Kır-Kent-Bölge Sınırında Mimarlık: Artur’dan Truva Müzesi’ne

Prof. Dr. İhsan Bilgin

Yarımadadan Körfeze, Güneyden Kuzeye
Türkiye burjuvası tatil keyfini tarihi ve coğrafi kültürle bütünleştirip yerleşikleşerek çıkarma alışkanlığını 60-70’lerde Bodrum yarımadasının keşfiyle edinmeye başlamıştı. O keşfin öncüsü “Balıkçı” gibi edebiyatçılarla Azra Erhat gibi filologlardı. Bu keşif 70-80 aralığında mülk tatil evi piyasasının gelişmesiyle kesişince başlayan siteleşme, kısa zamanda işi çığırından çıkarıp mavi yolculuk koylarının tenhalığını bile ihlal eder hale gelince o burjuvanın yeni arayış içine girme hevesinde olanları yeni tatil bölgesi olarak Anadolu yarımadasının güneybatı köşesinden kaçıp kuzeybatı köşesindeki Edremit Körfezi’ni de yeni müdavim tatil yerine dönüştürdüler.

İşin tarihin cilvesi diye de görülebilecek yanı, Bodrum Yarımadası’nı yaşanamaz hale getirecek siteleşen 2. konut olgusunu tetikleyen hacmiyle Artur yerleşmesinin de o yeni sığınak Edremit Körfezi’nde bulunmasıydı. Yerleştiği yerin cazibesi bir yana, modern Türkiye’nin en cazip peyzajı ODTÜ kampüsünü yeni tamamlamış Altuğ & Behruz Çinicilerin aynı hızla Batı kıyılarının hala en gözde tatil yerleşmesine de damga vuracak olmaları da (1) işin başka bir cilvesiydi. Hayırdan şer doğmuş, Bodrum, keşfedildikten iki onyıl sonra tüketilip gözden düşmüştü. Bodrum’a hücumda Artur cazibesinin dolaylı itici gücü kadar ona yakın büyüklüğüyle Bodrum - Aktur’un çekiçi gücünün etkisi olduğu unutulmamalı.

Erken Bir Mucizelere Yaklaşma Projesi
90’ların sonunda Han Tümertekin’in bir Çatalhöyük Ziyaretçi Merkezi konsept projesi vardı. Tarım devrimi toprakları bir coğrafyanın hep arkeolojik kazı alanlarıyla dolu olacak Anadolu topraklarının önemli bir ihtiyacına iyi yanıt gibi gözüküp, dergi sayfalarında kalmış bir hatıra olarak buharlaşıp gitmişti. Truva Müzesi mimarı Ömer Selçuk Baz, o zamanlar henüz Bursa Uludağ Üniversitesi’nde öğrenciydi (2).

Bin yıllar öncenin esrarengiz izleri kimin ilgisini çekmez? Proje, ziyaretçileri kazı alanının ayağına dolamadan yaklaştırarak havasını koklatmanın iyi bir yoluydu. Gerçekten de kazı alanına teğet bir yoldu. Üstü örtülü bir bat-çık tüneli alt kota indiğinde cepler yaparak ziyaretçileri kazı alanına değmeden oyalayıp bilgilendirecek aktivitelerle donatılmıştı. Akdeniz havzasının bu yerleşme ölçeğinde saklanmış ilk keşfi Çatalhöyük’ün havasını soluyup, bilgilenip soluklanarak yollarına devam edeceklerdi. Yerine göre uyarlanarak kullanılabilir bir projeydi. Üstünden yıllar geçti. Şimdi bir de bilimsel verilerin insanoğlunun yerleşip tarım yapmadan dolaşarak yaşadığı zamanlara ait olduğunu söylediği, inşai ve işlevsel karmaşıklığıyla mevcut varsayımları altüst etmiş yeni bir mucize olarak Göbeklitepe vakasıyla karşı karşıyayız.

60’ların Hayali, 90’ların Gerçeği
Artur mu Burhaniye’nin altkenti, Burhaniye mi Artur’un kenti? Birbirine karışan ve etkisi Kaz Dağları’ndan geçende yazdığım B2 ve SM evleriyle Assos’a; sahillerden dağlara tüm körfezi sarıp Bodrum yarımadası etkisi yapacak bir bölgenin oluşmasını tetiklediğini söyledim. Köy-kasaba, sahil-dağ arası sınırları eriten bu sayfiye bölge-kentin anıtsal çekim merkezi de 2000’lerde Truva Müzesi’yle geldi.

Sürprizin sonu yok. Artur’a dönersek, mimar olarak Çinicileri bulan zannedileceği gibi girişimci, edebiyatçı ve / veya bilim insanı kökenli öncü bir yatırımcı (90’ların demir evlerini geliştirip tasarlayan Cansever benzeri bir aydın) veya siyasi değil, köhneliğiyle nam salmış devlet bürokrasisinden mütevazi bir kaymakam olan Özer Türk’tü. Kaymakam geleceği görmüş ve öngörüsünü kariyerini eş-dost kayırma yerine hala kasaba ölçekli ilçelerini yönettiği orta Ege’yi kalkındırma yönünde kullanmış bürokrat kimliğiyle başarılı da olarak 60’larda tatil evi edinebilecek metropol burjuvasını, Çinicilerin masasındaki projenin vaadlerine inandırmıştı ki çoğu akranımın 60’lardaki onlu yaşları, ebeveynlerinin gelecekteki Artur Tatil Evi yaşantısı hayallerine tanıklık etmekle geçti. Sonra 80 - 90’larda ya orada tatil yaptık ya da körfezin sahilinde, yamacında alternatifini aradık. Zaten geçen ay yazdığım Han Tümertekin’in B2 ve SM evleri de o akranlarımdan hazır ev yerine güzel arsa alıp iyi mimar seçmeyi bilenlerin evlerine örneklerden başka şey değildi. Ama başka yerlerde tatil yapsak da Artur’un o mütevazi evlerinin denize yakınlıkları ve iyi yönlenmiş terasları bir yana, her yatak odasının bahçeye açılmasının keyfini keşfetmekten de geri durmamıştık.

Tasarımın başarısı, ev yaşantısının keyfiyle sınırlı değildi. Bu mütevazi erken orta sınıf sayfiye yerleşmesi, arazi tercihinden, uydusu olduğu Burhaniye genişliğindeki yeni bir alt-kentin işletmesinden, yatak odası kapısından vaziyet planına mimari tasarımına, o kadar yerli yerinde bir tasarım olmuştu ki yeniliğinin hamlığını telafi edecek yaşam deneyimlerine baştan imkan tanıyan bir esnekliği de oldu; sakinler kurdukları hayallerin gücüyle burayı Ege’nin yüzyıllanmış yerleşmelerinden daha hakiki (authentic) bir yaşam çevresi haline getirebildiler.

Alternatif plaj performansı imkanıyla donanmış sırt sırta koyları etrafında kümelenip koyların adıyla anılan mahalleler orta sınıf züppeliğinden yarım yüzyıldır uzak durmayı başarmış bir rekabeti Ortaçağ’dan kalma köyler /kasabalar gibi sürdürüyorlar. Schulz’un kavramlaştırıp manevi değer ölçütüne dönüştürdüğü yaşam çevresi (Lebenswelt) olma emaresi, sakinlerinin yazlık mahallelerini tutkuyla sahiplenmelerinden ibaret değil. Resmileştirmeye gerek kalmadan sivil refleksle “kaymakam çamı” adı verilmiş bir ağaç, sanki tasarlanmış bir artifakt gibi röper işlevi görebildiği gibi; koyların sırtında kalan denize uzak artık alana serpişmiş dükkan kümeleriyle lokanta ve kahveler, kendi müdavimlerini hala yaratıyor.

Zamanın sosyetik Elmadağ diskoları kadar artık çoktan müptezelleşmiş Bodrum kulüplerinin de asla yarışamayacağı doğal güzelliğiyle diğer çekim merkezi Tilki Koyu’nun kayalar içine oyulmuş yazlık diskosunun tasarımdan ziyade yatırımcı marifetli çekiciliği de cabası…

Masal Kentin Anıtı               
Çatalhöyük, sokağı, kapısı, çatısıyla yerin dibine saklanmış bütünsel bir yerleşme olarak kalmasıyla bir mucizeydi. Ama son kertede bir tarım topluluğunun tarım pratiği yaşam kültürünü yeniden ürettiği yerdi. Kısacası kent değil kır, yani taşraydı.

Kentlerin kökeninde tarımsal artığın üretildiği yerleşmelerin yönetildiği siyasi/ticari merkez işlevi olduğunu kent sosyolojisinden öğrenmiştik. Anadolu’nun kuzeybatı köşesini Bodrum ertesinin tatil coğrafyasına dönüştüren gelişmelerde Bodrum’daki gibi günümüz mitolojik anlatılarının payı olmamıştı. Çanakkale Boğazı ağzındaki stratejik konumuyla Truva, mitolojik anlatıyla da kayda geçmiş bir yer olarak, denizle kara arasındaki düğüm noktasında bulunmanın karayla denizi bir arada kontrola imkan veren avantajıyla çevresi Troias’ın tarım yerleşmeleriyle deniz trafiği artıklarının da yönetildiği bir politik merkezdi. Truva’nın zaman katmanları sonra Ortaçağ boyunca tüm kentlere uygulanacağı gibi mevcut surun dışına yeni surların yapılıp genişletilmesiyle oluştuğundan helezonik makroformlu şehir iç içe surların çevresinde saçaklanarak şekillenip denizle kara arasına yerleşmişti. Bütün bu özellikleriyle Batı Anadolu’nun antik kentleri arasında anlatısal olduğu kadar maddi de bir ova kenti modeliydi. On yılların arkeolojik kazıları, şehrin maddi özelliklerini barındırdığı artifaktlar kadar yapılı çevre katmanlarıyla da ifşa etmişti. 2000’lerin başında yerinde bir tercihle Buradan çıkan malzemenin kentlerin arkeoloji müzelerinde saklanıp sergilenmek yerine Karatepe saçaklarında olduğu gibi yerinde sergilenme kararı alındı. Açılan mimari proje yarışmasıyla elde edilen müze binası bütünsel bir tatil peyzajına dönüşmüş Edremit Körfezi-Çanakkale Boğazı arası sayfiye bölgesinin röper noktası bir anıta dönüşecekti (3). Hollywood sahnesi için üretilmiş dev Truva atının oraya yerleştirilmesi türünden basit bir işaret veya tasarımcı marifeti yakıştırma / yapmacık bir gösterge yerine çağdaş müzecilik gereksinimlerinin karmaşık programının bulunduğu yere özenle yerleşmesiyle malul dikkat çekici bir mimari ürün olarak o bölgesel yerleşme peyzajının anıtı haline geldi. Eğer Hollywood’un Truva atı, Çanakkale yerine kazı alanı yanına konsa yine üç boyutlu belirgin bir röper olurdu, ama ne on yılların kazı birikimi o atın içinde ve çevresinde sergilenebilirdi ne de atın içinden binlerce yıldır o malzemeye eşlik etmiş peyzaj seyredilebilirdi. Ömer Selçuk Baz projesinin anıtını oraya ait kılan özelliklerinden biri de bu zaten. Herhangi bir çekici cepheli anıtsal yapı yapmakla yetinmeyip içine sızıldıkça (malzemesi korian çelik paneller) ve detaylarıyla kendini ele veren o anıt, ziyaretçilerini farklı kotlardan içi kadar dışını da seyrettiren bir sirkülasyon rampasına (4) sürükleyen gezi rotasıyla o kadim kurmaca masal ile başbaşa bırakan bir deneyim yaşatıyor.

Aşamalarla keşfedilişinden önce yüzlerce yıldır masal sahnesi olarak hayal edilmiş şehir, Tümertekin’in Çatalhöyük’teki kullanışlı fikri gibi kolay ziyaret edilebilirlikle sınırlı olmayıp keşfedilmiş irili ufaklı malzemesini yapılı çevresi kadar yeryüzü peyzajıyla da birlikte sergileyip bölgesini bir arada tutan inşa edilmiş bir anıt olarak Anadolu’nun kuzeybatı köşesine yerleşecekti.

Tümertekin’inki kullanışlı bir ön fikirdi. Ondan birkaç İki on yıl sonra kitabi masal olarak Hollywood senaryosu seviyesinde pop kültüre mal olacak Truva kazı alanına uygulanıp bölgenin anıtsal merkezine dönüşen bina, anıtsal bir prizma olarak kırsal peyzajı belirler hale geldi.

Kazı alanının birkaç yüz metre berisine yerleşmiş müze kompleksinin otoparkından müzenin bodrum kat giriş avlularına geçiliyor. Daha girişte uzaktan dikkatimizi çekmiş paslı demir rengi paneller bize yaklaşıyor. Dikey panellerin cam örtüyü delip içeri sarkmış uçları, küpün hizasını kendisini saran avlu boyunca çepeçevre çiziyor. Aynı giriş, geciktirmeden rampaya da davet ederek (5) almış oluyor bizi o anıtsal zaman küpünün içine. Girdikten sonra nesnelerle ve dijital canlandırma teknikleriyle okunaklı kılınmış bilgilenme araçlarıyla başbaşa bırakan bir rotanın içinde buluyoruz kendimizi. Sonuncu zamansal katman çağdaş pop kültürü de ihmal edilmiş değil. Ama her şey sergilenen zamanların hikayesiyle sınırlı da değil. Sergileyenin (binanın) sergilenmesi de ihmal edilmemiş. Mimarının “inşa etmenin arkeolojisi” diye ifade ettiği bir katman daha var. Truva gibi masalla gerçeğin içiçe geçtiği bir kentin ima ettiği birikimi sergileme programının herhangi bir müze programından farklı zorlukları var. Zamanla alışveriş, başlı başına bir problem. Naif ve sırf kendiyle meşgul göstergelere sığınmadan kendi hakkındaki bilgiyi nasıl sunabilir bina? Zamanın ifadesi paslanma rengiyle yetinmek kendinden menkul (içe dönük) göstergeye teslimiyet olurdu.“İnşa etmenin arkeolojisi” deyişi ahşaptan betona ve korten çelik panellere inşaatın hassaslık derecesiyle birlikte düşünülmüş bir tasarım stratejisinin ifadesi olarak benimsenmiş. İmgenin bıraktığı etkiyle değil, imal edildiği malzeme ve teknikle meşgul bir strateji bu. Canan Tolon’un ve İsmet Değirmenci’nin şekillenmeyi sürecin tesadüflerine bırakırken ifadeyi de şekillendiren stratejileriyle paralellik gösteriyor. Ürünün kendisi meraklısı için bir bilgi nesnesi aynı zamanda. Kendisiyle ve imgesiyle değil, ziyaretçisi ve nesnesiyle meşgul, imgeler dünyasının manipülasyonlarına mesafe koymuş, eleştirel sorumluluklarının farkında olan zihnin ürünü bir proje bu.

Notlar

1. O zamanların çocuk Can Çinici’sinin hafızasında bu proje, büro masalarını dolduran iri maketler olarak kalacaktı ki koylar kadar yamaçlarına da ustaca yerleşilmesinde maketlerin payı aşikardır.

2. Selçuk Baz’la kendime de pay çıkarabileceğim şahsi anım şudur: 2000’lerin başında Bursa Uludağ Üniversitesi’ne diploma jürisine gittiğimde bir projeyi o kadar beğenmiştim ki öğrenciden rol çalıp jüriye ve izleyenlere yüksek sesle sunarken bulmuştum kendimi. Yıllar sonra Bilgi Üniversitesi’nde bir seminer dinlerken yanımda oturan izleyici “Hocam ben Ömer Selçuk Baz; o Uludağ Üniversitesi’nde diploma projesini beğendiğiniz öğrenci” deyince Orhan Koçak’ın koskoca Corpus’u tek şiirmişçesine sözcük ve imge ölçeğinde konu ederek değerlendirdiği anıtsal şiir eleştirisi kitabı Bahisleri Yükseltmek/Turgut Uyar şiirinde kendini yaratma deneyimi (Metis, 2011) kitabını başlattığı olay geldi aklıma. Nurullah Ataç, Uyar’ın ilk şiiri yayınlandığında kendisini tanımadan “Zarımı bu gence atıyorum” diye yazmış. Yıllar önce daha profesyonel projesini görmeden mektep jüri üyesi olarak attığım zar tutmuştu ve o genç mimar adayı yıllar sonra artık sadece adını ve anlatacağım tasarımını değil kuşağının en vaatkar tasarımcılarından olduğunu da bildiğim olgun bir mimar olarak oturuyordu yanımda.

3. Projenin mimarı Ömer Selçuk Baz, XXI dergisine Şubat 2019’da verdiği söyleşide (https://xxi.com.tr/i/zaman-kupu) ısrarla anıt olmaktan uzak, sakin ve yalnız bir bina hedeflediklerini söylese de bu hacimde bir küp ister istemez belirleyici bir etki bırakmış ve yol işaretlerinden daha fazla şey söyleyen bu anıt o peyzaja sakarlaşmadan dahil olabilmiştir. Kentsel bağlamlarda ortaya çıkması daha alışıldık olan bu sonucun kırsal peyzajın boşluğunda ortaya çıkmasında sükunet arayışıyla yola çıkmanın payı olduğu kanısındayım. “Baskınlık konusu oldukça göreceli aslında. Başka bir açıdan bakıldığında da belki yaptığımız şey çok baskın. Müze çevrede hiç olmayan büyüklükte, biçimde ve yine çevrede olmayan malzemelerle inşa edildi. Yarışma sırasında ifade edilen bir şey vardı; yalnızlık. Yapı yalnız duruyor, bir şeyin yokluğu üzerine kurulmuş, yok olmuş bir uygarlık.” (Aynı söyleşiden, ÖSB).

Kırsal, gevşek sayfiye peyzajındaki anıtın varlığını sorgulayanlara yanıt sayfiye yaşantısında saklı aslında. Adı üstünde tatil, yaşantı rutinlerinin askıya alınması demek ki dinlendiricilik vaadi kadar alışkanlıklara uzak düşmenin can sıkıntılarını da içinde barındırıyor. Oyalanma alışkanlıklarından mahrumiyetimizi Assos felsefe ve tiyatro etkinlikleriyle telafimiz hala taze anıdır. Konumuz sayfiye coğrafyasında benzeri etkinlikler şimdi de Adatepe kültür ortamında sürüyor. Dolayısıyla Truva gibi katmanlı bir zaman yolculuğu vaadinin yakın da olsa büyük şehirlerden biri yerine sayfiyenin ulaşılabilir ayakaltında bulunmasının lüks değil, ihtiyaç olarak görülebileceği kanısındayım.

4. Selçuk Baz, zikrettiğim söyleşide anıtsal prizmayı iç cidarından kateden rampayı efsanevi derin zaman katmanlarına açılan kapı olarak tanımlarken, mealen böyle derin bir zaman tüneline alelade kanat kapılarla girilmesini içlerine sindiremeyip müzeyi katederek geziye eşlik eden rampayı zamanlararası mesafeyi hatırlatan bir dolayım aracı gibi kullandıklarını ifade ediyor.

5. O rampanın ağzı efsanelerle yüklü zaman tüneli anlatısı olarak müzenin “sıfır noktası” aynı zamanda.