Krizler Çağında Yeni Barınma Biçimleri

Kentleşme ve barınma biçimlerimiz, karşı karşıya olduğumuz küresel ve yerel krizler karşısında büyük dönüşümler geçiriyor. Özellikle afetler, göçler ve ekolojik tahribatlar kent ve mekan tasarımını yeniden şekillendirme gerekliliğini ortaya koyuyor. Mimarlara ve akademisyenlere, mimarlığın barınma koşullarını iyileştirme gücünün tüm bu krizler karşısındaki rolünü nasıl değerlendirdiklerini ve 21. yüzyıldaki barınma biçimlerinin dönüşümü ile geleceği hakkındaki görüşlerini sorduk.

Hazırlayan: Ebru Şevli, Mimar

“Kapitalizmin içinde yaşıyoruz, gücü kaçınılmaz görünüyor; ama bir zamanlar kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. Tüm insan iktidarları yine insanlar tarafından direnilebilir ve değiştirilebilir güçlerdir” (1).
Ursula K. Le Guin

Barınma mekanının inşası, ilkel insanın mağarasının karanlığından ve rutubetinden bıkarak kendisine bir kulübe inşa ettiği günden bu yana uygarlık tarihinden ayrılamayacak bir parça oluşturur. Gözlerinin önünde sonsuzluğa uzanan ufku ve ayaklarının altında şekil değiştirerek yayılan yeryüzüyle doğanın güçleri karşısında kendi bedeni için korunaklı bir mekan üretmeye çalışan insan, ölümlü ikametgahı boyunca dünyanın bilinmezliğinden özgürleşmeye çalışır. 

Çizilen her harita ile biraz daha küçülen dünyamız, onu tanıdıkça üzerinde tahakküm kurduğumuz; sınırlarını keşfettikçe hudutlarını zorladığımız; onunla birlikte var olmak yerine kendimize tabi kılınmış sonsuz bir kaynak olarak gördüğümüz ve metalaştırdığımız bir varlık haline geldi. Endüstri devrimi ile gelişmeye başlayan sanayi kentlerinde, konut üretimi de dahil olmak üzere daha fazla ve daha hızlı üretimin mümkün hale gelmesiyle kalabalıklaşan ve yoğunlaşan yaşam alanları ortaya çıktı (2). “Dünyaya fırlatılmış” modern insan, zamanla ona yabancılaşarak ve kendisini ondan özgürleştirerek kurduğu gelişmiş uygarlığında ilermeye, büyümeye ve tahribata yol açmaya devam etti. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini ardımızda bırakırken yaşadığımız dünya hiç olmadığı kadar hızlı, kalabalık ve yapılaşmış bir halde bulunuyor. 

Bugün dünya nüfusunun çoğunluğu artık yalnızca kentlerde değil; metropollerde, yoğun ve yüksek yapılaşmaların olduğu, bireyin kendine ait alanlarının daraldığı, doğadan ve “yer”den kopuk mekanlarda (3) yaşıyor. Bir yandan yükselen su seviyeleri, artan sıcaklıklar, şiddetli afetler ve tahrip olan doğal çevrenin yarattığı sağlıksız yaşam koşulları; diğer yandan dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan savaşlar, politik ve ekonomik sorunlar nedeniyle oluşan toplu göç hareketleri, var olan barınma biçimlerimizin dönüşümünü aciliyetle gerekli kılıyor. Yeni barınma ve kentleşme biçimlerinin de mümkün olduğunca bu krizler sonucunda yaşanan olumsuz etkileri hafifletmesi ve var olan ekolojik koşullara adaptasyonumuzu kolaylaştırması, alternatifler üretmesi gerekiyor. İçerisinde yaşadığımız sistemin daha fazla devam edemeyeceğini görmek, ve bu krizleri değişimin tetikleyicisi olarak daha iyi başlangıçlar yapmak için kullanmamız gerekiyor.

Yaşananları distopik bir perspektifle ele alarak ve felaket senaryoları yazarak finansal kazanç elde edilecek projelerin meşruiyet zemini haline getiren; daha yüksek yapılar, koruyucu duvarlar, yer altı sığınakları ya da kilometrelerce uzunlukta mega yapılar inşa edenler olduğu gibi, dünyanın bazı yerlerinde de ortak yaşam alanlarını ve doğa ile ilişkimizi yeniden düşünen, alternatifler üreten asi mimarlar (4) farklı barınma tahayyülleri ortaya koymaya devam ediyor. Kenti ve mekanlarını finansal yatırım aracı haline getirerek kuşatan neoliberalizmin ve kontrol etmek istediği kesimlerin üzerinde güç uygulamak için mimarlığı araç haline getiren hegemonyanın karşısında durarak; yeryüzü ve doğa ile yeniden bağ kuran, başka yaşamların da kentin içine sızmasını sağlayan, birbirimizle ve barınma halimizle olan ilişkimizi iyileştirmeyi hedefleyen pratikler de mevcut.

Küresel ölçekte yaşanan sosyolojik, politik, ekolojik ve ekonomik krizlerin yanı sıra, yerel ölçekte karşı karşıya olduğumuz afet yönetimi ve sorunlu konut üretimi hala çözüm bekleyen konular olarak karşımızda duruyor. Ülkemizdeki barınma biçimlerinin cevap vermesi gereken en büyük sorunlardan biri olan deprem riskine karşı donanımsızlık, yaşadığımız 6 Şubat 2023 tarihli Güneydoğu Anadolu depremlerinde tekrar gözler önüne serildi. Bunun yanı sıra, ülkenin en yoğun yerleşim bölgesi olan İstanbul’da endişe içerisinde beklediğimiz depreme karşı da henüz gerekli donanımın ve bilgilendirmenin sağlandığı ya da kapsamlı bir hazırlık yapıldığı görünmüyor.

İnsanlık tarihi boyunca mimarlığın ve kent tasarımının hiçbir zaman politik ya da ekonomik kuvvetlerden daha güçlü olmadığını ve mimarların ya da kent plancılarının dünyanın gidişatını tek başlarına değiştiremeyeceğini sıklıkla duyuyoruz. Ancak varlığımızın yansıması olan ve hayatlarımızın birinci dereceden bağlı olduğu mekanların, yaşananları olmasa da yaşam koşullarımızı dönüştürme ve değiştirme etkisi çok büyük. Dünyayı kurtarmak ve hiçbir şey yapmamak arasında geniş bir gri alan ve çok sayıda potansiyel barındıran alternatif üretim biçimleri yer alıyor. Var olan koşullara uyum sağlayacak, ya da karşı duracak mekanlar ve yaşama biçimleri tahayyül edebilir, mekan ve kent üzerine çalışan meslek insanları olarak, farklı disiplinlerle iş birliği içerisinde, üzerimize düşen sorumlulukların bilincinde olarak aktif rol alabiliriz. 

Bu kapsamda, 496 Mart-Nisan sayımızın Dosya sayfalarında mimarlara ve akademisyenlere dünyada ve Türkiye’deki barınma biçimlerinin yirmi birinci yüzyıldaki dönüşümünü; mimarlığın afetler, göçler, savaşlar ve krizler çağındaki rolünü; depremin ve doğa olaylarının Türkiye’deki konut ve kentsel mekan üretiminde bugüne kadar neden göz ardı edildiğini; daha iyi bir gelecek için barınma biçimlerinde ne gibi değişiklikler yapılabileceğini sorduk. 

Notlar

  1. Yazar tarafından İngilizce’den çevrilen söz, Ursula K. Le Guin’in 2014 yılında “National Book Foundation Medal for Distinguished Contribution to American Letters” ödülünü kabul ederken yaptığı konuşmadan alıntıdır: “We live in capitalism, its power seems inescapable; but then, so did the divine right of kings. Any human power can be resisted and changed by human beings.”
  2. Bingöl, Özgür. Modernleşme ve Konut Mimarisi: Endüstri Devriminden Sonra Barınma Kültürünün Değişimi. Yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 2001.
  3. Yer ve mekan arasındaki kopuş süreci ile ilgili detaylı bir okuma için bkz. Köksal, Aykut. Bu Mekan Artık Bu Yer Değil. Arketon, 2022.
  4. Asi mimar kavramı David Harvey’den referansla kullanılmıştır. Kent, politika ve ekonomi kesişiminde konumlanan daha kapsamlı okumalar için bkz. Harvey, David. Asi Şehirler. Metis, 2013.; Harvey, David. Umut Mekanları. Metis, 2008.

“Mimarlığın geleceği, istediği biçimsel şımarıklığı parasını verip yaptıramayan kişiler ve gruplar için üretilen projelerde yatıyor.”

Arda İnceoğlu, Prof. Dr.
Oxford Brookes University


Mimarlık ne işe yarar? 
Asıl sorulması gereken soru; “Mimarlık ne işe yarayabilir?” olmalı belki de. Doğası gereği, ileriye bakan bir etkinlik mimarlık; tasarımın başlaması ile binanın kullanılması arasında çok uzun süreler olması olağan. Binalar zaman içinde değişip dönüşseler de uzun süre kullanılıyorlar. Dolayısıyla mimarlık aslında gelecek ile ilgili; bilim kurgu dünyasında mimarlığın çok önemli bir öğe olmasının nedeni belki de budur. İyi bir mimarlık eğitiminde de odak gelecek olmalı. Eğitimin amacı, geleceği bugünden daha iyi yapmak çünkü. Mimarlar ve mimarlık dünyanın sorunlarına çözüm bulmak için yeterli güce sahip değiller, böyle olması da aslında olumsuz bir durum değil. Toplum mühendisliğinin aracı olduğu zaman mimarlığın çok korkunç sonuçlar verdiğini biliyoruz; belki de gücümüzün sınırlı olması çok olumlu bir durum. Küresel ölçekte değil, küçük de olsa, herhangi bir soruna çözüm bulmak için iş birliği yapmamız gerekiyor çünkü. Gelecek ile ilgili en önemli değişikliklerden birisi bu. Herhangi bir projeyi yaparken sadece “müşteri” ya da “kullanıcı”ya değil; çevreye, topluma, diğer canlılara karşı da sorumluyuz. Bu sorumluluğun sağlıklı çevrelere dönüşebilmesi için de çok çeşitli iş birlikleri yapılması gerekli. Farklı değerleri, becerileri, hedefleri olan paydaşların birlikte çalışması çok katmanlı ve sürekliliği olan sonuçları ortaya çıkarabiliyor.

Resim 1. Kamwokya Sosyal Merkezi, Uganda, Francis Kere; Resim 2. Rüyalar Evi, Zhoushan Köyü, Insitu Project.

Resim 1. Kamwokya Sosyal Merkezi, Uganda, Francis Kere; Resim 2. Rüyalar Evi, Zhoushan Köyü, Insitu Project.

Kullanıcılarla, yerel yönetimle ve sivil toplum örgütleriyle iş birliği içinde tasarlanan ve inşa edilen iki proje, çok basit teknolojileri kullanmalarına rağmen bulundukları yerlerde önemli etki yaratacak güçteler. Kamwokya Sosyal Merkezi, mimarlar ile yerel bir sivil toplum kuruluşunun ve dezavantajlı gruplara destek olan uluslararası bir vakfın; Rüyalar Evi ise, Hong Kong Politeknik Üniversitesi, mimari grup ve Zhoushan Koyu Sosyal Grubu’nun ortak çalışmalarının sonucu. İlk proje Uganda’nın başkenti Kampala’nın en fakir mahallelerinden birine spor ve çocuk oyun alanları, derslikler, farklı şekillerde kullanılan açık kamusal alanlar sunuyor. Proje hedeflerinden en önemlisi, yeni yapının mahallenin parçası olmasını sağlamak. Rüyalar Evi ise Zhoushan Köyü’nde işlikler, ortak yemek alanları, köy misafirhanesi oluşturuyor. Bütün tasarım ve üretim süreci köylülerin katılımı ile, döngüsel ekonomi prensipleri doğrultusunda yürütülmüş.

Gelecek ve mimarlık dediğimiz zaman, genelde akla bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz binalara benzeyen örnekler geliyor. Google’da “future architecture” ve “gelecek mimarlık” diyerek arama yaptığımızda çıkan ilk sonuçlar biçimsel cambazlıklar odaklı mimarlıkları vurguluyor. Bu tür bir mimarlık için geleceği beklemeye gerek yok, Zaha Hadid Architects’in Al Wakrah Stadyumu veya Norman Foster tasarımı Apple Genel Merkezi bize yeteri kadar cambazlık sunuyorlar. Hatta, muhtemelen yapay zeka tarafından üretilen ilk imajlara göre çok daha “futurist” oldukları iddia edilebilir.

Resim 3, 4. Google’da “future architecture” ve “gelecek mimarlık” aramalarında ilk çıkan imajlar; Resim 5. Al Wakrah Stadyumu, Zaha Hadid Architects (ZHA); Resim 6. Apple Genel Merkezi, Foster + Partners.

Resim 3, 4. Google’da “future architecture” ve “gelecek mimarlık” aramalarında ilk çıkan imajlar; Resim 5. Al Wakrah Stadyumu, Zaha Hadid Architects (ZHA); Resim 6. Apple Genel Merkezi, Foster + Partners.

Ancak geleceğin mimarlığını temsil için çok şanssız örnekler bunlar. Petrol zengini, otoriter bir yönetim için üretilen ve yüzlerce köle işçinin yaşamına mal olan bina gelecek hakkında olumlu ne söyleyebilir? Ya da dünyanın en zengin şirketinin 5 milyar Amerikan dolarına mal olan, çevresindeki mahallede soylulaştırma yaratan bir projesini mi örnek almalıyız? Gelecek ile ilgili çok çarpıcı bir proje de Suudi Arabistan’da yapımına başlanan NEOM Line. Yeni bir yaşam biçimi oluşturma iddiasındaki projenin insan hakları ihlalleri ile ünlü bir yönetim tarafından üretilmesinin yanında, Venedik Bienali’ndeki çok para harcanmış sergisinin hemen girişindeki sloganı nasıl bir gelecek hayaline sahip olduğunu anlatıyor: “Only for the best people of the world” (Sadece dünyanın en iyi insanları için). “İyi” kelimesini “zengin” ile değiştirmek gerektiğini söylemeye gerek yok. Meslek adına en utandırıcı olan da; çok iyi tanıdığımız mimari grupların bu projede yer almayı normal kabul etmeleri.

Resim 7. Maceracı Küresel Okul, Sneung, Kamboçya, Orient Occident Atelier; Resim 8. Umut Ormanı, Bogota Kolombiya, Giancarlo Mazzanti; Resim 9. Etania Yeşil Okul, Sabah Malezya, Billionbricks.

Resim 7. Maceracı Küresel Okul, Sneung, Kamboçya, Orient Occident Atelier; Resim 8. Umut Ormanı, Bogota Kolombiya, Giancarlo Mazzanti; Resim 9. Etania Yeşil Okul, Sabah Malezya, Billionbricks.

Hem mimarlığın belki de insanlığın geleceği için umutlu olmamızı sağladığı projeler de var. Maceracı Küresel Okul, çevresindeki köy ile ortak kullanım alanları oluşturuyor; iklime uygun açık ve yarı açık mekanlar yaratıyor; çok basit malzemeleri kullanarak geliştirdiği strüktür sistemi aynı zamanda depolama ve oyun alanı olarak farklı şekillerde değiştirilerek kullanılabiliyor. Sadece okulu kullanan öğrencilere hizmet etmeyi değil, hemen yanındaki koyun sosyal merkezi olmayı amaçlıyor. Umut Ormanı Bogota, uçsuz bucaksız gecekondu mahallelerinden şöhreti en kötü olanlardan birisi olan Altos de Cazuca’da yer alıyor. Sadece altındaki açık alana burada gerçekleşen çeşitli aktiviteler sırasında gölge yapmayı amaçlıyor gibi görünen yapı, oldukça basit bir sisteme sahip. On iki yüzeyli kutuların bir araya gelmesi ile oluşan örtü, altında kamusal bir alan tanımladığı gibi şehrin en aza sahip olan kişilerin yaşadığı mahallede rengi, dokusu ve basitliğine rağmen iddialı tasarımı ile bir işaret oluşturuyor. Etania Okulu, bölgedeki Endonezyalı göçmen işçilerin hukuki statüleri nedeniyle eğitimden yararlanamayan çocukları için tasarlanmış. Konumunun sel baskınına açık olması nedeniyle yapı zeminden yükseltilmiş; yarı açık kullanım mekanlarının tamamı üst kotta bulunuyor. Havalandırma sağlayan yarı açık sistem aynı zamanda küçük çocukların kendilerini daha rahat hissetmeleri için düşünülmüş.

Mimarlığın geleceği, istediği biçimsel şımarıklığı parasını verip yaptıramayan kişiler ve gruplar için üretilen projelerde yatıyor. Bu tür projeler doğaları gereği iş birlikleri ile oluşmak zorunda. Ekonomik kısıtlamalar nedeniyle basit teknolojiler kullanmaları avantaja dönüşüyor. Çevreye etkisi düşük üretim yöntemleri ve malzemeler kullanmak zorunda kaldıkları için daha sürdürülebilir yapılar oluşturabiliyorlar. Akıllıca mimari keşifleri yaratıcı bir şekilde kullanarak çok nitelikli mimarlığın pahalı, büyük ölçekli ve şaşaalı olmadan da gerçekleşeceğini gösteriyorlar. Tamamı kamu yararı gözeten bu projeler mimarlığın ancak gerçek kişilerin gerçek sorunlarına çözüm olunca söz konusu olacağını, diğer her türlü yapının sadece bir çeşit tiyatro dekoru olduğunu anlatıyorlar.

“Peki geç mi kalındı? Muhakkak ki evet. Ancak her an yeni bir afet haberi beklediğimiz ülkemizde bir yandan da hiçbir zaman geç değil. Bir yerden başlamak gerekli.”

Ertuğ Uçar, Mimar, Yazar
TEĞET Mimarlık


Togg Bir Konut Markası Olsaydı 

Konut tedariği her coğrafyada daima ciddi bir sorun olageldi. Bunun birinci sebebi dünya nüfusunun hızlı artışı ve özellikle son yirmi yıldaki göçler, yani nüfusun yer değiştirmesi. Diğeriyse inşaat sektörünün arazi rantıyla, istihdamla, kaynakların kullanımıyla, dolayısıyla politikayla sıkı bağı. Ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya konut sorunu farklı anlamlara gelir tabii ki; Almanya’da bu, mülteciler veya evsizler için tarif edilen bir sosyal meseleyken, ortalama bir Afrika ülkesi için konut sorunu nüfusun çoğunluğunun nesiller boyu yaşadığı ve kanıksadığı bir krizdir. Konut tedariği konusu dünyanın büyük çoğunluğu için mimari, inşai ve teknik bir konu olmaktan uzak bir noktada güncel politikanın sevdiği, pazarlığa, vaat vermeye, ödüllendirmeye ve cezalandırmaya uygun kullanışlı bir araç olarak konumlanır.

İnşaat sektörü, gelişmiş ülkelerde standartları belirlenmiş, sıkı denetlenen ve ar-ge faaliyetlerinin yoğun olduğu hayli teknolojik bir alan. Bu coğrafyalarda kurulmuş modüler inşaat firmaları yazılım alanındaki unicornlar gibi milyonlarca dolar yatırım alıyor (1). Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde ise inşaat “ekonominin lokomotifi” olarak tarif ediliyor; arazi rantının, ulusal ve uluslararası ağda üzerinden dağıtıldığı, denetlenmeyen bir ekonomik unsur olmaktan öteye gidemiyor.

Güncel siyasi kararlar gelişmiş ülkelerde devletin konut (ve afet) politikalarına gölge etmez. Yani sektörün uzun vadeli planlamaları iktidardan iktidara, yıldan yıla değişmez. Devlet, konut sorununu çözecek altyapıyı, istihdam, kaynakların doğru kullanımı, çevre, nakliye, kentsel refah, sağlıklı yaşam, iyi tasarım ve yüksek teknoloji konularında planlayarak konut (ve inşaat) sektörünü destekler ve denetler.

Yirmi birinci yüzyıl, gelişmiş ülkelerdeki konut üretiminde keskin bir dönüşüme sahne oluyor. Özellikle sosyal konut (2) üretimi Almanya, İsveç, ABD, Çin gibi ülkelerde çoktan off-site (şantiye dışı) bir endüstriyel üretim haline gelmiş durumda. Yakın bir gelecekte değil bugün, Çin’de, Singapur’da (3), ABD’nde konut modülleri robotize edilmiş ortamlarda, otomobil fabrikalarından aşina olduğumuz üretim bantlarında oluşturuluyor. Londra’daki apartman daireleri hacimler/odalar halinde İngiltere’de değil, kıta Avrupası’nda üretiliyor. Ucuz iş gücü tekstil alanından fabrikalarda konut üretimine geçmekte. Okyanuslarda dev şilepler mobilya taşır gibi salon, yatak odası ve mutfakları hacimsel modüller olarak ülkeden ülkeye naklediyor (4).

Modüler, şantiye dışı üretimlerin faydaları katmanlı. Bu sistemlerle üretilen konutlar orta ve uzun vadede daha hızlı ve ekonomik olmakla kalmıyor. İş kazalarını, şantiye kirliliğini, sahadaki üretim için gerçekleşen araç hareketini ve dolayısıyla karbon salınımını azaltıyor; insan faktöründen, saha ve iklim şartlarından doğan hata risklerini asgariye indiriyor; daha sağlıklı, uzun ömürlü ve sağlam yapılar, kolay planlanabilir ve yönetilebilir inşaat süreçleri anlamına geliyor. Kadın çalışan istihdamını artırıyor; tedarik, nakliye ve stok hareketlerini odaklayıp düzenlenmesine olanak sağlıyor. Konut tasarımı dünyada giderek sadece bir mimari mesele olmaktan çıkıp mimar, endüstri tasarımcı, yazılımcı ve endüstri mühendislerinin planladığı bir süreç tasarımı haline dönüşüyor. Artık yeni terminolojiler var. Şantiye yemekhanesinden, kalıp planından ve sıva iskelesinden değil, kaynak robotlarından, bant üzerinde bir modülün (bu bir otomobil veya elektronik cihaz da olabilir) kalacağı zamanı tarifleyen Takt Time’dan, modüllerin birbirine geçtiği noktadaki ikonlardan bahsetme zamanı çoktan geldi.

Türkiye’de pohpohlanan konut (ve inşaat) sektörünün dünyadaki teknolojik gelişime uyum gösterdiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. Bu alandaki üretim Türkiye’de bir asırdır benzer şekilde; kalıplara beton dökülerek, sorunlar yerinde çözülerek yapılageliyor. Proje, onay bürokrasisinin bir -kağıt- parçası sadece. Mimarsa imzasına mecbur kalınmış bir profesyonel. Türkiye’deki kentsel alanda konutların yüzde doksanını oluşturan apartmanların mimarlar ve mühendislerin değil, kalfalar ve müteahhitlerin elinden çıktığı sır değil. Hatırlarsak, 6 Şubat Depremleri’nden sonra da deprem uzmanları, avukatlar, müteahhitler, apartman yöneticileri ve kalfaların, hatta emlak komisyoncularının parsellediği televizyon ekranlarında mimarlara pek seyrek rastlıyorduk.

İnşaat sektörü, Türkiye’nin en başıboş alanlarından biri. Devamlı değiştirilen yamalı yasalar, anlamsızca karmaşıklaştırılan onay süreçleri, projelendirme safhasını kalabalıklaştıran yapı denetim, üniversite raporu, silüet onayı ve buna benzer uzmanlık kokan kurallar sizi yanıltmasın. Avrupa Birliği’nden, Rusya’dan, ABD’den ithal edilmiş kurallarımız, yönetmeliklerimiz yerli yerinde. Ancak denetim yok. Şöyle bir iddiam var; araştırmaya değer: Ülkede ruhsat almış yapılar arasında, arşivlerdeki onaylı projelerine uygun inşa edilmiş yapıların oranı %1’i geçmez.

Ülkemizdeki yapı stoğunun deprem, sel gibi afetlere dayanıksızlığı bir yana, kendiliğinden çöken apartman yapılarının haberleri bile şaşırtıcı değil artık. Konutların çoğunluğunda görülen yapı fiziği sorunları Türkiye’nin standardı haline geldi. Duvar ve döşemeler ses, su ve ısıyı diğer yana geçiriyor; malzemeler doğru prensip ve detaylarla, doğru şartlarda uygulanmadığı için yapının her parçasının ömrü kısa, performansı düşük. Şantiye ortamları sağlıksız; işçilerin hayatı tehlikede; betoniyerler ve hafriyat kamyonları şehirleri toza ve gürültüye boğuyor; hafriyat ve inşaat atıklarının nereye gittiği belirsiz; sektörün bazı iş kolları çok ilkel şartlarda yürütülüyor. Konut sektörü, Türkiye’de ne yazık ki inşaat sektörünün bütünüyle beraber güncel politikanın planlamasını yaptığı bir rant düzenine gömülmüş durumda.

Türkiye’deki yapılar, içinde yaşayan insanlarla beraber sadece depremi beklemiyor. Bir yangını, çığ veya fırtınayı, dereleri taşıracak bir ani sağanağı, altından geçecek bir tünel inşaatını veya arka bahçedeki bir istinat duvarının yıkılmasını bekliyor tedirginlikle. Bu konuda bir şey yapılıyor mu? Hayır. Deprem güvenliği raporları, risk haritaları, rezerv alan tespitleri, kentsel dönüşüm yasaları ve zemin etüd raporları… Her mülk sahibinin öğrenmek zorunda kaldığı bu teknik tabirler, kısa vadeli, rant odaklı ve güncel politikanın gölgesi altında gerçekleşen bir kentsel dönüşümü maskelemeye yetmiyor.  

Ne yapabilirdik? 

Bugüne dek 2 milyar avro harcanan Togg, bir konut markası olabilirdi (5). Kamu ve özel sektör iş birliğiyle kurulacak modüler konut fabrikalarıyla kentlerin konut stoğunu afetlere dayanıklı hale getirebilirdik. Türkiye, dünyadaki SUV sınıfı araçların bir benzerini üretmek ve piyasaya sunmak için 2017 yılından bu yana harcadığı bütçe, zaman ve enerjiyi bir deprem ülkesi olarak başka türlü önceliklendirseydi; bu kaynakları ülke çapına yayılmış konut fabrikaları kurmak için harcasaydı bugün, sadece 8 yıl sonra, İstanbul ve deprem endişesi taşıyan fay hattı yakınındaki diğer şehirler başta olmak üzere riskli durumdaki on binlerce konutu yenilemiş olabilirdi (6). Ikea, Tesla ve Honda çoktan kendi fabrikalarını kurdu ve modüler konut markalarını piyasaya sürdü. Dünyada modüler konut sektörünün değeri 2024’de 100 milyar doların üzerindeydi. Jeopolitik konumuyla övündüğümüz, bu nedenle Çin’deki modüler konut firmalarının Avrupa’ya sıçrama noktası olarak ortak aradığı ülkemizin bu alandaki varlığı ise yazıyla “sıfır.”

Peki geç mi kalındı? Muhakkak ki evet. Ancak her an yeni bir afet haberi beklediğimiz ülkemizde bir yandan da hiçbir zaman geç değil. Bir yerden başlamak gerekli. Eğer kamu yönetimi sağlıklı, afetlere dayanıklı, nitelikli konut tasarımı ve inşaatını ülkenin son yarım asrına damgasını vuran en önemli krizlerden biri olduğunu kabul ederse, bu konuya eğilerek seferberlik ilan edip kısa ve orta vadeli bir plan yaparsa ve bu planı güncel politikanın yıkıcı etkilerinden koruyacak ve sürdürülebilirliğini sağlayacak mekanizmaları, yasa, yönetmelik ve uygulamaları hayata geçirirse ülkedeki riskli yapıların çok değil, 5 ila 10 sene içinde yenilenmesi hayal değil. Bu plan, bu süre zarfında gerçekleşebilecek afetlere karşı dayanıksız olduğumuz anlamına gelse de, bir sonrakine hazırlıklı olma şansımız hala var.

Notlar

  1. 20 yıllık bir mobilya firmasıyken 2012 yılında modüler inşaat alanına giren Polonya markası Polcom, 2019 yılında EBRD’den 25 milyon avro destek aldı ve daha sonra Amerikan modüler inşaat firması VBC ile birleşti. Her iki firmayı da incelemek için bkz: (https://polcomgroup.com/offer/), (https://www.vbc.co/en-gb/)
  2. Düşük ve orta gelirli birey ve ailelere, afetzedelere, mültecilere, evsizlere, öğrencilere, yaşlılara yönelik konut üretimi.
  3. Singapur’da Devlet Yapı ve İnşaat Ajansı BCA (Building and Construction Authority)’nın ilk kez 2017’de yayımladığı “Modüler İnşaat Rehberi PPVC” (Prefabricated Prefinished Volumetric Construction) için bkz (https://www1.bca.gov.sg/buildsg/productivity/design-for-manufacturing-and-assembly-dfma/prefabricated-prefinished-volumetric-construction-ppvc)
  4. Bu terminolojiye aşina olmayanlar için bir özet iyi olabilir. Off-site (şantiye dışı) inşaat, kısaca bir inşaat şantiyesindeki faaliyetin belirli bir oranını fabrikaya kaydırarak endüstriyelleştirme anlamına geliyor. Off-site inşaat, yapı malzemesinden bağımsız bir terim. Tamamının endüstriyel ahşaptan, fabrikada ölçülendirilip, montaj detalarının önden belirlenerek sahada kısa sürede bir araya getirildiği bir ahşap yapı, off-site inşaat prensiplerine göre %75’i saha dışında tamamlanmış modüler bir yapıdır. (Bu %25’inin, mesela bir betonarme bodrumun veya birtakım bitirme işlerinin, sahada yapıldığı anlamına gelir.) Off-site inşaat prensiplerine göre gerçekleştirilmiş bir modüler yapı ön üretimli parçalardan oluşur. Bu yapı, tasarlanmış bir bütünün modüllere ayrılıp üretilmesiyle oluşabileceği gibi, daha önceden tasarlanmış hazır modüllerin birleştirilmesiyle de oluşabilir. Yapı malzemesi ahşap, beton, çelik, plastik veya bunların karışımı (hibrit) olabilir. Ön üretimli modüller tek boyutlu (çubuk, “stick”), iki boyutlu (yüzey, “plane”) veya üç boyutlu (hacim, “volume”) olabilir. Tek boyutludan üç boyutluya doğru saha dışı imalat oranı artar. Bugün hacimsel (volumetric) modüler inşaat firmaları, çok katlı bir konut yapısını hacimler/odalar halinde, fabrikada son bitirme detayına, hatta mobilya, beyaz eşya ve yüzey kaplamalarına, tekstil ürünlerine kadar sonlandırıp sahaya çok az iş bırakıyorlar. Off-site üretim oranı %85-90’lara dek çıkabiliyor.
  5. Togg’dan bir üst düzey yöneticinin verdiği bilgiye göre 2023 sonu itibariyle Togg’a yapılan yatırım 1.8 milyar dolar. (https://www.btsoekonomi.com/haber-detay/togg-rekabetci-bir-fiyatla-piyasada-olacak)
  6. Modüler konut üretiminde proje ve inşaat (imalat) süreci geleneksel olandan çok farklı işler. Özellikle çok sayıda birbirine benzer modül üretiminin olacağı sosyal konut projelerinde tipolojileri çoktan netleştirilmiş, testleri yapılmış konut modülleri, yapı bloklarının arsaya nasıl yerleşeceği belirlenmeden (vaziyet planı netleşmeden) hatta arsa tedariği yapılmadan fabrikada üretilir ve stoklanır. Arsa tedariği yapılıp projeler üretilmiş tipolojiye uygun tamamlandıktan sonra hazır modüller sahaya taşınarak montajı yapılır. Eğer bir ülkedeki farklı iklim türleri, coğrafyalar ve aile büyüklükleri için farklı tipolojiler oluşturursanız, bu tiplere dair oda modüllerini 365 gün 24 saat saha dışı kapalı fabrika ortamlarında hızla üretebilirsiniz. 

“Bir devrimsel dönüşümü beklemeden sistemsel onarımın ötesine geçen bir paradigmayı merkeze alan, anti-kapitalist, anti-patriyarkal bir kentleşme tahayyülünün heterotopyalarını bugünden üretmek mümkün.”

Gül Köksal, Doç. Dr., Mimar, Koruma Uzmanı
Başka Bir Atölye


“Krizler Çağı” Tanımından Kök Sorunu Merkeze Almaya*

“Krizler çağında yeni barınma biçimleri” başlıklı dosya sorunsalınızı öncelikle teması üzerinden değerlendirmeye başlamak isterim. Sizin de işaret ettiğiniz gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreği türlü sorunların artan ölçekte süregittiği bir zamanı işaret ediyor. Savaş, göç, yerinden edilme, eko-kırım ve dahası kent-kırım, bellek-kırım vb. hepsini bir kriz olarak tarif edip, bunları bir krizler silsilesi olarak yorumlayıp, bu sorunların içinden bizim meslek alanının derdi gibi tariflenen barınmayı mesele edebiliriz. Ancak kanımca bu sorunsallaştırma yeterli olmayacak. Zira saydığımız bu sorunların kök kaynağı, iki asırdır artan oranda etkisi kuvvetlenen politik ve ekonomik sistem, yani neoliberal kapitalizmin kentleşme pratiğinin yansımaları ise, yaşamı ve toplulukları bölüp parçalayan sistemin dayattığı sorunları da krizler çağı adı altında parçacıllaştırarak merkezden uzaklaştırmak yerine, kök sorunu merkeze alacak şekilde konuşmaya meyilliyim.

Bu çerçevede bakınca da, barınmanın kendisi bugün ortaya çıkan bir sorun olmadığı için, iki asırdır yükselen bir sorunsal olarak bu sistem içinden “çözüme” kavuşacak bir konu gibi gözükmüyor. Öte yandan sorunsalı “yeni barınma biçimleri” olarak değil de, barınmaya yeni yaklaşımlar olarak bakarsak, yani yapılagelen barınma pratiklerini devrimci dönüşümcü bir şekilde, aynı sistemin işleyişi olan yıkıcı-yaratıcı bir paradigmayla, kök sorun ile bağını kurarak ve gündelik yaşama müdahale edecek şekilde yaklaşırsak, başka bir kentleşmeyi de konuşabilmeye yakınlaşacağımızı düşünüyorum.    

Yaratıcı-yıkım (creative-destruction) sistemine karşı çıkan bir paradigmanın, kentleşmeden kaynaklı eşitsizlikleri gidermeye çalışırken, yani doğayı ve insanı yaşama kazandırırken, tam da karşı bir pozisyondan, ortamda yaratılan olumsuz koşullara adaptasyonu reddetmesi gerekiyor. Dirençlilik, kırılganlık olarak tarif edilen bu adaptasyon tavsiyesi, ister kentleşme için olsun, isterse de toplulukların dirençliliği; bir noktada seçmeci bir üsluba dönüşme riski taşıyor. Bu bağlamda, işaret ettiğiniz biçimde ben de “…mekan ve kent üzerine çalışan meslek insanları olarak üzerimize düşen sorumlulukların bilincinde, aktif rol alabiliriz” diye düşünüyorum. Başka bir kentleşme tahayyülünü de bu nedenle sıklıkla sahada özneleri ile tartışmaya açıyor; olabildiğince de yazmaya çalışıyorum. Burada da kısaca açmaya çalışacağım. 

Öncelikle, barınmayı sorunsallaştırırken tüm canlı sisteminin yaşam hakkını merkeze alan bir yerden konuyu ele alırsak bunun sadece bina inşa etmeye dayalı bir mesele olmadığı hemen göze çarpabilir. Diğer bir deyişle; partiyarkadan türcülüğe, doğanın kendisi ile kurduğumuz ilişkiyi de kentleşme bağlamında yeniden düşünmek gerekiyor. Kapitalist modernite projesinin üretimi olan ana akım planlamanın, 21. yüzyılda dönüştüğü rıza/arzu zemininde bir biyoiktidar aracısı olmasının haliyle, nüfus kontrolü, norm/normalizasyon üretimi ve gözetim/denetim toplumu yarattığı çokça kaynakta eleştirel bir şekilde ele alınıyor. Kamu yararı ve katılımcı planlama söylemleri çoktan boş gösterene dönüşmüş durumda. Öte yandan ana akıma karşı eleştiri olarak gelişen, sistem-içi onarıcı planlama ve kentsel mekan üretimi ise; bireylerin ve kurumların, nelerin yapılması ya da yapılmaması gerektiğini işaret ettiği bir talep siyasetine indirgenmiş durumda. Ve talep siyaseti esasen kapitalizmin kurucu dinamiği. Kapitalist kentleşme pratiğine, sistemin içinden sunulan bir onarıcı itiraz, kısa/orta vadede hızla sistemce yutuluveriyor. Türkiye’deki sermaye hareketinin inşaat sektöründeki gücü de buradan çalışıyor. Bunu deprem ve kentsel dönüşüm sahalarında ya da kıyılardan doğal, kültürel değerlerin inşa ve yeniden inşaya dönüşen sermaye yatırımlarında açıkça görebiliyoruz.  

6 Şubat ve öncesinde depremler peşine çokça yasal düzenleme yapıldı. Sistem, hukuk yoluyla yerli-yurtlulaşıyor ve ürettiği krizleri çözer gibi yapıp kısmen yerini değiştirerek sistemin sürekliliğini ve sürdürülebilirliğini sağlıyor. Mevcut kentsel planlama sorunlarını aşmak için de bazı terimler/kavramlar öne çıkarılıyor. Gerek akademik araştırmalar gerekse de devlet kurumları bu kavramları, çoğu kez aynı tanım ve açıklamalar ile kullanıyorlar. Tam da bu nedenle yaşamda fiili karşılık bulmayan bu tür tepeden üretilmiş kavramlara dikkat etmek gerekiyor. Bu, kavramlara karşı olmaktan değil, kavramın sistemce içerilmesi durumuna karşı hareket edebilmek için tetikte olmayı zorunlu kıldığından gerekiyor. Zira kavram yaşamın içinden üretilmiyorsa, diğer bir deyişle, hareketin kendisi bir kavram üretecek şekilde güçlü etkiye sahip değilse kavram, hayatta boşa düşüyor. Bu nedenle tabanın, sahanın, yaşamın kendisi ne gerektiriyorsa, ahlaki yaklaşımla yukarıya itiraz ve talep eden “potestas”a, güç verene (power over) değil, etik olarak “nasıl yapmalı, ne şekilde güçlenmeli, zemini nasıl kurmalı” gibi sorularla “potentia”ya, yapabilme gücüne seslenmek gerekiyor. Spinoza, “potentia”yı yapabilme gücü ve yeteneği olarak vurgularken, potestas’ı güçlü olanın başkaları üzerine uyguladığı baskı ve zorlama olarak tarifler. Potentia, iktidarın kişiye yüklediği olumlu, özgürleştirici yapabilme-eyleyebilme gücü ile açıklanırken; potestas bir kişinin ya da birilerinin ötekiler üzerinde güç ve baskı uygulaması ile açıklanır. ”Nasıl yapmalı?”yı Lefebvreci kent hakkı bağlamında politikleştirmek, bizi kentleşmeyi nasıl tahayyül ettiğimize de götürecek; bizi talep eden değil, yapabilir kılan, güçlendiren bir zemin olacaktır. 

Bir devrimsel dönüşümü beklemeden, sistemsel onarımın ötesine geçen bir paradigmayı merkeze alan, anti-kapitalist, anti-patriyarkal bir kentleşme tahayyülünün heterotopyalarını bugünden üretmek mümkün. Bunu zaten sahada deneyleyenler var. Depremler ve yıkımlar, bu çabalar için açık bir saha sunuyor. Radikal kent hakkı tam da bunu mesele ediyor. Ve kanımca; öncelikle bunun düşünsel ve praksiste zeminini kuracak ortamlar inşa etmek gerekiyor. 

Not

*Burada kısaca özetlediğim kent hakkı konusunda daha detaylı bir okuma için, cumartesi günleri Evrensel gazetesinde kaleme aldığım “kent hakkı” yazılarına bakılabilir. (https://www.evrensel.net/yazar/119/t-gul-koksal)

“Dayanıklı bir gelecek “yer”den; coğrafya, kültür ve kimlikten bağımsız düşünülemez.”

Güliz Özorhon, Doç. Dr. 

Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, Mimarlık Bölümü


Son yıllarda yaşadığımız krizler toplumların dayanıklılık mekanizmalarını sınarken, yaşam çevrelerimizin ne denli kırılgan olduğunu gözler önüne serdi. Pandemi, küresel sağlık sistemlerini zorlayarak bireyleri sosyal mesafe ve karantina uygulamalarına yönlendirdi; ekonomik ve psikolojik dengeleri sarstı. Depremler, fiziksel yapıları ve insan yaşamını tehdit etmeye devam ederken; seller, iklim değişikliğinin etkisiyle daha sık görülüyor ve yerleşim alanlarını tahrip ediyor. Tüm bu krizler yaşam alanlarının dayanıklılığın artırılmasına yönelik yaklaşımların geliştirilmesi gerektiğini gösteriyor. 

Peki, gerçekten dayanıklı yaşam çevreleri nasıl inşa edilir? Bu sorunun yanıtı, kendi kendini idare edebilen, katılımcılığı teşvik eden ve bilgi paylaşımına dayalı stratejiler yaratmakta yatıyor. Adaptasyon, esneklik, iyileşme, iş birliği, çeşitlilik, sürdürülebilirlik ve doğal kaynak kullanımı gibi unsurlar dayanıklı geleceğin anahtarlarını oluşturuyor. Araştırmalar küresel çevresel zorluklarla başa çıkmak için geleneksel ekolojik bilginin kritik bir rol oynadığının altını çiziyor. Bu da, dayanıklılığı artırmaya yönelik stratejilerin geliştirilmesi ile yerel özelliklerin derinlemesine anlaşılmasının arasında güçlü bir bağ olduğuna işaret ediyor. Çünkü tıpkı değerler gibi zaaflar da “yer”e özgü, “yer”e özel. 

O halde yerelin, yerel mimarlığın bilgeliğinde, çağımızın karmaşık sorunları ve değişim talepleriyle başa çıkmanın yolları ve yapılı çevrenin geleceği için sürdürülebilir ve dayanıklı yaklaşımlar geliştirebilmenin temeli bulunabilir mi? 

Pandemi sürecinde, geleneksel mimari örneklerinin nefes alan yapılarını, avlularını, hayatlarını hatırladık. Deprem sonrası yerel yerleşimlerin yer seçimleri, yapısal özellikleri ve malzeme kullanımları, seller ve topoğrafya ile kurduğu ilişkiler yeniden gündeme geldi ve düşünmeye başladık. Bu çevrelerde suyun akışına göre şekillenen sokaklar bir nevi doğanın akışına ve sürekliliğine imkan verirler. Yapılar iklime ve güneşe göre yönlenir, bulunduğu yerin mevsimsel özelliklerine göre biçimlenirler. Doğal ve geri dönüşebilir malzeme ile biçimlenen yapı kabuğu, temiz havanın ve gün ışığının mekana ve yaşama katılımını kontrol eder. Ve en önemlisi de mekansal örgütlenmenin merkezinde yaşam ve ölçek yer alır.  

Bektaş’ın (1) deyişiyle “yaşama koşut gelişen” bu mekan kültürü geleceğin dayanıklı yaşam çevreleri için bize rehberlik edebilir. Yerel mimarlıkta zaman herkes ve her şey ile aynı mesafededir. Mevsimlerce ve yıllarca insan ile yapı birliktedir; birlikte yaşarlar, birlikte büyürler ve birlikte değişirler. İnsan yaşamı nerede yapıya karışır, yapı nerede canlanır bilinmez. Ama yapılar da tıpkı insanlar gibi nefes alır verirler: “Benim yaptığım evler nefes alıp verdiği için çürümezler.” (2) der yapı ustası. Yerel yapı teknikleri tarih boyunca sömürgecilik, kitlesel göçler, kıtlıklar, savaşlar ve küresel ısınma gibi türlü zorluklara rağmen varlığını sürdürmüştür. Yerel yerleşimler doğaya, insan ölçeğine ve toplumsal değerlere saygılı yaklaşımlarıyla öne çıkarlar ve uzun yıllar içinde evrilen, doğal koşullara mükemmel şekilde uyarlanmış yapı teknikleri sunarlar (3). Nesilden nesile aktarılan, insanı ve doğayı merkeze alan yerel bilgi birikimi, günümüz ve geleceğimiz için bir rehber olabilir. 

Ancak burada önemli bir ayrım yapmak gerekiyor: Bu rehber yerel mimarlığın varoluşsal özelliklerinin derin bir kavrayışından beslenmeli ve yerel mimarlıkla ilişkilenme çabası, biçimsel bir öykünme, aktarım veya tekrar ile karıştırılmamalı. Mimarlığı ve mekan kültürünü ortaya çıkaran ve ilk anda görünmeyen ilişkileri ve nedensellikleri anlamaya çalışmak; bu birikimi güncel dinamiklerle ilişkilendirmektir kastedilen. Bu, nostaljik bir bakış değil; akılcı ve zamansız bir yaklaşım olarak okunmalı. Üstelik yerelin sözü, akademik ve pratik mimarlık ortamında her zaman olduğu gibi bugün de güncel.

Dünyanın dört bir yanında araştırmacılar ve mimarlar yerel ve geleneksel mimarlık öğretilerini, güncel pratikler, çağdaş bilgi ve teknoloji ile bütünleştirerek tasarım stratejileri geliştiriyor. “Vernacular Architecture in the 21st Century Theory, Education and Practice” adlı kitabın editörlerinden Vellinga (4) yerel bilginin, modern bilgiyle bütünleştirildiği bir mimari bakış açısına duyulan ihtiyacı vurgularken; Danimarkalı mimarlık ofisi BIG’in kurucusu mimar Bjarke Ingels yerel bilgiyi günümüz mimarlık pratiğinde yeniden yorumlamaya işaret etmiş ve “Vernacular 2.0” kavramını ortaya atmıştır (5). 2022 Pritzker Ödülü sahibi D. Francis Kéré de yerel mimarlığın bilgeliğini tasarım anlayışına yansıttığını belirtmiştir (6). Bu yaklaşım güncel olarak, UIA’nın iklim değişikliğine uyum sağlamada sürdürülebilir yaklaşımlarda kültür ve bağlamın rolünü vurgulayan “Wisdom of Tradition” (Geleneğin Bilgeliği) girişiminde görülebilir. UIA bu girişim ile geleneksel bilgi ve uygulamaların çağdaş bir bağlamda nasıl yeniden kullanılacağını araştıran projeler için uluslararası bir çağrı yapmış, nostalji ve taklitten kaçınırken geleneklerin içsel bilgeliğini ve çağdaş sürdürülebilir çözümlere ilham verme potansiyellerini öne çıkarmayı amaçlamıştır (7). Uluslararası Mimarlar Birliği’nin 2024’teki bu aksiyonu, konunun güncel değerinin ve öneminin altını çizmektedir.

Yerel mimarlık doğadandır, doğaldır, “oralı”dır. Toprak, güneş, yağmur, rüzgar, ağaç ve insan ya da hepsidir: Yani “yer”dir; yanı başımızdaki öğretmen ve kaynaktır. Yerel mimarlığı anlamak, geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki sürekliliğin ilk adımıdır ve bu anlayış doğrultusunda geleceğe yönelik bilinçli müdahaleler şekillendirilebilir. Kentleri planlarken doğayı merkeze almak, yaşam alanlarının ekolojik etkisini en aza indirmek büyük önem taşımaktadır. Öte yandan iklim krizi, küresel ısınma ve kıtlık gibi sorunlar giderek artarken, yaşam alışkanlıklarımızı sorgulamadan bu sorunlara gerçek çözümler üretmenin mümkün olmadığı da açıktır. En küçük ölçekten en büyüğüne (ev, sokak, kent) mimari tasarımda ve planlamada, doğayı ve insanı merkeze alan bir anlayışla, bilimin rehberliğinde stratejiler geliştirmek dayanıklı geleceğe kapı açabilir.

Kaynaklar

  1. Bektaş, C. (2014). Türk Evi, YEM, İstanbul.
  2. Sisler Kovulunca-Bir Süha Arın Belgeseli-Eski Evler Eski Ustalar, Doğu Karadeniz, Arın, S., 1986.
  3. Oliver, P. (1997). Encyclopedia of Vernacular Architecture of the World, Cambridge University Press.
  4. Vellinga, M. (2006). Engaging the future: Vernacular architecture studies in the twenty-first century. In Vernacular Architecture in the 21st Century (pp. 81-94). Taylor & Francis. https://doi.org/10.1080/03055477.2019.1663471
  5. Winston A. (26 May 2015) “‘BIG wants to create new styles of vernacular architecture’, says Bjarke Ingels.” (https://www.dezeen.com/2015/05/26/bjarke-ingels-in-our-time-lecture-metropolitan-museum-new-york-new-vernacular-architecture/), (Son Erişim Tarihi: 11.02.2025). 
  6. The Architekturmuseum der TUM and Gran Horizonte Media “Architect: Francis Kéré (Kéré Architecture)” Author: Daniel Schwartz, Uploaded by The Architecture Player (https://www.architectureplayer.com/clips/francis-kere-an-architect-in-between-excerp), (Son Erişim Tarihi: 11.02.2025).
  7. UIA, Call For Projects, (18/10/2024), (https://www.uia-architectes.org/en/news/call-for-projects/), (Son Erişim Tarihi: 11.02.2025). 

“Belirsizlik ve güvencesizlik zamanları aynı zamanda umudun zamanları olarak da görülebilirler; çünkü onlar kendiliğinden gelişen yeni bir mimariyi kendimize, başkalarına ve çevremize karşı özeni besleyecek yeni yaşam koşullarını doğurabilirler.”

Malkit Shoshan, Mimar, Yazar
Harvard University
FAST: Foundation for Achieving Seamless Territory


Belirsiz Zamanlarda Umut Mekanları

Mimarlık ve kentsel tasarım, binalardan karmaşık kentsel dokulara, gelecek gerçeklikleri yaratırlar. Son zamanlarda bu alanlar yaratıcılık, arzu, faillik ya da sosyal, kültürel ve çevresel ihtiyaçlardan daha çok neoliberalizm ve hegemonya tarafından şekillendirilmekte. Neoliberalizm pazar ihtiyaçları, serbestleşme ve özelleşme üzerinde merkezlenir; parçalanmayı, enflasyonu, rekabeti, tüketimciliği ve verimliliği teşvik eder (1). “The Art of Inequality: Architecture, Housing and Real Estate” (Eşitsizliğin Sanatı: Mimarlık, Konut ve Gayrimenkul) başlıklı kitapta Reinhold Martin, Jacob Moore ve Susanne Schindler mimarlık ve neoliberalizm arasındaki ilişkiyi gayrimenkul üzerinden açıklarlar: “Mimarlık gayrimenkule şekil verir ve sosyoekonomik bölünmenin hem kanıtı hem de aracı haline gelir.” (2).

Hegemonya ise devletin, ulusun ya da bir grup insanın diğeri üzerindeki politik, ekonomik ve askeri egemenliğidir. Statükoyu korumakta zorlanan, ulus devlet gibi eski güç dinamikleri millet, ırk ya da etnik köken gibi kavramların temel alındığı mekansal politikalar ile sistematik ayrışmayı işlerler. Mimarlık ve mekan tasarımında neoliberalizm ve hegemonyanın kesişim noktasında ise yüksek miktarda bölünmüş alanlar ortaya çıkar.

Mimarlık, kentsel tasarım, sanat ve aktivizm kesişiminde gerçekleşecek olan yaratıcı pratikler, neoliberalizm ve hegemonyanın dışında çalışarak ortak değerleri destekleyebilirler. Bu pratikler, doğaları gereği çok yönlüdürler (multihyphenate); mimarlık alanını genişletirler ve bir noktaya kadar yoğun bakım ve umut alanları sunabilirler. Benim FAST-The Foundation for Achieving Seamless Territory ile olan çalışmam, bu alanda öncü olan iki isim; Irit Rogoff ve Yona Friedman’ın işlerinden ilham alıyor ve onların üretimleri ile kesişiyor.

Şişkinlik/Şişirilmiş Alan*

Londra Üniversitesi’ndeki disiplinler ötesi Görsel Kültürler Departmanının kurucusu Rogoff, geçtiğimiz birkaç on yılda pedagojinin ve küratöryel pratiklerin lensinden sanatsal ve kültürel üretimi inceleyen bir dizi yazı yayınladı. Rogoff, yaratıcı disiplinleri eylemlerimizi ve hayal gücümüzü esir almış olan neoliberal kısıtlardan nasıl kurtaracağımızın yollarını bulmanın önemini vurgulamaktaydı. “The Expanding Field” (Genişleyen Alan) başlıklı yazısında Rogoff, neoliberal dönemde sanat ve kültür üretimi alanlarındaki aldatıcı genişleme hakkında yazıyordu: “Aşırı üretime değer biçen neoliberal çalışma modellerinin egemenliği; talebin yalnızca iş üretimi olmadığını, aynı zamanda onu finanse etmenin yollarını bulma, sürdürecek çevreleri inşa etme, diğer tartışmalara konu edecek söylemsel çerçeveyi geliştirme, erişimini artırma ve görünüşte daha geniş bir etki yarattığı için onu daha fazla övme adına sonsuza dek diğer işlere ya da strüktürlere bağlama anlamına gelmiştir. Bu ebediyen genişletilebilir modelin sorunu ise; hiçbir şekilde bir değişim vaadetmezken yalnızca genişleme ve şişmeden ibaret olmasıdır.” (3).

Rogoff için neoliberal kuşatmaları zorlamak, alternatifler ile sürekli olarak deneysel bir sürece girmeyi gerektirir; bu alternatifler inşaat tekniklerine, estetiğe, temsile veya bireyler, kolektifler, enstitüler gibi çeşitli paydaşların katılımına dair olabilir. Neoliberalizm ve hegemonya tarafından kapatılmış, tarihinin içine sıkışmış ve ondan ibaret bir dünyanın içinde özgür keşfin mekanını nerede bulmak mümkündür? Ölçülebilir bir çıktısı olmayacak fikirlerimizi denemeye izin veren pratiklerin içerisine nasıl dahil olabiliriz? Çeşitli paydaşlarla, marjinalleşmiş ve belirgin bir temsili olmayan gruplar da dahil, etkileşimi besleyen bilgi kurumları inşa edebilir miyiz? Ya da içerisinde yaşadığımız ve tasarladığımız mekanlara ve ekolojilere dair derinlikli anlayışı güçlendirecek bir pedagojiyi?

Araçlar: El Kitapları ve Kılavuzlar

2015 yılında, o zamanlar 93 yaşındaki Yona Friedman’ı Paris’te ziyaret ettim. Friedman Macaristan ve İsrail’de mimarlık okumuştu. Dünya savaşlarının tahribatına tanık olduktan sonra yaşamının büyük bir kısmını “teknik beceriler” adını verdiği bilgisayar programlama, animasyon, öğretim, yazı ve büyük ölçekli, katılımcı enstalasyonlar yoluyla hayatları iyileştirmeye adadı. Mimarlığın konvansiyonel dünyasının dışında üretilmiş külliyatı, çeşitli BM faaliyetleri ile sanat dünyasının kesişiminde noktalar keşfetti. 

Friedman’ın küreselleşmekte olan dünyamıza verdiği cevap; basit talimatlarla ve gösterimlerle temel eğitim, ortak inşa ve tasarım teknikleri sağlayan kılavuzlar ve kurallar üretmekti. Bu kılavuzlar; kaynaklara erişimde yetersizlik, zengin ile fakir arasında artmakta olan eşitsizlikler, endüstrileşmenin, savaşın ve nükleer silahların genişleyen cephaneliğinin yol açtığı çevresel tahribata dair endişeler taşıyordu (5).

Mesela Roofs’u ele alalım. 1991 yılında UN Communication Centre of Scientific Knowledge for Self-Reliance (Kendine Yeterlilik için Bilimsel Bilgi İletişim Merkezi) ile iş birliği içerisinde üretilen bu kılavuz, Hindistan’daki en düşük gelir seviyesine sahip insanların barınma yetersizliğini ele alıyordu (6). Friedman, herkesin bir evi parasal olarak karşılayabilmesi ya da kendi inşa edebilmesi gerektiğini savunuyordu. Tahribatsız mimarlığın bir savunucusu olarak Friedman, konutların yerel olandan, minimal çevresel etkilere sahip yenilenebilir malzemelerden inşa edilmesi gerektiğine inanıyordu. 

Kılavuzlarında, Friedman kendine yetebilmenin önemini vurgular; konut projelerinin pencere ve su deposu gibi basit araçlarla esas ihtiyaçlarımıza sürekli erişimi mümkün kılması gerektiğini savunur. Onun yaklaşımı, malzemeleri dünyanın bir ucundan diğer ucuna dolaştırarak konut fiyatlarını artıran, ciddi karbon emisyonları oluşturan ve çevresel bozulmalara neden olan tedarik zincirini reddeder. Friedman’ın kılavuzları hala geçerliliğini korur; özellikle de şimdi, konutun finansal bir yatırım aracı olarak kullanılmasındaki artışın eşi benzeri görülmemiş bir konut krizine yol açtığı zamanda. 2021 yılında, yalnızca Birleşik Devletler’de yarım milyondan fazla insan (7) evsizdi ve temel insan haklarından yoksundu (8). 

Roofs, özel olarak Hindistan’ın en düşük kastının içerisindeki konut krizini ele alırken, Friedman’ın çözümleri tüm kesimler için çevresel, sosyal ve kültürel faydalar barındırır. Onun kılavuzları, mimarlık alanının milyonlarca insanı şehirlerinden, topluluklarından ve evlerinden fiyatlandırma ile dışlamasındaki suç ortaklığını sorgular. “Roofs” tasarım yoluyla gerçekleştirilen radikal bir bakım/özen eylemidir. Kendine özeni, başkalarına özeni ve çevreye özeni içerir; belirsiz zamanlarda bir umut mekanı sunar. Paris’teki sohbetimiz sırasında Friedman, sanat dünyasının, galeriler, sergiler, festivaller ve toplumsal etkileşime yer veren açık hava enstalasyonları ile, ona yeni fikirler deneme; mimarlık mesleğinin ve piyasasının desteklemediği prototipler geliştirme özgürlüğü sağladığını açıklamıştı.

İlk Kesişim: Platformlar ve Faillik

Haklarından mahrum edilmiş kesimlere faillik ve destek sağlayan deney mekanlarına dair arayışım, FAST’ın kurucularından olmamım ilk nedenini oluşturuyordu (9). Mimarlık alanının mekansal ve çevresel adaletsizliklere imkan vermesinden ötürü bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Yona Friedman gibi ben de Technion’da mimarlık okudum. Çevresel ırkçılık, ya da ırkçılığın çevresi, yalnızca İsrail’in mekansal peyzajındaki tanınır bir özellik değildi, aynı zamanda belirgin bir şekilde okulun içerisinde de mevcuttu. Kütüphanemiz, ulusal ideolojiyi mekansallaştıran ve ayrışmaya beden veren mimari üretimler için yönetmelik ve çerçeve sağlayan stratejik tasarılar ve master planlar içeriyordu. Bize tasarımı öğretilen mekanlar, Filistinli bireylerin ve toplulukların gelişimini engelleme niyeti taşıyordu. Gel gelelim, tasarım yoluyla ayrıştırma, bir İsrail icadı değildir. Her yerde bulunabilir. Birleşik Devletler’de, kırmızı hat çekmek (redlining) (10) gibi mekansal manipülasyonlar ile standartların ve düzenlemelerin diğer yaratıcı kullanımları, gelir ve ırk temelli ayrışmayı sürdürmeye hizmet ederler. Bununla birlikte, beni FAST’ın kurucuları arasında yer almaya yönlendiren tek şey yaşadığım hayal kırıklığı olmadı. Eğer tasarım dönüşümü mümkün kılabiliyorsa, o zaman sosyal ve çevresel adaleti teşvik etme gücü de olmalıydı. 

İkinci Kesişim: Sanat

“Nakba, Filistin’in felaketi” olarak da bilinen gerçek Ein Hawd köyüne, 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda el konulmuştu. Bu savaş sırasında yüzlerce Filistinli yerel yönetim İsrail ordusu tarafından ele geçirilmişti ve ertesi on yıl içerisinde de çoğu tamamen ortadan kaldırılmıştı. Yaklaşık bir milyon Filistinli, mülteci haline gelmiş ve uluslararası yardım organizasyonlarının himayesi altındaki mülteci kamplarına götürülmüştü. Kamplar bugün hala varlar ve o günkü mültecilerin ardında bıraktıkları nesli barındırmaya devam ediyorlar. 1948 savaşının ardından İsrailli mimarlar kentler, tarım yerleşimleri, endüstriyel merkezler ve ülke boyunca çeşitli altyapılar tasarladılar; önceki hayatının izlerini bulanıklaştırarak Filistini İsraile dönüştürdüler. Ein Hawd ele geçirilmişti ve Dada akımının kurucusu olan Marcel Janco’nun liderliğindeki avangard bir sanatçı grubuna verilmişti. 

Köy, zamanda asılı kaldı; bu dönüşüm dönemini, değişimini mümkün kılan yaratıcı alanların rolünü öne çıkartarak görüntülüyordu. Muhammad Abu el-Hayja ve ailesi ile olan arkadaşlığım üzerinden mimari çalışmalarım sırasında orayı yakından tanımış oldum. Muhammad, yeni Ein Hawd’dandı, dedesinin artık ailesinin ve yakınlarının evlerine dönmesine izin verilmeyeceğini anladığı zaman inşa ettiği köyden. Asıl Ein Hawd’a el konulduğunda, oranın yerel halkı bir gecede oradaki “izinsiz gelenler”e dönüştürülmüştü; bir kilometre ötede sahip oldukları tarım alanlarına yavaşça yeni bir köy inşa etmekten başka çareleri kalmamıştı. Kendileri için yeni barınaklar inşa ederken, asıl evlerinin Janco ve diğerleri tarafından nasıl bir sanat komününe dönüştürüldüğüne şahit olmuşlardı. 

Yona Friedman, FAST’ın yerinden edilmiş Filistinli topluluk ile birlikte düzenlediği etkinliklerden biri için bir yerleştirme tasarladı. Onun herkes tarafından ve her bütçe ile üretilebilecek basit mimarlığa dair savunuculuğu doğrultusunda, Ein Hawd topluluğu için bir el kitabı olan Merzstrukturen’ı çizdi. Sanatın ve kültürel üretimin genişleyen alanında “artık kimse verili bir açıklaması olan pozisyonlar alarak kendisini memnun hissedemez; birinin tekrar önemli olabilmesi için, kendisini içinde esnetmesi ve çevirmesi gereklidir” diyor Rogoff (11), dışarıdan gelen zorluklara ve kısıtlara karşı kayıtsız bir şekilde davranmalı ve faillik idda etmelidir. 

Üçüncü Kesişim: Enstitülerle Etkileşim

FAST’ın Ein Hawd topluluğuyla geliştirdiği proje, pratiğimizi mimarlık, kentsel planlama, sanat ve aktivizmin kesişimine yerleştirdi. Bundan sonraki projelerimizden biri olan BLUE: Architecture of UN Peacekeeping Missions; BM’in hizmetlerinin kentleri, toplulukları ve çevreyi nasıl etkilediğine odaklanıyordu. Kuruluşun barış yanlısı çalışmalarını  (BM’in bütçe, yetki, ekip ve malzeme ayak izi açısından en geniş hizmetlerini) analiz ettikten sonra kendine yeterliliğin öneminin altını çizen; canlandırıcı gıda üretiminde, temiz suya erişimde ve yenilenebilir enerji kaynaklarında yerel yetkilendirme ihtiyacını vurgulayan bir politika matrisi geliştirdik. Bitmez tükenmez enflasyona dayanmak ve küresel tedarik zincirlerine bağımlı olmak yerine, yerel toplulukları güçlendiren yerleşik bir yaklaşımın savunuculuğunu yaptık. Çatışmalardan etkilenen şehirler ve topluluklar üzerine çalıştık; BM gibi kuruluşların çözmekle mükellef oldukları sorunları sürekli hale getirmedeki rollerini analiz ederek görünür kıldık. 

Dördüncü Kesişim: Arşivler ve Diğer Formatlar

“The Expanding Field” yazısının son kısmında Rogoff, arşivi bir bilgi üretimi altyapısı olarak eleştirirken eş zamanlı olarak çağdaşlık anlayışı ile kesiştirir. Onu “çağdaş aciliyetlere sahip bir dizi yakınlık ve işlerimizde onlara erişim becerisi” olarak açıklar (12). Arşiv, FAST’in projelerinde yaratıcı deneyimi koşullayan araştırma, düşünme ve müdahale için kritik bir alan olarak hayati rol oynar. 

Şişkinlik Genişledi: Multihyphenate ve Umut

Harvard Tasarım Dergisi’nin 51. sayısında multihyphenate (çok yönlü, çok işle uğraşan) uygulayıcının incelenmesi; mimarın, küratörün, sanat yönetmenin, mobilya tasarımcısının, teorisyenin akışkan ve sürekli olarak genişleyen rolünü bunaltıcı ekonomik güçlere bir tepki olarak ele alıyor. Buna cevap olarak; Rogoff, “Bu ebediyen genişletilebilir modelin sorunu ise; hiçbir şekilde bir değişim vaadetmezken yalnızca genişleme ve şişmeden ibaret olmasıdır.” diyebilir. 

Umulmadık deneyim ve güçlendirme alanları için her zaman arayışta olmak zorundayız. Neoliberalizm ve hegemonyanın tahribatçı, “ekstraktif” mantığının, yaşamımıza ve gezegenimize verdiği yıkıcı etkilerinin dışında var olabilecek sosyal ve kültürel değerleri, etiği öne çıkaracak mekanlar geliştirmemiz gerekiyor. Yona Friedman’ın savunduğu gibi, güvencesiz zamanlar yapılı çevreyi, farklı sosyal grupların birbiriyle olan sayısız ilişkisini ve günlük hayatlarını dönüştürür. Belirsizlik ve güvencesizlik zamanları aynı zamanda umudun zamanları olarak da görülebilirler; çünkü onlar kendiliğinden gelişen yeni bir mimariyi, kendimize, başkalarına ve çevremize karşı özeni besleyecek yeni yaşam koşullarını doğurabilirler. 

Çevirmenin Notları

  • Malkit Shoshan tarafından Harvard Tasarım Dergisi’nin, 51. sayısında yer alan “Belirsiz Zamanlarda Umut Mekanları” başlıklı yazı, Ebru Şevli tarafından, yazarın izniyle çevrilmiştir. (Authored by Malkit Shoshan and featured in the 51st issue of Harvard Design Magazine, the essay “Spaces of Hope in Uncertain Times” has been translated by Ebru Şevli with the writer’s explicit permission.)
  • Yazar tarafından “Inflation/Inflated Field” olarak belirlenen başlık, kelimeler arasındaki fonetik ilişkiye sadık kalınarak “Şişkinlik/Şişirilmiş Alan” olarak çevrilmiştir. 
  • “Nakba,” Arapça “felaket” anlamına gelir. 1948 yılında yaşanan savaş ve yerinden edilmeler nedeniyle 15 Mayıs’a “Yevmü-n-Nakba” yani “Felaket Günü” adı verilmiştir. 

Yazarın Notları

  1. George Monbiot, “Neoliberalism—the ideology at the root of all our problems,” The Guardian, April 15, 2016, (https://www.theguardian.com/books/2016/apr/15/neoliberalism-ideology-problem-george-monbiot).
  2. Reinhold Martin, Jacob Moore, and Susanne Schindler, The Art of Inequality: Architecture, Housing, and Real Estate (New York: The Temple Hoyne Buell Center for the Study of American Architecture, Columbia University, 2015). 
  3. Irit Rogoff, “The Expanding Field,” in The Curatorial: A Philosophy of Curating, ed. Jean-Paul Martinon (London: Bloomsbury Academic, 2013), 41–48.
  4. Stuart Walton, “Theory from the Ruins,” Aeon, May 31, 2017, (https://aeon.co/essays/how-the-frankfurt-school-diagnosed-the-ills-of-western-civilisation).
  5. Yona Friedman, Energy and Self-Reliance Handbook, 1986.
  6. Yona Friedman, Roofs. (https://archive.org/details/Roofs-PartOne-English-YonaFriedman)
  7. “HUD 2021 Annual Homeless Assessment Report Part 1,” U.S. Department of Housing and Urban Development, (https://www.hud.gov/press/press_releases_media_advisories/hud_no_22_022).
  8. Barınma bir haktır, ticari bir meta değildir. O, istikrar ve güvenliğin temelidir; insanların huzur ve onur içinde yaşayabileceği bir yerdir.
  9. 2005 yılında, FAST’ı Hollanda’da bir sivil toplum kuruluşu olarak kaydettirdim. Bu süreçte, belgesel yapımcısı ve dönüşüm koçu Alwine van Heemstra; kültürün geleceği nasıl şekillendirdiğiyle ilgilenen bağımsız düşünür, küratör ve danışman Michiel Schwarz; ve görsel iletişim ile sanat tarihi alanlarında eğitim almış Willem Velthoven’in desteğini aldım. Velthoven, Amsterdam merkezli deneysel sanat ve tasarım merkezi Mediamatic’in kurucu ortaklarından olup, FAST’ın çalışmalarına ilham vermekte ve destek sağlamaktadır. Şu ana kadar tüm projelerimiz, keşifçi sanat ve tasarım uygulamalarını teşvik eden kamu kültür kurumları tarafından finanse edilmektedir.
  10. Kredi dağıtımında kırmızı hat çekmek (redlining), karışık ırklı veya tamamen siyah mahallelerin hükümet sigortalı ipotek programlarında yüksek riskli olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu, bu da esasen o bölgelerde hiçbir kredi bulunmadığı anlamına geliyordu. Bkz. Martin, Moore ve Schindler, Eşitsizliğin Sanatı: Mimari, Konut ve Gayrimenkul.
  11. Rogoff, “The Expanding Field,” 41–48.
  12. A.g.e.

“Geleceğe dair umut veren adımları atabilmek için küreselden yerele iş birliği içinde olmamız gerekiyor. Ortak çalışmalı, ortak üretmeli ve sonuçlarına da ortak katlanmalıyız.”

Özge Çelik Yılmaz, Dr.


Barınma mı? Hayatta kalma mücadelesi mi? 
Herbert George Wells, “Zaman Makinesi” kitabında yer altında yaşayan işçiler ve yer üstünde yaşayan zenginler arasındaki uçurumu ele alarak zamanın İngiltere’sini eleştirir. Birçok bilim kurgu eserinde sınıf mücadelesi ve toplumsal çöküş ele alınır. Güneş söner; dünya karanlıklaşır; yaşam mücadelesi verilir. Kurgusallığın dışında durum farklı mı? Antik Roma’da alt gelirliler “insulae” adı verilen çok katlı yapılarda havasız, penceresiz, kötü koşullarda yaşarmış. Benzer durum Antik Yunan’da da karşımıza çıkar. Günümüz kentleri de adeta bir bilim kurgu distopyasına dönüşmüş durumda. Edward W. Soja, kent mekanının eşit dağılmadığını ve mekansal adaletin ihlal edildiğini savunur. Konut hakkının sadece bir evle ilgili olmadığını aynı zamanda kentlerde adil bir şekilde yaşama ve hizmetlere erişim hakkı olduğunu belirtir. Tarihsel zaman diliminin neresinden kesit alırsak alalım, eşit olmayan koşullar maalesef ortak nokta. Krizler çağında durum farklı mı? İklim krizi, gıda krizi, ekonomik kriz, barınma krizi… Birbirini etkileyen birçok kriz. Peki koşullar eşit mi? Dünya genelinde 1,6 milyar kişi yeterli barınma olanaklarından yoksun ve bu sayının 2030 yılına kadar 3 milyar olacağını tahmin ediyor UN-Habitat. Her gün 96 bin konut inşa edilmesi gerektiğini belirtiyor, Dünya Ekonomi Forumu yazısında Micheal Purton. Bu kadar konuta ihtiyacımız var mı gerçekten? Türkiye’de 904 bin konut fazlası olduğu paylaşılmış. Konuta erişilebilirliğin düşük olduğunu tartıştığımız, krizler çağı olarak adlandırdığımız, barınma sorunlarından bahsettiğimiz bu çağda konut fazlası nasıl olabiliyor ki! Hızlı kentleşmeyle, sosyal konut üretimindeki düşüşle, kamu konut üretimindeki düşüşle, devlet müdahalesinin eksikliği ile, yatırım aracına dönüşen üretimle, yönetimle… 2100 yılında Türkiye nüfusunun azalarak 65 milyon olacağı öngörülmüş. Azalan nüfusa sahipsek, konut fazlamız varsa basit matematikle kimin için planlıyoruz bu kadar yapıyı?

Birleşmiş Milletler 2030 için Sürdürülebilir Kalkınma Ajandası’nın son 5 yılı içindeyiz. 17 maddenin yer aldığı ajandanın 11. hedefi “sürdürülebilir şehirler ve topluluklar” oluşturarak “2030’a kadar herkesin yeterli, güvenli ve uygun fiyatlı konutlara ve temel hizmetlere erişimini ve gecekondu mahallelerinin iyileştirilmesini” sağlamak. Maalesef dünya, 2025 yılında hala konuta erişilebilirliği tartışıyor ve hatta 2030’a kadar bu konuyu tamamlamak üzere hedef koymuş olsa bile Birleşmiş Milletler’e üye birçok ülke önemli adımlar atamıyor. Tabii diğer tartışma konusu ise Türkiye’nin attığı adımlar. Sosyal çevre ile birlikte fiziksel çevreyi değiştirdiğimiz bir dönüşüm süreci, sosyal konutların yerini alan üst gelir gruplarına hitap eden toplu konut projeleri, gecekonduların yerini alan dev rezidanslar, bir sorunun üstünü örterek başka bir sorun yaratan planlama yaklaşımları… Tek bir sorumlu ya da tek bir problem yok ortada ama etkilenen her zaman can! 2015 yılındaki Bodrum sel felaketi, 2021 yılındaki Batı Karadeniz ve 2023 yılındaki Adıyaman-Şanlıurfa sel felaketleri her ne kadar iklim krizi etkisi ile olsa da felakete dönüşmesinin sebebi iklim krizi değil mimarlık ve planlama. Su yataklarına yerleşme, dayanıksız konut; ne dersek diyelim felakete dönüştüren bizleriz. Deprem, yangın gibi doğal afetler için de aynısı geçerli. 1999 Gölcük ve Düzce depreminde yaklaşık 20 bin kişinin hayatını kaybetmesi bir ders olmamış ki 2023 yılında iki katından daha fazla kişinin hayatını kaybettiği bir deprem felakete dönüştü. Sorumlusu kim? Yine biziz! Oysa ki barınma hakkını güvenli, huzurlu ve onurlu bir yerde yaşama hakkı olarak tanımlar Birleşmiş Milletler. Bir depremde yok olan, bir sel ile yıkılan enkazlar olarak değil. “İnsan bir yerde uzun süre yaşayınca, o mekanın bir parçası haline gelir. Ama aynı zamanda o mekan da insanın içine yerleşir.” der Haruki Murakami, “Sahilde Kafka” romanında. Henri Lefebvre de “konutu sadece fiziksel bir barınak değil, toplumsal bir mekan” olarak tanımlar. Öyle ise neden bu kadar önemsiz bizim için? Neden kendi yaşam alanımızı, kendi çevremizi güvenli hale getirmek için bir çaba sarf etmiyoruz? Neden bizim yerimize başkalarının karar vermesine izin veriyoruz? Neden bizim yaşamımızın kapatma düğmesini başkalarının kontrolüne veriyoruz? Hiçbir şey yapamaz mıyız? İlhan Tekeli, kapitalist sistemde konutun metalaştırılmasının, bireylerin yaşam alanlarını kontrol etme hakkını elinden aldığını savunur. Peki günümüzde tartıştığımız sürdürülebilir dirençli kentler, akıllı şehirler, dijital ikizler, barınma biçimlerinin dönüşümü umut vadeden bir gelecek sunamaz mı? 

Hep bir sorunla mücadele ettiğimiz, hep bir çözüm aradığımız kısır bir döngü içinde gibiyiz. Tarihsel sürece baktığımızda bu döngü hiç değişmemiş; sorular ve sorunlar hep aynı, cevaplar ve çözümler farklı. Barınma mı? Hayatta kalma mücadelesi mi? Hak mı? 

Hepimizin bildiği gerçeklerin yanı sıra, bu zamana kadar tartıştığımız konu nasıl kentler planladığımız; nasıl binalar, nasıl mekanlar ürettiğimiz. Eleştirilen konu ise, eşit hakların hiçbir zaman olmadığı. Tahmin edin ne oldu? Koskoca bir başarısızlık! Yeni barınma ve kentleşme biçimlerinin bizi başarıya götüreceğine nasıl inanacağız? Mimar ve plancıların rolü ya da ilgili/sorumlu tüm meslek disiplinlerinin rolü yeni bir yöntem üretmek, yeni bir bakış açısı sunmaktan da öte artık. Birlik olmayı öğrenmeli ve öğretmeliyiz başarı için. Olası İstanbul depremi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı İstanbul Deprem Seferberlik Planı, İstanbul Güçleniyor Projesi gibi güçlü çalışmaların yanı sıra, İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi gibi merkezi yönetimin hazırladığı çalışmalar mevcut. Ayrı ayrı değerli olan her bir çalışma merkezi yönetim, yerel yönetim ya da küresel anlaşmalara bağlı olan çalışmalar olarak ayrışmış durumda. Geleceğe dair umut veren adımları atabilmek için küreselden yerele iş birliği içinde olmamız gerekiyor. Ortak çalışmalı, ortak üretmeli ve sonuçlarına da ortak katlanmalıyız. 

Mesleki rollerin yanı sıra bir vatandaş olarak da payımıza düşen çok şey var aslında. Örneğin, İstanbul’un deprem tahliye planı var mı? Varsa kaç İstanbul sakininin haberi var? Sivil vatandaş olarak acil durumda ne yapacağımızı biliyor muyuz? Deprem ülkesinde kaç kere deprem tatbikatı yaptık? Deprem tatbikatları yapılıyor mu derseniz; evet, kamu binalarında deprem tatbikatları yeterli sayıda olmasa da yapılıyor. Peki konutlarda? Rezidansta yaşayanlar, siz biliyor musunuz acil durumda binayı nasıl terk edeceğinizi? Bulunduğumuz binayı terk ettik diyelim peki ya sonrası? Mahallemizde bulunan acil durum toplanma alanlarına da bir şekilde ulaştığımızı varsayalım. Sonrası için yol gösterici ne var yapılan hazırlıklar arasında?

Bu çok basit bir haykırış! Mimarlar ve plancılar olarak bugüne kadar başaramadıklarımızı bugünden sonra kentlerin değişen aktörleri ile birlikte, vatandaşlar olarak ele alalım. Kendi kendine yetebilen mekanlar tasarlamak; yeşili, açık alanı yok etmeden üretim ve dayanışma mekanları tasarlamak; kendi enerjisini üreten, su yönetimi yapan, atıklarını dönüştüren yapılar inşa etmek; toplumsal dayanıklılığı artırmak; afet sonrası hızlı müdahale edebilecek esnek ve modüler sistemler geliştirmek; dayanışma ve sosyal bağları güçlendiren ortak yaşam alanları oluşturmak; kentsel dönüşümde yeni paradigmalar oluşturmak toplumsal farkındalık ile çok da zor olmasa gerek. Eğer adımlarımızı birlikte, eşit atarsak…

“Günümüzde kentsel dönüşüm ve kamusal alanda baskı gibi normalizasyon ile dönüştürülen her ölçekteki kentsel ve kırsal mekan; hak mücadelelerinin ortaklaştığı, farklı dayanışma modellerinin deneyimlendiği bir katılım pratiğine dönüşmek zorundadır.”

Pelin Tan, Prof. Dr.,
Batman Üniversitesi
Roemer Fellow Beirut Orient Institute


Eşikte Barınma 

Eriha (Jericho) şehrinin Ürdün vadisine bakan taraftan kuzeydeki Jenin’e doğru devamında bir Filistin köyünde (Marj Na’je); 1948’de evlerinden çıkarılan ve sürülen çadırlarda yaşamak zorunda kalan Filistinliler için kübik form ve yerele özgü malzeme ile inşa edilmiş, mimar Hassan Fathy’nin tasarladığı barınma yerleri hala kullanılmakta (Resim 1). 

Resim 1. Batı Şeria, Marj Na’je köyü, Hassan Fathy. Fotoğraf: Pelin Tan, 2023, Filistin.

Resim 1. Batı Şeria, Marj Na’je köyü, Hassan Fathy. Fotoğraf: Pelin Tan, 2023, Filistin.

Kriz dönemlerinde hızlıca inşa edilen ve sürdürülebilirliği şaşılacak derecede uzun ömürlü olan konut ve yaşam alanları, (belki) geçici de olsa toplumsallığı kurmakta. Çadırdan konteynere, ya da bir mimarın bilgi ve mesleki desteği ile yerel, sürdürülebilir, ekolojik bir malzeme ile barınma formalarına dönüşen bu sözde geçici mekanlar uzun yıllara yayılan bir barınma biçimlerini oluşturuyor. Türkiye’nin resmi olarak Suriye iç savaşı ile tanıştığı mülteci kampları genelde konteyner evlerden oluşuyor ve çoğu kamp uzun zamandır yaşanılan yerler. Konut ve barınma 20. yüzyılın en önemli kavramlarıydı; teknolojiyle ve devlet politikalarıyla bu kavramlara dair sorunların çözülebileceği düşünülüyordu. Savaş ve doğal felaketler sonucunda yerlerini terk etmek zorunda kalan, yaşam alanlarını kaybeden insanlar sadece barınma sorunu içine düşmüyorlar; aynı zamanda yoksulluk, kırılgan yaşamsallık ve aktif kültürel mirasın yok oluşu ile de baş etmek zorunda kalıyorlar. Mekansal ağ tüm bunların altyapılarını sağlayan bir örgütlenmedir. Eşikte barınma, sadece belirsizlik ve geçicilik içinde aidiyet oluşturma bağlamında bir barınma formu değil; aynı zamanda müşterekleşme pratiklerinin oluşturulduğu bir toplumsal mekansal formdur (Resim 2).

Resim 2. Lice deprem konutları, Lice. Fotoğraf: Pelin Tan, 2016.

Resim 2. Lice deprem konutları, Lice. Fotoğraf: Pelin Tan, 2016.

Eşik topoğrafyalarını ve mekanlarını ifade ederken farklı ölçeklerde bir kampta veya kentsel alanda bulunan mekansal altyapılardan bahsediyorum ve araştırıyorum. Fakat barınma formu ile birlikte aynı zamanda somut olmayan dayanışma değiş tokuşlarına da atıfta bulunuyorum. Toplumsal olarak angaje sanat ve mimarlık pratiklerinin yol açtığı emek desteği, karşılıklı destek ve otonom barınma yapılarının dayanışması, müşterekler etiği ile sürdürülebilirlik gibi konuları gündeme getirir. Bu gibi durumlarda üretilen yerellik etiğine dayalı heterojen ekonomik dayanışma modelleri (1), alternatif pedagojik inisiyatifler ve bostanlar, alternatif mahalle okulları, sağlık destek yerleri gibi yerlerin yeniden etkinleştirilmesi, geçici koşullarda yaşayan güvencesiz toplulukların dayanışma altyapılarıdır. Kent ve toplumsal dönüşümler, siyasi baskılar veya kolektif çalışmanın prekariteye (kırılgan) dayanan süreksizliği gibi dayanışma sürecine dair kesintiler; bu tür yöntemlerin ve altyapıların sürdürülebilirliğini zorluyor. Komşuluk anlatıları, sokak ölçeğindeki bilgiler, kolektif öğrenme ile imece ekonomiler ve ilişkisel mekansal hafıza üzerine kurulu bir bostan, bu bağlamda sadece yiyecek sağlayan bir aracı değil; fakat, aynı zamanda dayanışma ve karşılaşmanın altyapısıdır (Şekil 1).

Şekil 1. Gazze’de Hassan Fathy’nin 1948 Nakba sonrası Filistinli mülteciler için tasarladığı yerler. 

Şekil 1. Gazze’de Hassan Fathy’nin 1948 Nakba sonrası Filistinli mülteciler için tasarladığı yerler. 

Günümüzde kentsel dönüşüm ve kamusal alanda baskı gibi normalizasyon ile dönüştürülen her ölçekteki kentsel ve kırsal mekan; hak mücadelelerinin ortaklaştığı, farklı dayanışma modellerinin deneyimlendiği bir katılım pratiğine dönüşmek zorundadır. Kesintili bir kamusal alan ve kentsel mekan, eşikler ve parçacıklar şeklinde ancak sürekli etkinleştirilen bir toplumsal hafıza ve eylemlerde var olabilir. Gibson-Graham’ın saha çalışmalarından edindikleri deneyimlerle önerdikleri yerellik etiğine dayalı heterojen ekonomik dayanışma modelleri, alternatif pedagojik inisiyatifler ve hafıza çalışmaları en önemli dayanışmacı eşik altyapıları oluşturma yöntemleridir. Kentsel ve toplumsal dönüşümler, baskılar veya kolektif çalışmanın prekariteye dayanan süreksizliği gibi dayanışma ve direnme pratiklerinin sürecine dair kesintiler, bu tür stratejilerin sürdürülebilirliğini zorluyor. 

Eşikte ikame etme hali; destek altyapılarında mekansal ölçek, dayanışmanın sürekliliği ve  kesintililiği bağlamında önemlidir. Çınar (Diyarbakır, 2014-2016) geçici göçmen çadır kampında Ezidi kadınların buldukları malzemeler ile inşa ettikleri çadırları birbirine bağlayan koridorlar, çadırlarının önündeki yarı kamusal çay içme alanları, Al-Fawar (Batı Şeria) Filistin mülteci kampındaki kadın dayanışma evinin damında damlama suyu ile oluşturulmuş sebze bahçesi, 2000’li yıllarda Benusen (Diyarbakır) mahallesindeki ortak çamaşır evi, Atina’da kentin merkezinde kullanılmayan bir binanın işgal edilerek göçmenlerin yaşam alanı şeklinde organize edilmesi… Burada bahsettiğim ölçek sadece koridor gibi dar bir mekandan çamaşır mekanına, bir binaya, bir kampa, bir kente, bir bostana, bir su borusuna, kamusal bir tandır ocağına, bir geçici mobil mutfağa genişleyen ve daralan fiziksel bir katmandan ibaret değildir. Burada ölçek meselesi sadece tasarım ve mimarinin fiziksel bir unsuru olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi bağlamdaki kavranışı ile de önem kazanıyor. Farklı ölçeklerde ortaklaşan mekanlar dayanışmanın altyapısını oluşturur ve etkinleştirir. Yerküre üzerinde, antroposen etkileri altında farklı ölçeklerdeki yaşamsal kolektiflikleri ele alan jeolog Kathryn Yusoff: “Yerküre ölçeğine duyarlılık, zorunlu olarak, yerküresel yaşam ile öznel yaşam arasındaki bir ölçek ilişkisinin değerlendirilmesini içerir ve bu esnada müşterekler, organik ve inorganik yaşam biçimleri arasında bir ortaklık olarak hem çağrılır hem de etkinleştirilir.” diyor (Yusoff, 2017) (Tan, 2022). Ortak alan ilişkisel ve görecelidir. İlk olarak; ortak bir alanın ilişkiselliği ve göreceliliği, dayanışmayı nasıl uyguladığımıza ve müzakere ettiğimize dair siyasi olarak tasarlanmış ölçeklerde bir rol oynar. İkinci olarak, müşterekleştirme pratikleri uygulamaları; yerler, altyapılar ve binalar aracılığıyla yeni topluluk biçimleriyle bağlantılı eleştirel modeller yaratmayı gerektirir. Farklı toplumsal, siyasal ve mekansal ölçekteki ağları ve bilgi üretim biçimlerini içeren müşterekleşme mekanlarını bir araya getirip bağlantılandıran, arada kalmış dayanışma yapılarını içeren eşik altyapılarının kurulduğu yerler olarak tanımlıyorum: Kırılganlıkların ortaklaşarak kuvvetlendiği, çeşitli destek emeklerinin ilişkilendiği ve heterojen ekonomi ağlarının kurulduğu… 

Resim 3. Diyarbakır, Çınar geçici Ezidi mülteci kampı, 2015, Fotoğraf: Pelin Tan.

Resim 3. Diyarbakır, Çınar geçici Ezidi mülteci kampı, 2015, Fotoğraf: Pelin Tan.

2015 yılında Batı Şeria’daki Dheisheh ve Al-Fawar Filistin mülteci kamplarında, mimarlar Sandi Hilal ve Alessandro Petti, David Harvey ve Al-Fawar Filistin kampı kadın evini yürütücüsü ve Dheisheh kampı Campus in Camps (kampın pedagojik platformu) inisiyatifi Ayat Al-Thursan ile “otonom altyapılar” deneyimleri üzerine 2015 yılında bir çalıştay gerçekleştirdik. Bu atölyede farklı dönemlerde Intifada sürecindeki dayanışma deneyimleri ve farklı işlevi olan mekanların nasıl dayanışma mekanlarına dönüştüğü üzerinde durduk (Resim 4). 

Resim 4. David Harvey, Al-Fawar Filistin mülteci kampı, Hebron, 2015. Fotoğraf: Pelin Tan

Resim 4. David Harvey, Al-Fawar Filistin mülteci kampı, Hebron, 2015. Fotoğraf: Pelin Tan

Örneğin, bir araba park yerinin çocuklar için okul haline dönüştürülmesi gibi. Günümüzde hala, Batı Şeria’da İsrail’in yerleşimci kolonyal stratejileri ile uydu kentler arasında sıkıştırmaya çalışan Filistin kent ve kamplarının su, yol, elektrik gibi altyapılarını kendi kendilerine organize etmeleri gerekiyor. Mimar Keller Easterling’e göre “altyapı” olumlu sonuçları olabilen form, kuralları etkileyebilen mecra ve nesneleri birbirine bağlayan gizil bir alt tabakadır (Easterling, s.17). 1948 yılında kurulan ve Nakba sonrası İsrail hükümeti tarafından zorla yerinden edilme ve sömürgeye karşı hala sürdürdükleri karşı mücadeleler ile bilinen Dheisheh ve Al-Fawar yerleşim kamplarındaki birçok altyapı örneğin; ortak kütüphane, yerel bir arşiv, ortak mutfak, ortak tasarlanan ve kadınların müşterekleştikleri bir meydan, Campus in Camps gibi alternatif pedagojileri çapraz bir şekilde otonom dayanışmanın örgütlenmesini sağlıyor. Benzer şekilde, Diyarbakır’daki Çınar kampında iki yıllık araştırmamız sırasında, belediye ve dayanışmacı gruplar ile özellikle kadınların düzenlediği ve tasarladığına tanık olduğumuz mutfaklar, banyolar, koridorlar ve ortak kullanılan bostanlar, Al-Fawar’ın çatı bahçelerinde bir paralellik gösteriyor (Tahtacı, 20). Diğer yandan, Herkes İçin Mimarlık’ın da özellikle deprem bölgelerinde gerçekleştirdikleri projelerde sadece  kriz anında fiziksel bir barınma sorununu çözmek değil, ortak toplumsallığın yeniden örgütlenmesi ve kolektif bir şekilde oluşturulmasını da içeriyor (Resim 5).

Resim 5. Herkes İçin Mimarlık, kerpiç barınma, Maraş. Fotoğraf: Mina Oner.

Resim 5. Herkes İçin Mimarlık, kerpiç barınma, Maraş. Fotoğraf: Mina Oner.

Eşikler bir geçiş alanı, potansiyeller yaratan bir köprü işlevi görür. Mülteci kampları veya güvenli geçitler gibi eşik alanlar içinde yerellikler yeniden üretilir ve müşterekler, geçici durumlarda çeşitli dayanışmalar ve dünya tahayyülleri ile uygulanır. Silvia Federici’ye göre dayanışma pratikleri, iş birliği ve birbirine karşı sorumluluk ilkesine dayalı topluluk temelli ilişkileri içerir. Bu bağlamda, eşikte ikame eden ve edilen arasındaki karşılıklı prekar ve kırılgan koşullarımızla belirlenir. Paylaşılan ve ortaklaşan bu koşullar dayanışma ve direnci heterojenleştirir ve katmanlı bir hale getirir. Yukarı Pazarcık konteyner kentinde üç ay boyunca toplumsal destek projesinde çalışan mimar Zelal Gezici, 6 Şubat 2023 depreminden sonra: “Konteyner ve çadır kentlerde yaşamın ve normalleşme sürecinin görünen/gösterilenin aksine kişilerin ‘kendi emekleri’ ve oluşturdukları kolektif birliktelikle yeni, kendilerine ait normalleri üretme hallerine evrilmiş durumda. Bu üretim halinin merkezinde kadın emeği ve yeni yaşam alışkanlıkları bulunmaktadır.” diye ifade ediyor. 

Resim 6. Yukarı Pazarcık konteyner kenti, Maraş, 2024. Fotoğraf: Zelal Gezici.

Resim 6. Yukarı Pazarcık konteyner kenti, Maraş, 2024. Fotoğraf: Zelal Gezici.


Resim 7. Eğriboyun göçmen kampı, Altınözü, Hatay, 2023. Fotoğraf: Pelin Tan.

Resim 7. Eğriboyun göçmen kampı, Altınözü, Hatay, 2023. Fotoğraf: Pelin Tan.

Not

  1. Özellikle kentsel mekanda dayanışma modelleri otonom imece ekonomiler ve emek takası ile mümkündür. Farklı çoklu emek ve ekonomik yapılar heterojen yapılar oluştururlar. Bu heterojen yapılar kırılgan yapıları birleştirebilir ve kolektif dayanışma eylemini sürdürebilir kılar. Bu bağlamda ekonomist feminist coğrafyacılar JK. Gibson-Graham’ın kuram ve saha araştırmaları türlü örnekler içermektedir.

Kaynaklar

  • Yusoff, K. (2017) “Politics of the Anthropocene: Formation of the Commons as a Geologic Process”, Antipode Vol. 00 No. 0 2017 ISSN 0066-4812, pp 1–22.
  • Tan, P. (2022) “Unconditional hospitality: art and commons under planetary migration”, Journal of Aesthetics & Culture, 14:1, 2046955.
  • Easterling, K. (2014) Extrastatecraft: The Power of Infrastructure Space. Verso, Londra.
  • Tahtacı, Y. 2017 Mülksüz kadınların müşterekleşme mekanları; Diyarbakır Benusen Gecekondu Mahallesi çamaşır evi ve Filistin (Batı Şeria) Al-Fawwar Kampı meydan mimarlığı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Mardin Artuklu Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi.
  • Serageldin, I. 2007 Hassan Fathy, Alexandria, Egypt: The Bibliotheca Alenxandria. 

“Bir binanın hangi fonksiyona dönüşebileceği ve bu fonksiyonun binanın ikinci hayatında nasıl bir çevre içinde sabitleneceği çıkarımlarını yapabileceğimiz yeni dünyada, mimarın rolü de bu esnekliğe uygun ve belki de daha özgür bir tasarlama sürecinde yeni olasılıkları kentsel veri yardımıyla değerlendirmek olabilir.”

Esma Selen Aksoy, Mimar, Araştırmacı

Rem Koolhaas, bilinmeyeni ve zamanın getirdiği değişimleri de tasarım sürecine dahil etmeyi amaçlayan indeterminist yaklaşımlara yönelmeyi ifade ederken ”Generic City”de artık ofislere ihtiyaç duymayacağımızı ve onları evlere çevireceğimizi belirtir (Koolhaas, 1995). Bu öngörü ya da temenni, bugün barınma sorununun büyük bir probleme dönüştüğü noktada, hem ekolojik hem ekonomik hem de kuramsal birçok düşünceyi birleştirme potansiyeli taşımaktadır. Barınma sorunu önceleri kent merkezinde, ardından artan yoğunlukla kentin saçaklarında da kendini göstermektedir. 20. yüzyılda kentli olan konut, 21. yüzyılda artık kentte farklı kimliklerle bulunmaktadır. Konutun bir yatırım aracına dönüşmesi; artan konut maliyetleri ve değişen çalışma biçimleriyle, ortak yaşam alanları (co-living) ve dünyadaki dijital göçebeleri yaratarak daha çok sayıda ve çeşitlilikte yeni barınma biçimlerinin taleplerini artırmaktadır. Bu nedenle de bugün birçok ülke yeni konut üretim stratejileri geliştirmeyi önceliklendirmektedir. Ve aslında bu stratejilerden yeniden işlevlendirme stratejisi, köklerini kentsel ütopyalardan alan düşüncelerin çevreci yaklaşımlarla birleştiği ilginç bir noktada durmaktadır. 

Bu strateji kentsel ölçekte, 1960’larda, kullanıcıların her mekanda ve anda bir defa bulundukları, sürekli hareket ve keşif halinde oldukları, mülkiyet ve aidiyet kavramlarının dışlandığı ve kentin meta olmasının önlendiği New Babylon’a ve aynı dönemlerde ortaya atılan geleceğin kentleri için büyüyebilen strüktürler, esnek ve değişebilen tasarımlar ile geleceğin kentlerinde fonksiyonel dönüşümün gerekliliğini savunan metabolist harekete kent ölçeğinde sunabilecekleriyle oldukça yakındır (Constant, 1974; Kurokawa, 1977). Ancak son yıllarda döngüsel ekonomi çerçevesinde ele alınarak sürdürülebilirlik yaklaşımları kapsamında değerlendirilmektedir. İlk olarak doğal kaynakların azalması ile ortaya çıkan bu yaklaşımlar ise kente metabolik bir bakış açısı ile bakmayı vurgulayan Wolman’ın (1965), kentsel metabolizma kavramı sonrasında aşırı üretim ve tüketim tartışmalarının devamında sürdürülebilir şehirler konusuna evrilmiştir. Aynı yıllarda Yona Friedman’ın, ortalama bir konut tipolojisinin insan ihtiyaçlarının belirsizliğini karşılamaya yetmeyeceğini ve mimarların rolünün belirsizliğe uyumlu tasarımlar yapmak olduğunu vurgulaması (Friedman, 1975) ise yeniden işlevlendirme stratejisini bunlardan farklı olarak mimari ölçekte destekleyecek nitelikte bir düşüncedir. 

Bütün bu yaklaşımlar ve farklı yerlerden gelen söylemler, yeni akıllı binalarda ya da ortak esnek mekanlara sahip rezidanslarda bir konut pazarlama stratejisine dönüşse de, beklenmedik bir şekilde, kentin kriz anında birbirini destekleyerek yeniden işlevlendirme stratejisi üzerinden kendini gerçekliğe taşıyabilir. Özellikle pandemi sonrası ofis ve alışveriş merkezlerinin kullanılmayan bir boşluğa dönüşmesi ve konuttan beklenenlerin sınırları aşmasıyla çok sık başvurulan yeniden işlevlendirme stratejisi, geçmiş krizlerde de kullanılmıştır. Örneğin Manhattan’da 1995’te teşviklerle konut sayısını artırmak için uygulamış ve 1990’ların ortalarına gelindiğinde Boston, Chicago, Vancouver, Sidney ve Melbourne gibi dünya kentlerine yayılmıştır. Özellikle Toronto ve Londra gibi şehirlerde, ekonomik durgunluklardan ve değişen kiracı tercihlerinden kaynaklanan yüksek ofis boşlukları nedeniyle bu dönüşümler kentsel yeniden kalkınma için hayati önem taşımıştır (Remøy ve Van der Voordt, 2014). Hollanda’da ise 2008 ekonomik krizi sonrası boş kalan ofisler konuta dönüştürülerek bu strateji ciddi anlamda benimsenmiştir. 

Kullanılmayan bir ofisi, depoyu, okulu ya da alışveriş merkezini ekonomik ve ekolojik bir konut üretimi için yeniden işlevlendirmek, aslında o yapı için ikinci bir hayat sunmaktır. Bu ikinci hayatın nasıl devam edeceği ise her yapının bulunduğu yapılı çevrenin adaptasyon gücüne bağlıdır. Amsterdam’da 2015 yılı sonrası artan konut talebiyle desteklenen bu strateji, pandemi sonrası kenti dinamik olarak değiştiren en hızlı konut üretim metodu olarak görülmektedir. Bu konutlar belediyenin sunduğu teşviklerle hem sosyal konut hem de lüks konut olarak aynı bölgede hatta bazen aynı yapı içinde üretilebilir. Bugün birçok araştırmacı yeniden işlevlendirme stratejilerinin bina ölçeğinde sağladığı faydaları ekonomik ve ekolojik açıdan ortaya koymaktadır. Benim de geçen yıl MIT Senseable City Lab bünyesinde Amsterdam üzerine yaptığım çalışma, bu yaklaşımı kent ölçeğinde değerlendirmektedir. Bu çalışmada; 2015 yılı itibariyle yeniden inşa edilen konutlarla, yeniden işlevlendirilerek üretilen konutlar kıyaslanırken kentsel olanaklara erişme ve dönüştürme gücünün daha fazla olduğunu görülmüştür. Kentin belirsizliği içindeki bu dönüşümler her mahallede farklı bir etki yaratırken, ortak olan ise yeniden işlevlendirmenin yarattığı adaptasyon hızıdır. Bu strateji yalnızca boş kalan veya az kullanılan binaların dönüşmesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kentlerin yaşamaya devam etmesi için esnek ve tetikleyici bir çözüm yaratır. Biçim ve işlevin ayrıldığı noktada esneklik, “Non-Plan”in söylemindeki gibi modernizmin işlevselliği dayatması sonrası ihtiyaçlardaki beklenmedik değişime hazırlıklı olmayı sağlar. Kullanımın talep ettiği bu dönüşümün yaygınlaşması ve olağanlaşması, bugün kentteki örtük bilginin kentsel veri ile göz önüne serilebilmesi, hatta yapay zeka ile tahmin edilebilmesi gibi fırsatlarla kenti bağımsız ve kendini dönüştürebilen bir nesneye çevirebilir. 

Bir binanın hangi fonksiyona dönüşebileceği ve bu fonksiyonun binanın ikinci hayatında nasıl bir çevre içinde sabitleneceği ya da sabitlenemeyeceği çıkarımlarını yapabileceğimiz yeni dünyada, mimarın rolü de artık bu esnekliğe uygun ve belki de daha özgür bir tasarlama sürecinde kentle etkileşimindeki olasılıkları, dönüşme ihtimali olan fonksiyonları kentsel veri yardımıyla tahmin etmek ve değerlendirmek olabilir. Buna bağlı olarak, mimarlığın saf biçim üretme arzusu da kendini bahanesizce ortaya koyabilir. Biçim ve bağlam arasındaki ilişkinin kopuşu, Tschuminin de belirttiği gibi, “boş” bir mimarlığı ve dilin saf halini ortaya çıkarma şansını sunabilir. Bütün bu potansiyellere ek olarak; bu strateji, dünyadaki kriz ortamında aslında istenen cevapları hızla bize verebilir. Deprem ve felaketlerde sınırlara ve kalıplara takılmadan kendi gerçekliğinde güvenli, sağlam ve gerekliyse ihtiyaca uygun dönüşümlerin kapılarını mimarlığı ve kenti özgürleştirerek aralayabilir.

Kaynaklar

  • Constant, N. (1974). New Babylon. Den Haag: Haags Gemeentemuseum.
  • Friedman, Y. (1975). L’Architecture Mobile. Casterman.
  • Hughes, J., & Sadler, S. (Eds.). (2000). Non-Plan: Essays on Freedom, Participation and Change in Modern Architecture and Urbanism. Routledge. 
    https://doi.org/10.4324/9780080512853
  • Koolhaas, R. (1995). The Generic City. In S, M, L, XL. Monacelli Press.
  • Kurokawa, K. (1977). Metabolism in Architecture. Studio Vista.
  • Remøy, H., & Van der Voordt, T. (2014). Adaptive reuse of office buildings into housing: Opportunities and risks. Building Research & Information, 42(3), 381-390.
  • Tschumi, B. (1996). Architecture and Disjunction. MIT Press.
  • Wolman, A. (1965). The Metabolism of Cities. Scientific American, 213(3), 179-190.

“Küçük ölçekten, birebir ilişkilerden, aidiyet hissinin beslenebileceği topluluklardan, kendi içimizde çok yalnızlaştığımızın farkında olarak yine de dayanışabileceğimizden umutluyum. Belki de rolümüz bunların oluşabileceği alanları yaratmaktır.”

Serra Aşkın, Arş. Gör.
İstanbul Bilgi Üniversitesi


21. yüzyılda konut, neoliberal sistemin de etkisiyle, tüm yönleriyle bireyin sorumluluğu altında olan bir metaya dönüşmüş durumda. Evsizlik, ev sahibi olmaktaki zorluklar, kiracı olarak yaşanan yaygın sorunlar, dezavantajlı kesimlerin barınma şartlarındaki kalitesizlik giderek artıyor. Şehir merkezlerinde var olan uygun fiyatlı, erişilebilir konutlar yıkılıyor, yerlerine lüks konutlar yapılıyor. Yerel topluluklar kent çeperlerine itekleniyor, çeperler ötelenmeye devam ediyor. Konut krizi küresel olarak etkisini sürdürüyor ve etkili çözümlere nadir rastlanıyor. Çözümlerin etkili olmaması da aslında sistemin işleyişinin doğasından (1). İklim kriziyle birlikte birçok toplumsal değişiklik, göçler, azalan kaynaklar için çıkacak anlaşmazlıklar, savaşlar şimdiden gözlemlenebiliyor. Açıkçası durum iç açıcı gözükmüyor.

Akademik çalışmalarımda sosyal konutlara odaklanıyor, bu alandaki örneklere ve konut hakkı, konut sağlanması, sağlanan konutun fiziksel ve deneyimsel nitelikleri gibi alanlara ilgi duyuyorum. Avrupa ve İngiltere’deki, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal konut örneklerinde, belirgin sorunlar olsa da, herkes için tasarlanan ve mimari olarak düşünceli ve incelikli tasarımlar bulabiliyorum. Günümüzde ihtiyaç duyulan yeni barınma biçimleri arayışını destekleyen ipuçlarına geçmiş örneklerde rastlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu çizgide güncel örneklerden aklıma ilk olarak Lacaton & Vassal ve Peter Barber mimarlık ofislerinin üretimleri geliyor.

Resim 1. Transformation of 530 Dwellings, Lacaton & Vassal + Frédéric Druot + Christophe Hutin. Fotoğraf: Philippe Ruault (URL-1). 

Resim 1. Transformation of 530 Dwellings, Lacaton & Vassal + Frédéric Druot + Christophe Hutin. Fotoğraf: Philippe Ruault (URL-1). 

Sürdürülebilirlik bağlamında var olan yapı stoğunu yıkıp yerine farklı yapılar yapma eğilimi ekonomik olarak bazı insanlara/gruplara yarar sağlasa da, özellikle beton yapıların karbon ayak izlerinin çok yüksek olması yıkımlarını oldukça verimsiz kılıyor. Bu tutuma aktif olarak karşı çıkan, “Asla yıkma, asla kaldırma ya da yenisiyle değiştirme, her zaman ekle, dönüştür, ve yeniden kullan!” (2) mottolarıyla mimarlık pratiklerini sürdürmeyi seçen Lacaton & Vassal ekibinin Bordoeux’daki “Transformation of 530 Dwellings” isimli sosyal konut dönüşüm projesi hem güncel bir sürdürülebilirlik örneği, hem de mimarların çalışma tutumlarını yansıtan bir tasarım. 60’larda inşa edilmiş bu sosyal konutun yıkılıp tekrar yapılması söz konusuyken Lacaton & Vassal, sakinlerinin taşınmasına gerek kalmadan yeni bir dış cephe tasarlayıp, var olan yapısal ve mekansal özellikleri de iyileştirerek bir tasarım yapmayı seçer. İklimsel koşulları gözeten malzemeler kullanarak yapıya kış bahçeleri ekleyip yapıdaki enerji kaybını azaltır; hem sakinlerin yaşadığı mekanların kat alanlarını genişletip ışık, temiz hava vb. erişimini arttırır hem de binanın yıkılıp tekrar yapılması maliyetinin yarısından da azıyla (aynı zamanda yıkımın getireceği olumsuz çevresel etkiyi de es geçerek) bu yenilemeyi gerçekleştirir. Ekibin diğer işlerinde de görülebilecek bu tutum; sürdürülebilirliği yıkma ve enerji-verimli malzemelerle tekrardan yapma pratiğinden, var olandaki potansiyeli vurgulayarak onu en iyi haline getirme duruşuna kaydırır. Son dönemdeki mimarlık söyleminde mimarların krizler dünyasının oluşmasında olan rolü hakkında tartışmalar sürüyor. Lacaton & Vassal’ın bu tutumları mimarın krizler çağındaki rolünü yeniden düşünmek için bence iyi bir örnek.

Resim 2. Holmes Road Studios, Peter Barber Architects. Fotoğraf: Peter Barber Architects Ltd. (URL-2).

Resim 2. Holmes Road Studios, Peter Barber Architects. Fotoğraf: Peter Barber Architects Ltd. (URL-2).

Peter Barber Mimarlık, Londra merkezli, sosyal konut uygulamalarıyla ses getiren bir ekip. Tasarım ekibi, konut projelerini tasarlarken İngiltere sosyal konutunun geçmişteki örneklerinden de esinleniyor. Örneğin McGrath Road projelerinde, arka cepheleri birbirine bitişik üretilen bir 19. yy konut tipolojisini güncel ihtiyaçlara başarıyla uyarlarlar; her birim için açık alanlar sağlar ve projeyi kente sorunsuz bir şekilde entegre ederler (3). Evsizler için mikro-evler sağlayan hostel projeleri Holmes Road Studios’da, sadece dolaşım için kullanılan koridor alanlarının yerine doğrudan açık, ortak bir alana bakan mekanlar oluştururlar. Tasarım kararları ile, evsizler için komşularıyla ya da danışmanlarla karşılaşabilecekleri, yüz yüze etkileşimi ve iyi olup olmadıklarının takibinin organik bir şekilde yapılabilmesini teşvik eden bir ortam sunarlar (4). Camden, Londra’da yer alan, 60’larda inşa edilmiş Kiln Place Sosyal Konutları’nın yenilenmesi için açılan yarışmayı (yarışmanın jürisinde konutlarda yaşayan sakinler de yer alır) yarışmaya katılan diğer ofislerin büyük ölçekli, tüm alanı yeniden tasarlayan yaklaşımlarının aksine, var olanı koruyan, küçük ve dolgu niteliğindeki müdahalelerle tasarladıkları proje ile kazanırlar (5). Kullanılmayan alanlar doldurularak ucuz konut sayısı arttırılır, tasarım günlük yaşamı göz önünde bulundurarak, yapılı ve doğal çevre ilişkilerine dikkat ederek, oraya özel yapılır ve tüm bu süreç orada yaşayan topluluğun da katkılarıyla sürdürülür. Satışa çıkacak kısıtlı sayıda konuttan elde edilen gelirle var olan konutların tamiri ve iyileştirilmesi finanse edilir. Bu süreçte yerel belediyenin de tüm bu önerilere açık olmasının katkısı büyüktür. Burada yerel halk, mimarlar ve yetkililer arasındaki olumlu ve yapıcı iletişimin sonuçlarını görebildiğimizi düşünüyorum. Bütün bunlar herkes için daha yararlı yeni mimari üretim biçimlerini şekillendirebilir.

Kolombiyalı antropolog Arturo Escobar, barınma krizinin “kültür ve doğa, doğa ve toplum, kentsel ve kırsal gibi ikiliklerden oluşan bir gerçekliğin sonucu olduğunu ve kentlerin tercih edilmesinin “hetero-patriyarkal, kapitalist-sömürgeci sistemin diretmesiyle gerçekleştiğini söyler (6). Bu krize verilebilecek en kökten cevap ise dünyada var oluş biçimimizin daha çoğulcu ve hem birbirimizle hem de tüm varlıklarla ilişkisel olarak yeniden kurgulanışını düşünmektir (7). Bu da kapsamlı bir sistemik değişikliğe gidilmesi demek. Bu değişiklik yukarıdan gelecek bir şey değil; galiba yerelde, bireyler arası, topluluk girişimleri, dayanışması ve çabaları ile, daha iyisini hayal edip onun peşinden koşarak filizlenecek. Küçük ölçekten, birebir ilişkilerden, aidiyet hissinin beslenebileceği topluluklardan, kendi içimizde çok yalnızlaştığımızın farkında olarak yine de dayanışabileceğimizden umutluyum. Belki de rolümüz bunların oluşabileceği alanları yaratmaktır.

Notlar

  • Peter Marcuse şöyle der: “Evsizlik sistem olması gerektiği gibi işlemediği için değil, işlemek zorunda olduğu şekilde işlediği için var.” Peter Marcuse, “Neutralizing Homelessness.” Socialist Review 88, no. 1 (1988): 93. Yazarın çevirisi. “Homelessness exists not because the system is failing to work as it should, but because the system is working as it must.”
  • David Huber, “Lacaton & Vassal Have Pioneered a Strategy for Saving France’s Social Housing.” Metropolis, 2016. Yazarın çevirisi. “Never demolish, never remove or replace, always add, transform, and reuse!” 
  • “Neave Brown Award for Housing.” Architecture.com, 2022.
  • “Holmes Road Studios – Peter Barber Architects.” Peter Barber Architects, 2019.
  • Max L. Zarzycki, “Filling In: Kiln Place in London, UK by Peter Barber Architects.” The Architectural Review (March 1, 2021).
  • Arturo Escobar, Designs for the Pluriverse: Radical Interdependence, Autonomy, and the Making of Worlds (Durham, NC: Duke University Press, 2017), 133.
  • Camillo Boano and Giovanna Astolfo. “Inhabitation as More-than Dwelling: Notes for a Renewed Grammar.” International Journal of Housing Policy 20, no. 1 (2020): 7.

Kaynaklar

  • Boano, Camillo, and Giovanna Astolfo. “Inhabitation as More-than Dwelling: Notes for a Renewed Grammar.” International Journal of Housing Policy 20, no. 1 (2020). (https://doi.org/10.1080/19491247.2020.1759486)
  • Escobar, Arturo. Designs for the Pluriverse: Radical Interdependence, Autonomy, and the Making of Worlds. Duke University Press, 2017.
  • “Holmes Road Studios — Peter Barber Architects.” Peter Barber Architects (2019). (http://www.peterbarberarchitects.com/holmes-road-studios)
  • Huber, David. “Lacaton & Vassal Have Pioneered a Strategy for Saving France’s Social Housing.” Metropolis, 2016. (https://metropolismag.com/profiles/lacaton-vassal-pioneered-strategy-saving-france-social-housing/)
  • Marcuse, Peter. “Neutralizing Homelessness.” Socialist Review 88, no. 1 (1988).
  • “Neave Brown Award for Housing.” Architecture.com (2022). (https://www.architecture.com/awards-and-competitions-landing-page/awards/neave-brown-award-for-housing)
  • Zarzycki, Max L. “Filling In: Kiln Place in London, UK by Peter Barber Architects.” The Architectural Review, Mart 1, 2021. (https://www.architectural-review.com/buildings/housing/filling-in-kiln-place-in-london-uk-by-peter-barber-architects)
  • URL-1: (https://www.archdaily.com/915431/transformation-of-530-dwellings-lacaton-and-vassal-plus-frederic-druot-plus-christophe-hutin-architecture/5cb89464284dd11447000160-transformation-of-530-dwellings-lacaton-and-vassal-plus-frederic-druot-plus-christophe-hutin-architecture-photo).
  • URL-2: (https://www.peterbarberarchitects.com/holmes-road-studios).

“Depremi bekleyen İstanbul’un umudu, ‘tabutkent’ adı verilen alüvyonlardaki mülkiyetleri, daha sürdürülebilir barınma biçimlerine olanak sağlayacak “doğru” rezerv alanlara transfer edebilmektedir.”

Zafer Akay, Mimar


Depremi Bekleyen İstanbul’un Umudu: Sürdürülebilir Yeni Yerleşimler 
Afetlerin gündemin ilk sırasına yerleştiği dönemimizde yüksek yoğunluklu, çok katlı yerleşimler kentsel barınma biçimi olarak tek seçenek olarak görülür oldu. Özellikle İstanbul’da bir biçimde oluşmuş az katlı, bağımsız konutlardan oluşan yerleşimlerin bile yakın bir zamanda apartmanlaşacağına kesin gözle bakılıyor. Kadıköy’ün mutena bölgelerinde başlayan “kentsel dönüşüm” adı verilen bu furyanın sonucunda, taşı toprağı altın sayılan koca bir kentte, her şeyi bir yatırımcıdan bekleyen bu anlayış, bütün bir ülkeyi sarmış oldu. Bir yandan savurgan bir ekonomi döneminde, kentlerin büyüme alanlarını hızla dolduran yüksek “rezidans”ların “lüks” konutları alıcı beklerken, adı fazla dile getirilmeyen yeni nesil, küçültülmüş, Fransız balkonlu, güvenli, “sıfır” konutların yapımı her koşulda sürdürülüyor. Öte yandan da bu yeni nesil konutlardan çevre koşulları dışında fazla da farklı olmayan, “TOKİ” etiketiyle tanımlanan toplu konutlar, altyapısı oluşmamış oldukça geniş alanlara yayılmakta. Kentsel toprak rantının zirvelerde dolaştığı koşullarda bu yoğunluk nasıl düşürülebilir? Bir dönemin görece nitelikli, insan ölçeğinde oluşmuş konut çevreleri bu yağmadan nasıl korunabilir? Çağımızın zorlukları olarak önümüzde durmakta olan sorular…

Öte yandan da bir kentten kaçış, doğaya, hatta bazen kırsala dönüş söylemi almış yürüyor. Gerçekleri ellerindeki kentsel toprak payını hızla “sıfır maliyetli,” “sıfır konutlara” dönüştürmek olan kentlilerin hayallerini ise artık havuzlu lüks site ya da “rezidans”lardan çok, “organik” bir yaşama yer açacak, doğayla uyum içinde, “sürdürülebilir” konutlar süslüyor. Bu ütopya yaz koşullarında, oldukça geniş kesimler tarafından, ağırlıklı olarak Ege kıyılarında yaşanırken, daha çok kültür, eğitim ve sağlık gibi üstyapısal eksikler nedeniyle sürekli yerleşimlere dönüşemez görünmekte. Bu eksiklerin belli koşullarda aşılabileceği, Ege kıyılarında, İzmir dışında birkaç çok merkezli metropoliten bölgede bu üstyapısal eksiklerin zaman içinde tamamlanabileceği öngörülebilir. Akdeniz kıyılarında da var olan büyük metropoliten merkezlerin yakınlarında benzer “ütopya”lara yer açılabileceği düşünülebilir. Ancak bu tarz merkezleşmelere ekonomik dinamizm getirebilecek sanayi yatırımlarının, hem daha sürdürülebilir kentsel gelişmeler hem de tarımsal üretim ile çelişki doğuracağını hesaba katmak gerekiyor.

Bu bağlamda İstanbul ve Bursa gibi deprem tehditi bir yana, fazla büyüyerek çevre kalitesini, doğal değerlerini, hatta yakınlarındaki değerli sulu tarım alanlarını hızla yitirmekte olan büyük kentlere, özellikle ülkenin iç kesimlerinde sanayi alanları içeren yeni alternatif kentsel gelişmeler yaratmanın önemine de dikkat çekmek gerek. Bu tarz çekim alanlarının örneğin İstanbul’dan tersine göç için yeterli olamasa da, en azından çevre ülkeler kaynaklı göçleri absorbe edebilme yeteneği, yakın geleceğin daha sağlıklı ve sürdürülebilir kentleşmesi için önemli bir umut kaynağı olabilir. Orta ve Doğu Anadolu kentleri küresel iklim değişikliği koşullarında, giderek kuru tarım potansiyellerini kaybederlerken, ekonomik canlılıklarını kaybetmemek adına, göreceli olarak tarımsal açıdan daha az değerli topraklarını sanayiye çok daha kolaylıkla açabilirler. Elbette bu bölgelerde kentsel toprak rantının görece düşük oluşu; yine daha sürdürülebilir, düşük yoğunluklu olamasa bile en azından orta yoğunluklu, daha nitelikli yeni yerleşimlere olanak sağlayabilmesi açısından çok vazgeçilmez fırsatlar yaratıyor. Bu bölgelere olan çekimi desteklemek için de ulaşım gibi temel altyapıların yanı sıra, yine Ege ve Akdeniz’deki gibi kültür, eğitim, sağlık gibi kentsel üstyapının hızla geliştirilmesi büyük bir öncelik olarak görülmeli.

Bütün bu yeni yerleşme ve kentsel gelişme potansiyeli, deprem tehdidi altındaki İstanbul’un yüksek yoğunluklu bölgelerinin çözümsüzlüğüne bir katkı sağlayabilir mi? Sanırım önümüzde değerlendirmek üzere duran en önemli soru bu. İstanbul’da kentleşme gündemini oluşturan, parsel bazında “kentsel yenileme” uygulamaları, temelde ayrık düzendeki yoğunluğun görece düşük olduğu bölgelerde, çoğunlukla kentsel yeşil dokuyu yok etme pahasına, buna karşılık otopark eksiğini büyük ölçüde gidererek “başarıyla” uygulanabilmekte. Kadıköy ilçesinde başlayan bu anlayışın, Maltepe ilçesine ve daha da doğuya doğru yönelmekte olduğu görülebilmekte. Ancak bu yaklaşım bitişik düzende oluşmuş, çok daha yüksek yoğunluklu bölgelerde nasıl uygulanabilir? Yapımcı/yatırımcı payının ek katlarla sağlandığı bu sistemde yoğunluk artışı kaçınılmaz olduğu gibi, bu anlayışta bitişik düzenden yüksek yapıya geçmenin bedeli kentsel çevre kalitesini tümüyle kaybetmek oluyor. İstanbul’un yeni Fikirtepe faciaları istemediği çok açık. Öte yandan “kentsel dönüşüm”ü gerçekten acil olarak gerektiren, yapı kalitesinin çok daha düşük olduğu, İstanbul’un batı kesimindeki, daha çok 1985 sonrasında “Gecekondu Islah Planları” ile biçimlenmiş bölgelerde kentsel toprak değerinin bu tarz yapımcı/yatırımcı modellerinin geçerli olabileceği koşulları sağlayamadığı da kabul edilmekte. Bu bölgelerde kamuoyunun yeterince bilgilendirilmediği asıl sorun; çoğunlukla 1999 depremlerinde hafif de olsa hasar görmüş ve sadece sıvanmış olan önemli bir konut varlığının, geçmişte zaten jeolojik olarak yapılaşmanın sakıncalı olarak görüldüğü alüvyon alanlarda bulunduğu gerçeğidir. Bu alüvyonlarda yer alan, büyük çoğunlukla tutarlı bir mühendislik hizmeti almadan yapılmış, sonradan kaçak katlar eklenmiş yapılar için yerinde dönüşüm ilkesinin ne kadar geçerli olabileceği asıl can yakıcı soru olarak karşımızda bulunuyor. Sıvılaşma özelliği gösteren zeminlerde yerinde dönüşüm, üstelik yapımcı/yatırımcıya ek kat olanağı verilerek nasıl gerçekleştirilebilir? Sanırım kamuoyu bunun mümkün olmadığını anladığında İstanbul, beklenen depremdeki can kaybını önleme yönünde en önemli adımı atmış olacaktır.

Şekil 1. İstanbul’un batısındaki çökme riski taşıyan yapıların yoğunlaştığı alüvyonlar, Marmara Denizi’ni kuzeydeki ormanlık alanlara bağlayan yeşil akslar yaratma potansiyeli taşımakta. Bu yeşil akslar yakın bölgenin yerinde dönüşümünü önemli ölçüde hızlandırabilir. 

Şekil 1. İstanbul’un batısındaki çökme riski taşıyan yapıların yoğunlaştığı alüvyonlar, Marmara Denizi’ni kuzeydeki ormanlık alanlara bağlayan yeşil akslar yaratma potansiyeli taşımakta. Bu yeşil akslar yakın bölgenin yerinde dönüşümünü önemli ölçüde hızlandırabilir. 

Bu doğrudan çökme riski taşıyan konut dokusunu yenilemek için çözümün değil ilçe sınırlarında, İstanbul Büyükşehir alanında bile oldukça zor olacağını artık görebilmek gerekiyor. Özellikle alüvyon alanlar üstünde yer alan, 25 yıl öncesinden hafif hasarlı ve kaçak katları bulunan yapılardaki mülkiyetler için daha geniş bir perspektifte açılımlar getirebilecek; mutlak olarak öncelik, teşvik ve başka kolaylaştırıcı katkılar sağlayacak; yenilikçi planlama/geliştirme yöntemlerine acil gereksinim duyulmaktadır. Bu yöntemlerde bugünlerde tersine çevrilmiş olan “rezerv alan” kavramı, gerçek tanımıyla, yapılaşmaya uygun olmayan bu alanlarla takas edilmek üzere, ülke ölçeğinde alternatifler de düşünülerek merkeze alınmalıdır. Böylece, aynı zamanda sel yatağı da olan ve açık yeşil alan potansiyeli taşıyan bu alüvyon bölgeler kente çok değerli yeşil akslar kazandırarak, yakın çevresinde yapımcı/yatırımcı modeliyle yerinde dönüşüme olanak sağlayacaklardır. Depremi bekleyen İstanbul’un umudu, “tabutkent” adı verilen bu alüvyonlardaki mülkiyetleri, daha sürdürülebilir barınma biçimlerine olanak sağlayacak “doğru” rezerv alanlara transfer edebilmektedir.