusu bölgeleri ev sahiplerinin yaşam koşullarını iyileştirmekten çok bu bölgeleri rant aracı haline getirme, bölge halkının üretim güçlerini ve mekanlarını ellerinden alma ve gün sonunda bu bölgeleri soylulaştırma üzerine kurulu. Bu soylulaştırma sonucu meydana gelen yapılaşmalar mekanları ve barındırdığı toplumu tektipleştirme üzerine kurulu olduğu ve reklamını da bizlere adeta empoze edilen mutlak bir “iyi,” “kullanışlı” veya “güzel” gibi kavramlar üzerinden yaptığı için farklılıklara ve özgürlüklere alan açmayan yapılaşmalar olarak var oluyor. Maddi olanaklarıyla sınırlı bir zümreyi barındırma kapasitesine sahip bu yapılar, sermayedarlarının kar hırsı sonucu boş kaldığında da kalan mekanlar boş, yasa dışı eylemlere müsait, azınlık sınıfları hiçbir şekilde koruma altına almayan ve onlara toplumun bir parçası olma imkanı tanımayan mekanlar haline geliyor. Mimarlık bir bölgenin kültüründen, yaşam koşullarından ve üretim imkanlarından doğrudan beslenirken yapılan bu uygulamalar sonucunda mekanların mimari karakteri de ona sahip olan halkının elinden söküp alınarak niteliksiz ve yok olmaya mahkum hale geliyor. Tüm bunlar olup biterken bu mekanları yaşatmanın yolları da onları kullanmak, sahip olabilecekler alternatifler için çözüm yolları üretmek ve içinde bulunduğumuz toplulukları da eylemlerimizin bir parçası olmaya çağırmaktan geçiyor. Sistemin ve sonsuz ve karşılıksız bir tüketim zincirinin parçası olmayı kestiğimiz ufak bir an dahi isyanımızın parçasıyken şehrimizde aktif ve üretken bir kullanıcı olarak var olmak direnişin simgesi haline gelme potansiyeli dahi taşır.

Ş: Barikatlar, giriş kapılarındaki kontrol noktaları ya da güvenlik bariyerleri yalnızca fiziksel engeller değildir. Aynı zamanda mekanın kamusal niteliğini açığa çıkaran eşiklerdir. Bu eşiklerin ardında sadece baskı değil, bu baskıya karşı dayanışma ve umut birikir. Direnişin yarattığı bu kolektif irade, mekanın boşluğunda yeni anlamlar yaratır. 

B: Son bir buçuk aydır mekan kavramının halkımız ve siyasetimiz üzerindeki tesirinin boyutlarına hepimiz şahit oluyoruz. Yakın siyasi tarihimize yansıyan olayların birçoğu da Taksim ve çevresinde meydana gelen olaylar, ki bu durum Taşkışla’nın konumunun önemini ve politiklerini ortaya koyan durumlardan yalnızca biri. Taksim; İstanbul’un merkez bölgelerinin birçoğunun kesişim noktası olması, Sanayi Odası Binası’nı barındırması ve elbette tüm bu sebepler altında biriktirdiği tarihsel önemi ile İstanbul’un 1 Mayıs, 8 Mart gibi halkın en acil taleplerinin dile getirildiği günlerde simge haline gelmiş bir mekan. Tam da bu sebeplerle eylemlerin en çok yasaklandığı yer olması, en ufak bir siyasi gelişmenin ardından dahi barikatlarla kapatılması kamusal alanlarda birlik olmamızın engellenme düzeyini belki de en acı boyutuyla ortaya koyan örneğimiz. Taksim artık bir örgütlenme ve direniş mekanından öte, onların bir sembolü hatta talebi haline gelmiş durumda. İstanbul gibi iki sokak arasında dahi inanılmaz bir farklılık ve özgünlük bulunan bir şehirde böylesine tekil ve sembolik hale gelebilmek, sahip olduğumuz mekanlarla kurduğumuz ilişkilerin derinliğini ve sahip olduğu potansiyelleri de ortaya koyar nitelikte.

Ş: Bugün üniversitelerden kent meydanlarına kadar her yer, kamusal hayatı sterilize etmeye, görünmez kılmaya çalışan güçlerin baskısı altında. Kamusal alanı özgürleştirici bir karşılaşma mekanı olarak yeniden kurmak ise bizim elimizde. Direnişin mekana, mekanın direnişe dönüştüğü o anlar, yalnızca geçmişin anısı değil, geleceğin de umudu.

“Parçalanmış, kapatılmış yerleşim adalarıyla ortaya çıkan kentsel çevre; kentin gerçek anlamını, kentlileri bir arada tutan yaşama alanını ve ortak çerçeve olarak şehir fikrini koruma ve oluşturma becerisinden uzaktır…”

Dilvin Hazal Akkaya Usman, Dr., Arş. Gör.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Bölümü, Bina Bilgisi Bilim Dalı


Başka bir kent mümkün mü?

Bu görüş yazısı, Neil Brenner’ın (2024) günümüz kentine dair yaygın olumsuz söylemlerin aksine, “Eleştirel Kentsel Kuram” çerçevesinde kurduğu umutlu bakış açısının izinden gider. Neoliberalleşmenin tüm kısıtlayıcı taleplerine rağmen, piyasa odaklı yaklaşımların ve türlü özelleştirmelerin ortasındaki bir kentin bile; kaynakları paylaşmanın, çeşitli ortaklıklar geliştirebilmenin yeni yollarının bulunduğu ya da açıldığı, toplumsal bir deneyim alanı olarak hem kent yaşamında hem de kentsel mekanda kendisini hala yeniden ortaya koyabileceğine dair bir “şehir fikrini” benimsemenin, içinde yaşadığımız kentleri yeniden şekillendirebilecek bir güç olduğunu savunur.   

Marshall Berman 1982 tarihli “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” kitabını tartışmak üzere gittiği Brasilia kentini, kişinin kendisini aydaymışçasına yalnız, kaybolmuş hissettiği tanımsız boş alanları üzerinden tanımlar. Le Corbusier’nin 20. yüzyıl şehir planlaması üzerinde etkili, açık alanı artırmayı hedefleyen radikal fikirleriyle yetişen Lucio Costa ve Oscar Niemeyer, Berman’ın (2021) ifadesiyle “insanların bir araya gelip konuşabileceği ya da basitçe birbirlerine bakıp ortalıkta salınabileceği kamusal alanların olmadığı” bir tasarımı önemsemiştir. CIAM manifestolarında öne sürülen planlama ve mimari ilkelerinin uygulanmış bir örneği olarak deklare edilen, tasarımı ve inşasıyla Brezilya toplumunu dönüştürmesi beklenen ve yeni çağı simgeleyen Brasilia kenti, kamusal ve özel alan arasındaki geleneksel ayrımları ortadan kaldırmasıyla ön plana çıkar. Kentsel mekanların özü, sosyal bütünleştirici olan geleneksel sokak, yerini sosyal bölücü olarak işlev gören sekiz şeritli otoyollara bırakır (Hall, 2014). Boş bir sayfa üzerine “Sokağı yok etmeliyiz” sloganıyla inşa edilen Brasilia’nın kentlileri yapılacak başka hiçbir şeyin kalmadığı bir durumda bırakılmıştır (Berman, 2021). 

Farklı işlevleri bir arada bulunduran, insan ölçeğine uygun bir yaşam alanı sunan geleneksel şehir dokusu, Brasilia örneğinde de olduğu gibi yirminci yüzyılın kentleşme modelleri ve kent bütününü oluşturan yol-ada-parsel-yapı ilişkisini devre dışı bırakan modernist planlama ilkeleriyle çözünmeye başlar. Kentsel mekanın ve binaların etkileşim halinde olduğu bir anlayış yerine, tanımsız boşluklarda konumlandırılan binaların ön plana çıkarıldığı yaklaşımlar kentsel mekanın niteliğini zayıflatır. Çeper bloklarla sınırlandırılmış sokak, meydan, avlu gibi baskın ve tanımlı açık alan öğeleriyle mekansal olarak tasarlanmış şehirlerin yerini modernistlerin nesne odaklı, çözünük, kompozisyonel mimariyle, binaların tanımsız açık alanlarda düzenlendiği kentler alır (Sonne, 2017). 

Yukarıda aktarıldığı üzere, kentlerin 20. yüzyılda başlayarak devam eden radikal dönüşümünde, kent yaşamındaki ve mekanındaki değişimlerin kentli üzerindeki etkileri nelerdir? Sorunun cevabı için şehir tanımlarına odaklanmakta yarar var.  

Aristoteles “Politika” eserinin açılış paragrafında “şehir” (polis) kavramını bir “ortaklık/birliktelik” (koinonia) türü üzerinden tanımlar. Her şehir, iyi bir amaçla bir araya gelen insanların kurduğu ortaklıktır. Aristoteles’in incelemelerinde şehir, soyut ve somut olarak tanımlanan ikili karakteriyle ön plana çıkar. İlk kez Yunan şehir devletinde ortaya çıkan, farklı insan gruplarının bir arada yaşayabilmeleri, ortak iyiye ulaşabilmeleri için fikir alışverişinin yapıldığı ve kamusal kararların alındığı agora alanı, şehrin politik (techne politike) ve soyut alanını temsil ederken, şehrin somut karakterini konutların kümelendiği alan yani yapılı çevre (techne oikonomike) oluşturur. 

Richard Sennett, 2025 yılı içerisinde Türkçe çevirisi “İnşa Etmek ve Yaşamak, Şehir Etiği” adıyla yayımlanan kitabında kentlerin anlamsal ve biçimsel değişimlerine odaklanan bölümlerini, şehir kavramının söz konusu ikili karakteri üzerinden şekillendirir. Eski Fransızca’da şehir kelimesinin karşılığı olarak kullanılan “ville” ve “cité” kelimelerinin anlamsal farklılıklarını şehir kavramının içerdiği fiziksel ve toplumsal alanları irdelemek üzere yeniden ele alan Sennett’e (2025) göre, şehri oluşturan yapılı çevre (ville) ve insanların içinde yaşadığı ortam (cité) aynı şey değildir. Sennett (2025) çalışması boyunca içinde bulunduğumuz çağda hızla çoğalan doluluklardan oluşan ville’nin gittikçe kaybolan cité’yle ilişkilendirilmesinin mümkün olup olmadığı sorgular. 

Şehrin soyut (yaşanan) ve somut (inşa edilen) alanı arasındaki ayrım, karşıtlık ve mücadele günümüz kentlerine de uzanır. 2000’li yıllar itibariyle ülkemizin, İstanbul başta olmak üzere tüm metropollerinde, hem kent merkezinde hem de kent çeperlerinde yer alan bölgelerde şişirilmiş ve çoğaltılmış yollarla, büyük alışveriş merkezleriyle, kapalı yerleşim bölgeleriyle, iri yapı adalarında üretilen yüksek konut bloklarıyla, karma/çok işlevli podyum bloklarıyla, dekoratif peyzaj düzenleriyle iyileştirilmeye çalışılan zemin düzlemleriyle görünürlük kazanan sermaye hareketi, kentsel mekan dizgesinin örselenmesine neden olur. Yapılı çevredeki söz konusu dönüşümler hem mekansal hem de kamusal yaşantıda kenti köklü değişime uğratır. Parçalanmış, kapatılmış yerleşim adalarıyla ortaya çıkan kentsel çevre; kentin gerçek anlamını, kentlileri bir arada tutan yaşama alanını ve ortak çerçeve olarak şehir fikrini koruma ve oluşturma becerisinden uzaktır.

Günümüz kentlerinde, inşa edilenler tarafından sınırlandırılan ancak yaşananları temsil eden sokak, cadde, meydan, avlu gibi kentsel mekanlar fiziki anlamda yenisi üretilemez (Bingöl & Akkaya, 2022) haldedir. Kentli, topluluk yaşamının bir mekanı olarak hayati ve işlevsel bir kullanıma sahip olan (Sitte, 2024), bir dizi sosyal davranış ve deneyim için platform oluşturan, şehirlerin can damarı (Jacobs, 2017) sokaklarını; kimi zaman yalnız kalmak, rahatlamak ve düşünmek için, kimi zaman yabancılarla, farklı bir dünya görüşüne sahip ötekilerle fikir alışverişinde bulunmak veya pasif temas kurmak için kullandığı kaldırımlarını; sayısız ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel faaliyeti destekleyen caddelerini; gündelik hayatın rastlantısal veya resmi etkileşimlerinde, protesto, kutlama, tören gibi demokratik ve anlamlı karşılaşmalara imkan veren, özgür ifadenin ve mücadelenin meydanlarını özetle, kentsel mekanlarını yitirme tehdidiyle karşı karşıyadır. Peki içinde bulunduğumuz çağda, yaşanan ve inşa edilen arasındaki uçuruma rağmen başka bir kent mümkün mü? 

Şüphesiz Aristoteles’in tanımladığı anlamıyla kentleşme öncesi şehirlere geri dönmek mümkün olmadığı gibi, Yunan şehirlerindeki agoraların yeniden kurulması da mümkün değildir ancak mevcut kentsel durum içerisinde benimsenecek “şehir fikri” ile farklılıkların bir arada var olabildiği yeni bir ortaklık biçimi tanımlanabilir. Bu anlamda şehir fikrini merkezine alan bir planlama anlayışıyla, parçalanmış kentsel doku üretimine teşvik eden imar koşullarına alternatif sunulabilir. Her şeyin mümkün olduğu çağda, neoliberal sistemin tüm kısıtlayıcı taleplerine rağmen dolulukların içinde sıkıştığımız bir kentten, tanımlı açık alanlarda bir araya geldiğimiz, farklılıklarımızı korurken ortak hareket edebildiğimiz, kentlerin biz kentlilere ait olduğunu fiziksel varlığımızla gösterebildiğimiz ve kent yaşamına dair isteklerimizi inşa edilenlerle destekleyebildiğimiz kentsel mekanlara erişmek de mümkün olmalı. 

Kaynaklar

  • Berman, M. (2021). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, Modernite Deneyimi. İstanbul: İletişim Yayınları.
  • Bingöl, Ö. & Akkaya Usman, D. H. (2022). Meydan: Artık yenisini üretemediğimiz bir kentsel mekan üzerine, Mimar.ist, 73, 28-33. 
  • Brenner, N. (2024). Kentleşmenin Eleştirisi, Seçilmiş Makaleler. Ankara: Nika Yayınevi.
  • Hall, P. (2014). Cities of Tomorrow, An Intellectual History of Urban Planning and Design since 1880. New Jersey: Wiley Blackwell. 
  • Jacobs, J. (2017). Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı. İstanbul: Metis Yayıncılık.
  • Sennett, R. (2025). İnşa Etmek ve Yaşamak, Şehir Etiği. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  • Sitte, C. (2024). Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası. İstanbul: Arketon Yayınları. 
  • Sonne, W. (2017). Urbanity and Density in 20th-Century Urban Design. Berlin: DOM Publisher

“Kamusal ortamların yayılmacı toplumsallığı, bulaştırıcı direngenliği ve şenlikli kudreti için, aynı zamanda hem kimsenin hem de herkesin olan bir kent tahayyülü lazım…”

T. Gül Köksal, Doç. Dr.
Mimar, Koruma Uzmanı


Mekan, müşterek bir dünyayı nasıl mümkün kılar?

“Mekan mümkün kılar” diyen güzel başlığınızı ve bizlere incelikle tartışma zemini açan dosya içeriğinizi birleştirip sorunsallaştırmak istiyorum. Mekan, müşterek bir dünyayı nasıl mümkün kılar? Bunu kim inşa edebilir? 

Sokaklardan, meydanlardan, okullardan “hak, hukuk, adalet” sözlerinin yükseldiği şu günlerde, bu sorular daha da önem kazanıyor. Çünkü davet metninde kentsel yaşamı homojenleştiren, kamusal mekanları düzenleyen, özelleştiren güçlerin tehdidinden söz ediyorsunuz. Ve biliyoruz ki, bu mekansallığı kuran biraz da bizim tasarım alanı. Diğer yandan kentsel mekan “düzen” kadar direnişin de alanı diyorsunuz. Orada da etkimiz var. 

Ben de bu geniş sorunsalı daraltarak, müşterek bir dünyanın mümkünlüğünde, tasarımın pozisyonuna, tasarım aktörleri bağlamında değineceğim. Zira bu görüşün yer aldığı yayım da, ağırlıkla tasarım disiplini tarafından takip edildiği için, kentsel alanın üretimine dair sorumluluklarımızı gündem etmek için hayli yararlı bir mecradayız. Yakınsak bir tartışmayı 19 Nisan’da internet üzerinden erişilebilecek olan Evrensel Gazetesi’nde kaleme aldığım “Mimarlık Öğrencilerinden Sorgulamalar” başlıklı yazıda da yaptım. İlgili yazıda mimarlık öğrencilerinin sosyal medya üzerinden, okullarında ifade ettiği yaşam beklentilerini dile getirmiştim. Yazının çıkış noktası, mimarlık öğrencilerinin biri tasarım, diğeri akademik alandan iki mimara açık çağrıda bulunarak mesleki/akademik eyleyişleri üzerinden sordukları sorulardı. Öğrencilerin soruları bir yanda sistemin gereğini en iyi şekilde yerine getirme çabasını sorgulamaya açıyor, diğer yanda da direniş coğrafyalarının üretimi için kurucu bir zemini, bir “kentsel heterotopyayı” işaret ediyordu.

Bu yazıda da, hepimiz olabilecek bu kişilerin isimlerinden ziyade, mimarların arzuları ve kudretlerini mesele etmeye çalışacağım. Buradan hareketle, H. Lefebvre’in “Bir Haz Mimarlığına Doğru” isimli çalışmasını ve kent hakkı düşüncesini anmak istiyorum. Lefebvre, kent hakkını “bir çığlık ve talep” olarak ifade eder. Kent hakkı, artık bu şekilde yaşanmak istenmediğine ve güç ilişkilerini alt-üst etmeye dair bir çığlıktır. Aynı zamanda da nasıl yaşamak istendiğine dair kurucu bir hak talebidir. Buradaki talep, tanımlanmış hakları istemenin ötesindedir. Zira hakların tanımı, çerçevesi, öznesi sistem içinde önceden tespit edilmiştir. Hak talep etmek, isteyen tarafı pasif, hakkı tahsis edecek diğer tarafı ise yeniden aktif konuma koyar. Bu nedenle kent hakkı, hakları da inşa etmeye dayanan radikal, devrimci bir arzudur. 

Lefebvre, haz mimarlığını da, biyopolitik kapitalist modernitenin eleştirisi olarak, tasarımı politikleşmek üzere tartışır. Batılı entelektüel öğretinin çok çalışmaya, rekabete, teknokrasiye dayalı “iyi tasarım” yaklaşımını eleştirirken hazzı mesele eder. Haz, mevcut sistemde çoğunlukla harcamayla, çoklukla, zenginlikle eşleştirilir. Bunun mekanda karşılığı da tüketim ekonomisine yakındır. Lefebvre ise, hazzı direniş mekanı üzerinden ifade eder. Direniş mekanı, “algılanan” ve “tasarlanan” mekanın ötesinde, “yaşanan” mekan olarak, beklenmedik kullanımları olan, çokluğa gebe, bedenleri ve algıları dönüştüren, gündelik pratiğin aktif uzamıdır. Ve bu sistemin daha iyi sürmesini sağlayacak tasarımlarla meşgul sistemin mimarlarının eylediklerinin çok ötesinde, özyönetimci bir yaşam kurmanın sonsuz tahayyülünü içerir.  Haz üretimi, mimarın tasarrufuyla değil, biyopolitik bir eylem olarak kolektif hareketle sağlanır. Sosyal pratiklerle otonom ve birlikte hareket eder. Disipliner sınırların muğlaklaştığı, transdisipliner kavramlarla çalışır. 

Şimdi baştaki sorulara geri dönelim. Mekan, müşterek bir dünyayı nasıl mümkün kılar? Bunu kim inşa edebilir? Mekanın müşterek bir dünyayı mümkün kılabilmesi için, bunu arzu eden biz mimar öznelerin de “iyi mimarlık” algısını mesele etmesi gerekir. Bireysel hazzımıza odaklanarak sistemin sürekliliğini mi iyi kılmaya talibiz, yoksa bunun ötesine geçerek kolektif yaşamın kurucu hazzına mı?

Kentsel kamusal alanların karşılaşmalara olanak sağlaması için çoğulcu bir kentleşmeye ihtiyaç varsa, bunu kuracak olan toplumsallık açıkça demokrasiden geçiyor. Kamusal ortamların yayılmacı toplumsallığı, bulaştırıcı direngenliği ve şenlikli kudreti için, aynı zamanda hem kimsenin hem de herkesin olan bir kent tahayyülü lazım. Bu da tasarımcı öznenin ahlaki değil, etik yapabilirliğiyle ilgili hayal gücünü gerektiriyor. Çünkü ahlaki olan, betimlemeleri, sınırları tariflerken; etik olan, özgürlükleri ve öz-gücü/denetimi çalıştırıyor. Aynı zamanda gerektiğinde dünyayı baş aşağı etmeye, güç ilişkilerini dönüştürmeye, iktidara uyumlanmamaya, elinden geleni yapmak yerine durmaya, hatta yapmamayı tercih etmeye ve bunun için direnmeye dair kolektif bir güç yaratarak topluma cesaret veriyor. Tıpkı Evrensel’de açmaya çalıştığım mimarlık öğrencisi gençlerin çığlık ve taleplerinde olduğu gibi… Gençler, bizleri sorgularken bizim de ezberlerimizi masaya yatırmamız, meslekte yaş almışlar olarak düşüncede bir genç-oluşa heves etmemiz gerekiyor. 

Bu yazıyı kaleme alırken, yaşadığım kent İstanbul’da deprem oldu. Artçıları gelirken, bir süreliğine rafa kalkan yapılı çevre hassasiyeti de yeniden gündem oluverdi. İnsanlar şu an kentin sınırlı açık alanlarında, parklarda, meydanlarda. Ancak kenti bölge bölge taşıyacak kapasitede deprem toplanma alanı neredeyse kalmadı; kıyılar dolgu alanı; deniz ulaşımı iyice düştü. Bu ve diğer kent suçlarının mimarları da, bunları üreten veya göz yuman ya da sadece eleştirmekle yetinenler de, biz meslekte yaş almışlarız. Yani bu süreçten sorumluyuz. 

Umarım bu deprem kentinde, arzu mimarlığını “iyi mimarlık” adı altında tasarım ve inşa etme yolunda değil de, kolektif yaşamın mimarisinde çalıştırmak için daha da çok geç kalmayız…

“Beklemediğimiz bir anda, unutmaya yüz tuttuğumuz biçimlerde yeşeriyor olabilir mi bütün mümkünler?”

Merve Gül Özokcu, Doktora Adayı
Herkes İçin Mimarlık


Bütün Mümkünlerin Kıyısında*

Mimar olmanın, belirli yaşam biçimlerini de takip etmek anlamına geldiği daha eğitimimin başlarında aşılanmıştı. Önümde merakla beklediğim bir gelecek vardı. Atölyelere katılıyor, yarışmalara giriyor, belli marka kalemler ve defterler edinmemiz gerektiğini hissediyordum. Staj yapmak da gerekliydi; belki aşkla değil ama bunu bir fırsat olarak görüp gelecekte nasıl bir hayatım olabileceğini anlamaya çalıştım. Büyük, içinde kaybolacağım ofislerden kaçındım. Çok küçük ofisler de gözlem için yeterli görünmüyordu. Sonunda, tanınmış bir mimarın on kişilik ofisinde staj yapmaya kabul edildim.

Şimdi geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki, ikinci sınıf yazında yaptığım o stajın mimarlık ortamına dair bana neler öğrettiğini sezmişim ama boyutlarından habersizmişim. O zamanlar henüz Gezi Parkı işgal edilmemişti; kent merkezindeki talanlar “benim için” doğrudan deneyimlenebilecek bir sınıra ulaşmamıştı. Yine de bir Taşkışla öğrencisi olarak Gökkafes’in, Park Otel’in hikayelerini dinliyorduk. Sulukule ve Tarlabaşı’nda yeni yaralar açılıyordu.

İstanbul’a üniversite için geldiğimde son derece heyecanlıydım. Eskişehir’de, örneğin, bağımsız filmlere erişim kısıtlıydı, İstanbul’un kültür hayatına adeta nefesimi tutarak daldım. 2013’e kadar süren bir yükselişe tanıklık ediyormuşuz aslında: alternatif sahneler, mekansal denemeler, disiplinlerin birbirine karıştığı yeni keşif alanları. Meğer bu tırmanış, geçmiş mücadelelerin bir sonucuymuş ve aynı anda içine girdiğimiz tahribatlı inşa iklimi bu kazanımlardan çok şey götürecekmiş.

O yıllarda İstanbul’da sinemalar birer birer kapanmaya başladı. Kentte ve kırsalda geri döndürülemez bir yıkım yaşanıyordu. Önceleri sadece “arka mahalleler”de oluyor gibiydi ve kaygısını pek az kişi çekti. Mimarlık ortamında bolca eleştiri vardı; fakat iş proje üretmeye gelince, ofislerin ayakta kalması gerektiği hatırlatılıyor, inşai faaliyetlerin devam etmeme ihtimali akıllara bile gelmiyordu. Akademide ve pratikte herkes birbirini tanıyor, eleştiriler kişilere göre şekil değiştiriyordu. Merakla dinlediğimiz söylem sahipleri, “aman bizim her zamanki X işte” denilerek marjinalleştiriliyor; bu bahis kapatılarak, kolokyumlara “ürün”e övgüyle devam ediliyordu. Eleştirinin bir sınırı olmalıydı, empati yapıyor ve bir ağdan kopmamaya çalışıyorduk.

Stajlar ilerledikçe bazı şeyler daha netleşti. Bir mimarın nasıl başrol oyuncusu olabileceğini, bazılarınınsa hiç olamayacağını fark ettim. Üretimin kimileri için bir keyfiyet meselesi olabileceğini; bazı durumlarda üzerine hiç tartışılmadan, önemsenmeden gözden çıkarılacak yapılar da üretilebildiğine şahit oldum. Hayatta hangi kapıların ayrıcalıkla açıldığını, bunun ne kadarının hak edilmiş kazanımlarla mümkün olabildiğini ayırt etmeye başladım. Daha stajyerken bile bize olan ihtiyaç seziliyordu; örneğin, birilerinin tehdit altındaki mahallelere girip yapı stokunu belgelemesi gerekiyordu. Güvencesiz mahalleliler tedirgindi ve bizim dışarıdan geldiğimiz her halimizden belliydi. Evleri yıkılacak mıydı? Ne yapıyorduk biz orada? Bu soruları sadece mahalleliler değil, biz de kendimize soruyorduk. Bir şeylere şahit oluyor, ama bir parçası da oluyorduk. Öğrenciydik ve böyle soruları savuşturabileceğimiz öğütlenmişti bize: “Teyze, biz öğrenciyiz.” diyecektik. 

Neden “iyi mimardır” diye övdüğümüz kişilerle, bu kent suçlarına alet olanlar aynı kişilerdi? Gerçekten onlar yapmasa başkası daha kötüsünü mü yapacaktı? Onları daha iyisini yapabileceklerine ikna eden neydi? Daha başlamadan meşrulaştırılmasına zemin oldukları onlarca talanı; hakimiyeti yitirip, süreçte veda ettikleri projeleri unutuyor muyuz? Bu kez biz soralım: Bize bir portfolyo, özgeçmiş, hani bir döküm verebilirler mi?

Mimarlık gerçekten masumane icra edilebilir mi? Tanrı kompleksiyle üreten, savaştan medet uman bir mimarlık anlayışı, hayretle okuduğumuz eski bir bakış açısı değil miydi?

Peki “Ben olsam, ben de yapardım.” diyenler? Belki, ulaşılmaya çalışılan bir seviyeyi, içten içe öykünülen bir koltuğu temsil ediyor bu roller. Hala eski oyunun kurallarıyla büyük eserler kurabileceğini mi sanıyoruz? Belki oyun çoktan değişti, sahne boş? Artık her şey parçalarla şekilleniyor, çatlaklardan sızarak ilerliyor olabilir mi? 

Mimarlıkla tanıştığınız ilk yıllardan başlayarak hak ihlalleriyle bezdirilmediniz mi? Piramidin altında olduğunuzu ve üste çıkmak için pek çok kişiyi, şeyi ve değeri çiğnemeniz gerektiğini fark etmediniz mi? Peki piramidin altının, üstünden daha kalabalık olduğunu bilmiyor musunuz? Başrollere öykünenler, küçümsediğiniz o gençlerin bir gün aktör olabileceğini hiç mi düşünemediniz? 

Öğrenciler olarak belki ders için girmedik o mahallelere, ama dersimizi aldık. Tanıştık insanlarla, şahidiyiz olanların. Kapı önlerinde sohbetlere daldık; bazen bir kahvehanede çay içtik, dertleştik bir gün sıranın bize de gelebileceğini sezerek. Oralardı kamusal olan mekan. Dertlerimizi anlatırken ödüllü projelere değil, o kuytu köşelere baktık hep. Mimarlığa hikayelerin, gündelik hayatın dahil olabileceğini fark ettik. Mimarlık çoğunlukla eleştiri ve karşı duruş üzerine kuruluyordu, ama başka nasıl üretilebileceğine dair sözler çok sınırlıydı. Ne yapılmaması gerektiğini konuşuyor ama bilindik inşalara devam ediyorduk. Toplumsal olaylara taraftık sanki ama görebildik mi en iyi bildiğimizi düşündüklerimizin de temelden sarsıldığını? Beklemediğimiz bir anda, unutmaya yüz tuttuğumuz biçimlerde yeşeriyor olabilir mi bütün mümkünler? 

Not

*Öğrenci eylemlerinden bir döviz yazılaması. Mart, 2025.

“Yıkılabilir bir engel tasarlamaktansa, yaşatılmayacağını öngördüğü bir erişilebilirlik hedeflemek özgürlükçü bir mimarın politik duruşunu tarif eder. Kamusal mekanların ortaklığını ve erişilebilirliğini destekleyen çözümler önerebilir ve yaşayan mekanların çoğalmasında her şeye rağmen öncü olabilirler.”

Neşe Gurallar, Prof. Dr.
TED Üniversitesi, Mimarlık Bölümü


Meclisimizin Kentsel Kamusal Mekan İlişkisi

Her cumhuriyet demokratik olmadığı gibi her meclis binası da demokrasiyi temsil etmez. Temsili demokrasilerle yönetilen ülkelerde ise, temsilcilerin, Türkiye’deki adı ile milletvekillerinin bir araya geldiği meclis binalarının demokrasinin en önemli simgesi olması beklenmelidir. Halk, seçimler aracılığı ile vekillerini tayin eder ve bu vekiller bir mecliste toplanarak ona oy verenleri temsil eder. Bu nedenle meclis binaları, seçimlerle sandık başında ortaya koyduğumuz irademizin ve demokrasimizin en değerli simgesidir. Ancak bu yeterli midir? Bir temsil gerçeği ne kadar yansıtır? Simge haline dönüşen bir yapı, temsil ettiği değeri ne kadar yaşayan bir varlığa dönüştürür?

Demokrasilere ait meclis binalarında, bu simge yapının biçim dili, malzemesi, mimari özelliklerinin analizinin ötesinde tartışılması gereken değerli bir nokta daha vardır. Meclis binalarının kentsel kamusal mekanla kurduğu ilişki biçimi yalnızca bir simge olmasının ötesine geçmesini sağlar. Demokrasinin kentsel pratik içinde yaşanmasına, deneyimlenmesine olanak tanır. Meclis binalarının güvenlik gerekçesi ile kentin hayatından koparılıp, salt bir simge yapı haline getirilişi ülkenin demokratik yapısı hakkında önemli ipuçları verir.

Ankara’daki meclis binamızın kentsel mekanla ilişkisine bakmadan önce, meclis binaları deneyimimize bakmamız gerekir. Osmanlı tarihinden itibaren meclis binalarımıza baktığımızda ilk üç örnek İstanbul’da, bugünkü Meclis binamızla birlikte son üç örnek ise Ankara’dadır. Her bir meclis binasının kentsel mekanla nasıl ilişkilendiği başlı başına bir araştırma konusudur ve bu yazının sınırlarını aşar. Ancak genel bir özet, deneyimlerimizin getirdiği birikimi değerlendirmemize fırsat verir.

1876’da I. Meşrutiyet’in ilanı ile Meclis-i Mebusan (seçilenlerin meclisi) ve Meclis-i Ayan (atananların meclisi) Sultanahmet’te Darülfünûn binasında toplanmıştır. Abdülhamit tarafından kapatılan meclisin ömrü, yalnızca iki yıldır. Bugün ayakta olmayan yapı 1933 yılında çıkan bir yangının ardından yıkılır. 30 yıllık baskı rejiminin ardından, 1908 devrimi olarak da adlandırılan II. Meşrutiyet ise birkaç ay Darülfünûn’u kullanır ve Çırağan Sarayı’na geçer. Pek çok Avrupa ülkesinde de mevcut sarayların parlamento olarak kullanıldığını biliyoruz. En çok bilinen örnek İngiltere’de 13. yüzyıldan beri kullanılan Westminster’dır (1). Ancak Çırağan Sarayı’nın Westminster örneğinde olduğu gibi kalıcı olması amaçlanmaz. Geçici bir çözüm olarak düşünülür ve Meclis olarak tasarlanan özel bir yapıya ihtiyaç duyulduğu ifade edilir (2). 1910 yılında Çırağan Sarayı’nın yanması ile Meclis, bugün Mimar Sinan Üniversitesi’nin kullandığı Çifte Saraylar’a taşınır. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte İttihat ve Terakki tek parti yönetimine geçer. Savaşın ardından gelen büyük mağlubiyetin sonucu 1918’de İstanbul işgal edilir. Meclis, 16 Mart 1920 yılında İstanbul’un ikinci işgali ile birlikte kapatılır. O esnada Atatürk, Anadolu’daki kongreleri tamamlamış ve 1919 Aralık ayında Ankara’ya gelmiştir. İstanbul’da Meclis’in kapatılmasından yaklaşık bir ay sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’da ilk meclis toplanır. 1915 yangınının ardından, Ermeni mezarlığı üzerinde inşasına başlanan İttihat ve Terakki Binası tamamlanır ve Ankara’daki ilk Meclis olarak açılır (3). Yapı, bugün Ulus Meydanı adını verdiğimiz Millet Meydanı’na yakın, İstasyon Caddesine paralel konumlanmıştır. Bu cadde Millet Meydanı ile İstasyon’u birbirine bağlayan şehrin yeni aksıdır. Meclis bu yeni aks üzerinde ve eski kente yakın konumdadır. 1924 yılında Vedat Tek tarafından tasarlanan yine aynı aks üzerinde ve ilk meclis binasından biraz aşağıda, Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) için bir bina inşa edilir. CHF için tasarlanan bina 1924 yılında Meclis olarak açılır. İlk meclis binası gibi İstasyon Caddesine paralel konumlanmıştır. Kaskatlı bir havuzu olan geniş bahçesi İstasyon yönüne doğru iner. 

Özetle, 1876 yılından itibaren geçen zaman içinde, Meclis için özel bir yapının inşa edilmesi istenmişse de İstanbul’da ve Ankara’da mevcut binalar kullanılmıştır. Yaklaşık 60 yıla ulaşan bu deneyimin ardından, 1935 yılında meclis olarak tasarlanmış bir binanın yapımına karar verilir. 1937 yılında uluslararası bir yarışma açılır. 1938 yılında tamamlanan yarışmada seçilen üç ödül arasından birinci ödülü Atatürk tespit eder. Proje Cumhurbaşkanlığı Köşkü dahil Ankara’da çok sayıda yapıda ve Vekaletler Mahallesi olarak kurgulanan bakanlıklar üçgeni içindeki yapılarda da imzası olan Clemens Holzmeister’e aittir. 1939 yılında başlanan Meclis’in inşası yirmi yılı aşmış 1961 yılında tamamlanabilmiştir (4).  Böylelikle Meclis-i Mebusan’ın Darülfünûn’da ilk açılışından 85 yıl sonra bugünkü Meclis Binası’na ulaşılmıştır. Cumhuriyetimizin 100. yılı ile birlikte meclis tarihimiz ikinci yüzyılına doğru gitmektedir.

Holzmeister Ankara’ya ilişkin 1929 tarihli eskizinde, Meclis Binası’nı Ankara Kalesi’nde hayal eder (5). Meclis binalarının görünürlüğü artırmak için bir tepe üzerine, bir meydan önüne ya da nehir kenarına inşa edilmesi yaygındır. Yüksek bir konuma yerleşmekle birlikte basamaklarla da yüksekliği artırmak hedeflenir. Eski kent dokusuna eklenmek de yapının saygınlığını artırmayı sağlar (6). Bir “konservatif-nasyonalist” grup üyesi olan Holzmeister’in (7) de böylesi bir anıtsallık amaçladığı açıktır. Bu tavır, erişilebilirlikten ziyade yüceliğin değerli görüldüğü milliyetçi (nasyonalist) 1930’lar mimarlık iklimine uygundur. Holzmeister’in, Meclis’i Ankara Kalesi’nde inşa etme hayali gerçekleşmez. Kent, Atatürk’ün Çankaya’ya yerleşmesi ile Millet Meydanı’nı Çankaya’ya bağlayan, kuzeyden güneye doğru ikinci bir aks üzerinde büyümektedir. Yarışma, Jansen planına uygun olarak bakanlıklar üçgeninin güney tabanını meclis için alan olarak tayin eder (8).

Jürinin taleplerine paralel olarak, Holzmeister’in tasarımında anıtsallık arayışı, malzeme seçimi, konumlanışı ve tören alanından merdivenlerle yükselişi ile izlenir. Hem Jansen’in hem de Holzmeister’in alana ilişkin çizimlerinde bakanlıklar üçgeninin güneyinde Meclis ile İçişleri Bakanlığı kentsel bir alan tanımlayarak karşılıklı yer almaktadır. Bu kentsel bütünlük şehrin batı ekseninde gelişimi için açılan İnönü Bulvarı’nın trafiği ile kesilmiştir. Ancak içinde araç trafiği yer almayan bakanlıklar üçgeni bile hiçbir şekilde kentsel kamusal bir mekan niteliğine sahip değildir. Her bakanlık binası dış mekanını kentten koparmış, parmaklıklarla çevrelemiş, çitlemiştir (9). Yaşanan kentsel kamusal mekanlar söz konusu değildir. Bugün, İçişleri Bakanlığı ve Meclis Binası arasındaki kentsel mekan trafikle bölünmüş olmasa dahi büyük ihtimalle kendi içine kapalı, kentten kopuk bir alan tanımlıyor olacaktı. Bakanlıklar üçgeninin mevcut kullanımından farklı bir yaklaşım göremeyeceğimizi tahmin etmek zor değil. Nitekim Meclis’in tören alanından bulvara doğru inen yeşil alan da yakın zamanda çitle çevrilmiştir.

Ankara’da tüm ülkenin ortak değeri olan kamu yapıları ile kentsel kamusal mekanlar bir ortaklık yaratamamakta, ilişkilenememektedir. Her biri yalnızca birer simge yapı olarak davranır; yaşanılan kentsel ortak mekanlar tanımlamaz, beslemez, aksine bu şansı yok ederler. Çevrelerindeki kentsel mekanın kamusallığını sağlamaz, aksine kapatır ve özelleştirirler. Ne yazık ki, Üçüncü Meclis Binamız için de bu durum geçerlidir. 23 Nisan’da Meclis’in tören alanı ve bulvara inen yeşil alan, halkın meclisi kucakladığı büyük bir kutlama, şenlik ve bayram alanına dönüşemez. Kitlesel eylemlerde de meclis öncelik kazanmaz. Kitlesel eylemlerin mekanı Kızılay ya da Tandoğan meydanlarıdır. Meclis önünde gerçekleşen eylemlerin, meclisin törensel ve anıtsal yüzünden çok, Çankaya ya da Dikimevi yönlerindeki giriş kapılarında gerçekleştiği gözlenebilir. Meclis’in tören alanı üzerinde gerçekleşen eylemler ise az sayıda ve tekil protestolardır. 

Meclis binalarının ve tüm kamu yapılarının erişilemez, salt görülen ve izlenen yapılar olması, kentlinin günlük hayatının bir parçası olamayışı, mimarların ve plancıların tasarım gücünün ötesinde bir sorundur. Mimarlar ya da plancıları aşan, kullanıcının talebi ve iktidarın bu talebe karşılık olarak verdiği cevapla ilişkilidir. Mimarlar ve plancılar, katılımı ve erişilebilirliği dikkate alan çözümler üretse dahi, bu mekanların yaşanırlığını sağlamak kitlelerin elindedir. Kitleler kullanmadığı sürece yaşayan mekanlara dönüşemezler. Bunun tersi de geçerlidir. Bir yapı her ne kadar erişebilirliği engellemeye çalışsa da bu engelleri yok etmek yine kitlelerin talepleri ile mümkündür. Romanya Bükreş’te Çavuşesku döneminde tasarlanan megalomanik mimarinin en bilinen örneğinin kentle ilişkilendirilmesi ve bugün parlamento önünde kitlesel eylemlerin gerçekleşmesi gibi (10). Mimarlar ve plancıların tasarım yaklaşımları önemli olmakla birlikte son kertede belirleyici kuvvete sahip değildirler. Kurdukları engeller yıkılabildiği gibi, yarattıkları erişilebilirlik de tersine çevrilebilir. Bu noktada yıkılabilir bir engel tasarlamaktansa, yaşatılmayacağını öngördüğü bir erişilebilirlik hedeflemek özgürlükçü bir mimarın politik duruşunu tarif eder. Kamusal mekanların ortaklığını ve erişilebilirliğini destekleyen çözümler önerebilir ve yaşayan mekanların çoğalmasında her şeye rağmen öncü olabilirler. 

Notlar

  1. Psarra, S., Staiger, U., Sternberg, C., & Melvin, J. (2023). Parliament Buildings. UCL Press. https://doi.org/10.14324/111.9781800085343
  2. Olgun, K. (2014). Osmanlı Meclis-i Mebusan Binası Çırağan Sarayı’nın Yanması ve Yankıları.  Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi (13), 115-124.
  3. Ahmet Erdem Tozoglu (2022) Educating Masses: The Committee of Union and Progress Clubs and Schools in the Late Ottoman Empire, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 24:4, 614-639, p.630. DOI: 10.1080/19448953.2022.2037858.
  4. Benzer şekilde 1941 yılında inşasına başlanan Anıtkabir ancak 1953 yılında tamamlanabilmiştir.
  5. Balamir, A. (2010). Clemens Holzmeister: Çağın Dönümünde Bir Mimar (An Architect at the Turn of an Era). Boyut.
  6. Aerts, R., & Hoetink, C. (2023). The architecture of political representation: A historiographical review. In S. Psarra, U. Staiger, C. Sternberg, & J. Melvin (Eds.), Parliament Buildings: The architecture of politics in Europe (pp. 208–220), p.212. UCL Press. (http://www.jstor.org/stable/jj.16430730.19).
  7. Regine Erichsen (1994) Sığınmacı Alman Bilim Adamlarının Etkisi ve Dönemin Türk Alman İlişkileri. 26-36, s.33, Ed. Bayar Çimen, Ferhat Babacan, Bir Başkentin Oluşumu Ankara 1923-1950, TMMOb Mimarlar Odası, Ankara.
  8. Cengizkan, A. (2002). Modernin Saati: 20. Yüzyılda Modernleşme ve Demokratikleşme Pratiğinde Mimarlar, Kamusal Mekan ve Konut Mimarlığı. İstanbul: Mimarlar Derneği 1927 ve Boyut Yayıncılık.
  9. Gurallar, N., (2009) Başkentin Kalbini Tasarlamak, Ankara Bakanlıklar Üçgeni’nin Şekillenişi. Toplumsal Tarih, 66-72, 187
  10. Bădescu, G., & Stătică, I. (2023). Architectures of power and the Romanian transition: From the House of the Republic to the Palace of the Parliament. In S. Psarra, U. Staiger, C. Sternberg, & J. Melvin (Eds.), Parliament Buildings: The architecture of politics in Europe (pp. 223–236). UCL Press. (http://www.jstor.org/stable/jj.16430730.20).

“Aykırı bir ses duymaya tahammülü olmayanlar bu aykırı seslerin en güçlü şekilde üretildiği ve ifade edildiği yerlerden biri olan meydanları sevmezler ve hatta nefret ederler.”

Nevzat Sayın, Mimar


Trajik Bir Meydan Anlatısı İçin Sinopsis

Şimdiki zaman aralığında olduğu gibi bazı konular tam zamanında gündeme gelir. Merkezi otoritelerin baskıcı zırvalıklarına gösterilen haklı tepkilerin mekanı olarak meydanlar da bütün dünyevi patırtıların arasından böyle girdi gündemimize. Şimdi meydanları bir kez daha, ‘mimari politik’ olarak yeniden düşünmenin tam zamanı.

İlk kez gördüğümüz bir yere ilişkin ön izlenimlerimiz en çok o yerdeki mimarlıklar üzerinden olur. Mimarlık üzerinden konuşarak anlamaya çalışırken de en fazla  tartışılan konulardan biri meydanlardır. Tanımaya, anlamaya çalıştığımız yerde açık bir toplum mu, kapalı bir toplum mu yaşıyor; burası ayrışmış, toplumsal katmanlardan oluşan bir yer mi yoksa paylaşımcı, dayanışmacı bir yer mi? Kilisesi/camisi olmayan bir sivil meydanı var mı? Araçlar ve yayalar ilişkisi nasıl kurulmuş? Geçmişe dair izleri taşıyor mu? Günlük koşuşturmacalar sırasında içinden geçip giderken, bir köşesindeki kafede biriyle buluşup konuşurken ya da bir protesto gösterisinde yüksek sesle derdimizi anlatırken bizi sarıp sarmalayan bir yer mi? gibi soruların doğrudan ya da dolayımlı göstergelerle edindiğimiz izlenimler üzerinden cevapları, nerede olduğumuzun doğruya yakın verilerini oluşturur. 

Yapılar tarafından çevrelenmiş, az sayıdaki ağaç ve bitkiyle yetinilmiş, nitelikli heykel ve heykelsi nesnelerle donatılmış, dayanıklı taşlarla kaplanmış, sert zeminli, dayanıklı malzemelerle yapılmış oturma elemanlarına sahip, özenli bir aydınlatmayla gece kullanımlarına açık, kentin kültürel hareketliliğinden haber veren, iyi tasarlanmış, abartısız duyuru panolarının yanı sıra, -her yeri sarıp işgal etmemeleri  koşuluyla- kafeleri ve lokantalarıyla meydanlar gerçek anlamda kentin kamusal mekanlarıdır. Meydanların cami/kilise avlusu, alışveriş merkezi, okul bahçesi, çocuk bahçesi gibi örtük ya da açık bir biçimde sadece belirli  insanların kullanımına açık ‘kentsel kolektif mekan’lardan farkı herkesin sakınmasızca kendisi olarak var olabilecekleri müşterek yerler olmasıdır. Bu yüzden kentin niteliğini apaçık görebildiğimiz yerlerdir meydanlar. Ve bu nitelikleri yüzünden ceberrut iktidarlar tarafından da hiç sevilmeyen yerlerdir. Aykırı bir ses duymaya tahammülü olmayanlar bu aykırı seslerin en güçlü şekilde üretildiği ve ifade edildiği yerlerden biri olan meydanları sevmezler ve hatta nefret ederler. Bu nefretin görünür hale getirildiği en sert örneklerinden birinin Taksim Meydanı olduğunu biliyoruz. 

İstanbul’un merkezi sayılan Taksim Meydanı, buradaki toplantı ve gösterilerden ürken iktidarların korkulu rüyası olmuş; 1977’deki katliamla başlayan süreç sonunda darmadağın edilmiş ve iyice kimliksizleştirilerek polis korumasında kentin artık alanlarından birine dönüştürülmüştür. Taksim Meydanı için iyileştirme çabaları içinde açılan kentsel tasarım yarışmaları da bu gerici, kötücül  dönüşümü tersine çevirememiştir. Oysa bir ucundan Gezi Parkı, bir ucundan İstiklâl, Sıraselviler, Cumhuriyet, Talimhane, Tarlabaşı, İnönü, Kazancı caddelerine açılan Taksim Meydanı;; dönem izleri sayılan yapıları, kentsel nesneleri ve biriktirdiği anılarıyla birlikte tam anlamıyla herkes için kentsel kamusal bir iç mekândı. Gerçek nesneler olan eski ve yeni yapıların çevrelediği bir “duyusal nesne” olan bu büyük kentsel boşluk, gerçek nesnelerle oluşmasıyla birlikte onların toplamından çok daha büyük, çok daha önemli bir etkiye sahipti. Her noktasına girmenin, orada dilediğimiz gibi bulunmanın rahatlığıyla İstanbul’un merkezi Taksim Meydanı’ydı. İmara açıp alışveriş merkezi, ofis, otel ve konut içeren yapılarla doldursalar rahat edecekler ama Gezi Direnişi’nden sonra buna da cesaret edemiyorlar. Nasıl yok edeceklerini bilemedikleri bu büyük kentsel müşterek hafıza mekanı uzun süredir gösteri yasakları, polis barikatları, girilemez bölgeleriyle kullanılamaz hale getirilerek acımasızca ve sarsakça yok edilmeye çalışılıyor.

Gösteriler için Taksim Meydanı yerine önerilen yerler ise büyük hafriyatlardan çıkan ve nereye döküleceği sorun olan molozların döküm alanına dönüştürülen Marmara Denizi’nin Yenikapı ve Maltepe kıyılarında üretilmiş ve ağaçlandırılmış alanlar oldu. Bu alanlar kentsel korular olarak hafta sonu piknikleri için kullanışlı alanlar olsalar bile etkin protestoların alanları olarak gösterilmeleri cahillik değilse, ancak baskıcı yönetimlerin aklına gelebilecek kötü niyetli bir öneri sayılır. Üç tarafı deniz ve bir yanı da hızlı trafik yolu olan, ağaçlarla dolu bir yer kentsel koru veya park olur ama meydan olmaz. Kent insanlarının seslerini yükselterek itirazlarını seslendirdikleri yerler bu protestolara katılanların varlığı kadar bu durumdan dolayımlı olarak etkilenenlerin de varlığıyla anlam kazanır. Aykırı ses duymak istemeyen iktidarların Taksim Meydanı’na ilişkin korkulu rüyası da bu duymak istemedikleri aykırı ses ihtimalinden oluşuyor ve bu korkulu rüya giderek ağırlaşıp bir tür ‘agorafobik’ karabasana dönüşüyor; çevrelerini saran bir koruma çemberi olmadan meydanlara giremeyenler başkalarının da meydanlarda olmasını istemiyor ve fobiyi yok etmek yerine agorayı yok etmeye çalışıyorlar…

“Meydanlarda ortaya çıkan (meydana gelen) sosyal hayatlar, binlerce yıl boyunca toplumların kimliğini biçimlemiştir. Meydanın böyle bir işlev görebilmesi için bilinçli şekilde biçimlendirilmesi gerekir fakat bu yetmez; barındırdığı toplumun buna izin veren dinamikleri olması gerekir.”

Pınar Erkan, Doç. Dr.
İstanbul Gedik Üniversitesi


Varoluşsal Bir Meşruiyet Göstergesi Olarak Meydanlarda Evreni Kurmak

Bir toprağa yerleşmenin kozmogoniyi, yani evrenin doğuşunu tekrar etmesi, insanoğlu için binlerce yıl geçmişten günümüze devam eden bir yolculuktur. Bu fikre göre dünyada yaşamak için önce onu kurmak gerekir fakat dünya kutsal olmayan, kötü ruhlarla dolu kaosun içinde doğamaz. Bu nedenle kutsanır. Çok eski çağlarda insanlar kurdukları basit yerleşimlerin etrafını duvarlarla, surlarla çevirince tahkim etmekle kalmıyor; yerleşimi kötü ruhlardan (kötülüklerden) uzak tutacak şekilde kutsamış oluyorlardı. Meskun toprak, “bizim dünyamız”, geri kalan her yer “öte dünya” sayılıyordu. “Bizim dünyamız”a dönüşecek yerin önce “yaratılması” yani kutsanması gerekir ve her türlü yaratılış için örnek alınacak kusursuz bir model, tanrının dünyayı yaratmasıdır. Batı toplumlarında modern zamanların eşiğine kadar bu anlayış devam etmiştir. Portekizliler Yeni Dünya’yı keşfettiklerinde fethedecekleri toprakları tanrı adına sahipleniyorlardı. Bölgeye haç dikerek çevreyi kutsamış oluyorlardı (Eliade, 2017). 

Yeni bir dünyanın (evrenin), merkezinden başlayarak doğduğuna dair görüşle Mumford da, kentin ilk tohumunun insanların törensel amaçlarla toplandıkları bir meydan olduğunu söyler (Mumford, 2007). O nedenle ilk toplumların merkezde meydan bırakan bir düzenle yerleşmesi şaşırtıcı değildir. Çok eski geçmişte meydanlar bugün bizim bilinç düzeyinde farkında olmadığımız, günlük yaşam akışı içinde yeri olmayan amaçlarla kullanılıyordu. Bunların başında günümüzde tam hatırlanamayan simgesel izleriyle dini ritüeller gelir (Erkan Bursa, 2022). Sonraki zamanlarda meydanların dini işaret ve yapılarla kutsanmasının gayet pragmatik sebeplerle açıklandığını görürüz. Örneğin Roma forumunun temel yapılarından birinin tapınak olması çok makuldür çünkü insanların birçok sebeple bir araya geleceği, özellikle de alışveriş yapılacak bir merkezde huzur, çevre ancak kutsallaştırılırsa sağlanabilirdi (Mumford, 2007). 

Öte yandan, benzer bir pragmatik tutumla bugün meydanlarda yapılan protestoların iktidarlar tarafından tam da aynı kutsallaştırma odak ve işaretlerine yapılan saygısızlık ve değersizleştirme olarak kullanılabildiğini görüyoruz. Doğudaki kent meydanlarıyla Batıdakilerin farklı köklere dayan(dırıl)ması, bu tutarsızlıkların sebeplerinden biridir. İlk uygarlıkları oluşturan Sümerler’de meydan öne çıkmazken Antik Dönem Yunan polislerinde ve Roma’da meydanlar, kent yaşamının kalbidir. Meydanların özellikle eski Yunan ve Roma kültürlerindeki yeri, Batı toplumlarının politik ve sosyal gelişimini biçimlemiştir. Antik Yunan ve Roma yaşamı içinde vatandaşların fikirlerini paylaşacakları temel kent mekanlarından biri, meydanlardır. Anadolu ve İstanbul, Batıya altyapı sağlayan Antik Yunan ve Roma kültürünün yeşerip geliştiği toprakların parçası olmasına karşın, bugün burada yaşayan toplumların köklerini ve geleneklerini dayandıracakları değerler bütünü, Osmanlı Devleti’nin geçmişten uzanan iktidar telkinleri ve Batının süregelen Doğu politikaları nedeniyle toplumun her kesimini kavrayacak şekilde homojenleşememiştir. 

Osmanlı’da meydanlar, sultan düğünleri ve yeniçeri ayaklanmalarının “mekanı” olması dışında Batıdaki kullanım amacıyla örtüşmeyen geçmişiyle Osmanlı kentine girmiştir. Günlük hayatın rutini içinde çok düzenli bir işlev yerleşmemiş gibidir. Dolayısıyla arkasında toplumun hazmettiği, özümsediği bir birikim, gelenek, adet, altyapı, geçmiş olmaması, meydanların kent içindeki varlıklarını ve toplum tarafından algılanış biçimlerini etkiler. Osmanlı kültüründe bir araya gelme mekanı genel olarak cami avlularıyken düşünceler paylaşılmasın diye 16. ve 17. yüzyıllarda kahve içilmesi zaman zaman yasaklanmıştır (Berkes, 1978). Dini ve siyasi otoritenin kontrolü dışında kalan, çoğunlukla yeniçerilerin işlettiği kahvehaneler fitne yuvası olarak görülüyordu. 

18. yüzyıla kadar İstanbul’da ayaklanmalar yeniçerilerin girişimleriyle sınırlı gibi görünür. Esnaf ayaklanmaları ise “kepenk indirmek”le çarşıları bir huzursuzluk/itaatsizlik alanına dönüştürmekten ibarettir. Halk, bu ayaklanma veya protestoların aktörü olmaz. Şehirde belli başlı meydanlarda toplanan isyankarlar, adı üstünde isyan etmek, baş kaldırmakla daha baştan suç işlemiş olarak kabul edilir. Bu, Osmanlı Devleti’nde isyana maruz kalan yönetimin bakış açısıdır (Tanyeli, 2022); yaygın biçimde topluma sirayet etmiş bir yaklaşımdır ve Osmanlı devrinden günümüze pek değişebilmiş değildir. 19. yüzyıl itibariyle halkın ayaklanmalara çeşitli düzeylerde destek verdiği görülse bile modern öncesi dönemlere ait bu bakış açısının halkın belirli kesimleri tarafından sorgusuz sualsiz benimsenmişlik hali, toplumun kamusal alanlarla ilişkisini etkiler. Dolayısıyla iktidarların kendilerine yönelik bir tehdit olarak algılayıp onay vermediği tüm eylemler suça, meydanlar ise suç mekanına dönüşür.

Hak arayışının suç olarak değerlendirilmesi, modern öncesi toplumlarda suçun mekanla ilişkilendirilmesi, yeniçeri odaları, kahvehaneler, bekar odaları gibi yapıların yıkılıp ortadan kaldırılmasının yanı sıra örneğin Et Meydanı gibi meydanların kullanım dışına itilmesine neden olmuştur. Bu tutumun bir örneği ise Paris’te, bölgede yerleşik işçi sınıfı halkın barikatlar kurarak direnmesini mümkün kılan taş döşeli dar sokakların İmparator III. Napolyon’un danışmanı Haussman tarafından kaldırılarak geniş bulvarlar açılmasıdır.  Dönemin çağdaş tasarım yaklaşımlarına şahane örnekler olarak sunulacak kentsel dönüşüm içinde soylulaştırılmaya maruz bırakılan meskun çevre, sokaklar ve meydan, karşılaşma ve bir araya gelme biçimlerine artık eskisi gibi aracılık edemeyecektir. 

Meydanlarda ortaya çıkan (meydana gelen) sosyal hayatlar, binlerce yıl boyunca toplumların kimliğini biçimlemiştir. İnsan, insanın olduğu yere gelmiştir. İnsan, sosyalleştikçe bireyselliğinin farkına varmış, özgürleşmiştir. Kimlik duygusuyla eylem yeteneği gelişmiştir.  Meydanın böyle bir işlev görebilmesi için bilinçli şekilde biçimlendirilmesi gerekir fakat bu yetmez; barındırdığı toplumun buna izin veren dinamikleri olması gerekir. Konstantinopolis’in kuruluşunu anlatan kaynaklarda Hipodrom’un, Romalı olma nosyonun bir parçası olarak değerlendirildiğini hatırlamalı. Kent sokaklarında halka atla ve arabayla gezebilme iznini 19. yüzyıla kadar vermemiş bir devletin topluma bakış biçimi, Cumhuriyet Türkiyesi’nde de devam ederek kamusal alanların sembolik anlamlarını nitelemektedir. Üstelik 20. yüzyılda meydanlar giderek daha çok her kesimden insanın katıldığı protestoların alanına dönüşmüştür. 

Geçmişte ticaret, ibadet, sosyalleşme gibi yaşamsal rutinler için sokağa çıkmak, meydanda diğer insanlarla bir araya gelmek şarttı. Günümüzde ise tüm bunları artık evden çıkmadan yapmak mümkünken, toplumu oluşturan bireyler, “yarattıkları dünya”larını varoluşsal düzeyde korumak, haklarına sahip çıkmak, “öte dünya”nın “bizim dünyamız” olalı çok zaman geçtiğini yeniden kayıt altına almak için sokaklara dökülüyor, meydanlara akıyorlar. 

Kaynaklar

  • Berkes, N. (1978). Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Doğu-Batı Yayınları.
  • Eliade, M. (2017). Kutsal ve Kutsal Dışı: Dinin Doğası, İstanbul, Alfa-Mitoloji.
  • Erkan Bursa, P. (2022). Tarihte Meydanlara Bir Bakış: Meydanlar Neden Var, Neden Yok, Kamusal Mekan Üstüne içinde Der: Feride Önal, İstanbul, TMMOB Mimarlar Odası Bakırköy Bölge Temsilciliği Yayını, 160-167.
  • Mumford, L., (2007). Tarih Boyunca Kent, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 
  • Tanyeli, U. (2022). Korku Metropolü İstanbul, İstanbul, Metis Yayınları.