İyimser Bir Bakışla 20 Yıllık Bir Süreye İhtiyacımız Var

Nevzat Sayın, Mimar
NSMH

İyi bir yapısal sonuç elde etmenin aşamalarını, en kısaltılmış haliyle; doğru bir tasarım anlayışı, konunun gerektirdiği bütün disiplinlerin katılımıyla ayrıntıları gelişmiş bir proje oluşturulması, gerekli kurumlardan alınan onaylar, nitelikli bir yapım ekibi, kapsamlı ve dikkatli bir denetim olarak sıralayabiliriz. Yapısal sonuç şehir, bölge, yerleşke ya da tek yapı olduğunda neredeyse her zaman hep aynı kurallar geçerlidir ve bu kurallardan herhangi biri aksadığında iyi bir sonuç elde etmek imkansız olur. Hangi nedenle olursa olsun bu konudaki aksaklıkların açıklanabilir nedenleri, mazaretleri kabul edilemez şeylerdir.

Aksaklıkları açıklamak için bulduğumuz bahaneler bir süre sonra bir tür “negatif kurallar manzumesi”ne dönüşerek düpedüz yanlış olan şeylerin doğruymuş gibi görünmesinin altyapısını oluşturur ve birlikte yaşama kuralları zedelenmiş coğrafyalarda bu “negatif kurallar” belirler sonuçları.

Türkiye 1950’den sonraki politikalar nedeniyle kırsal kesimden kentlere doğru büyük bir göç dalgası yaşadı ve sonraki yıllarda bu dalga giderek büyüdü. Kırsal kesimden iki tip insan gelmişti; her istediğini yapacak kadar çok parası olan toprak ağaları ve hiçbir istediğini yapamayacak kadar yoksul olan tarım işçileriydi bu gelenler. Başka bir iş yapamayacakları için toprak ağaları paralarını inşaata yatırdı, tarım işçileri de inşaatlarda çalışmaya başladı. Bu niteliksiz sermaye ve kol gücü başka hiç bir iş kolunda bir araya geleme(z)di. “Taşı, toprağı altın” benzetmeleriyle bu göç kışkırtılarak büyütüldü ve başa çıkılamaz büyüklükte bir soruna dönüşmüş oldu. Başlangıçta, hiç bir koruma kararı olmadığı için yıkılan geleneksel yapıların yerine de olsa mimar, mühendis gibi profesyoneller tarafından doğru dürüst projelendirilerek inşa edilen apartmanlar ve diğer taraftan da kırsal kesimden gelenlerin göçleriyle artan barınma ihtiyacı için yapılan gecekondular oluştu. Artan gecekondular bir zaman sonra “kaçak yapı”lara dönüştü. Çünkü siyasi iktidarlar kendi varlıklarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için imar aflarını kullanmaya başladılar ve kaçak yapılar yıkılmadıkları gibi yasal konuma getirilerek sahipleri her imar affında bir öncekinden çok daha büyük inşaat hakları elde ettiler. Bütün bu tuhaflıklara rağmen 70’lerin sonuna kadar yapılanların kötülüğü yapısal olarak da yerleşke olarak da -iyimser bir bakışla- kabul edilebilirlik sınırlarında sayılabilirdi. 1980’le başlayan kötülük hiç bir iyimserlik bırakmayacak kadar büyümüş, başa çıkılamaz olmuş, “iş bitirici” bir insan tipi belirmişti.

Şehir planları ve yeni yerleşke alanlarına ilişkin bütüncül politikalar üretmek, bu politikalar çerçevesindeki uygulamaları yönlendirmek ve ilgili devlet bankalarının finansal desteğiyle uygulamalar yaparak her şeye rağmen yürütülmeye çalışılan kentsel alanlardaki imar hareketleri kontrol edil(e)meyen bir azgınlığa ulaştı. Bu azgınlık arsa sahiplerinin, ev satın almak isteyenlerin, müteahhitlerin, mimar ve mühendislerin, yatırımcıların ve ilgili devlet kurumlarının katılımlarıyla “örgütlü toplumsal bir suç ortaklığı”na kadar geldi dayandı. Neredeyse herkes suç ortağına dönüştürüldüğü için konuşacak kimse kalmamıştı. 

Bu kötülük nasıl örgütlendi? İmar aflarıyla yasallaşan kaçak yapılar “yapanın yanına kar” kalınca bu suç giderek yaygınlaştı. Yasal olmayan işleri yaparken mimar ve mühendisler tarafından hazırlanmış, yetkili kurumlar tarafından onaylanmış projelere ve inşaatın denetimini yapacak meslek adamlarına da artık gerek kalmamıştı. Bu yasa dışı yapılar ve onların denetlenemeyen maliyetleri genel olarak yapılıp edilenler için bir ölçüt olmaya başladı ve bu durum mimarlık ve mühendislik hizmetlerini pahalı ve giderek gereksiz bulan yaygın, toplumsal bir görüşün oluşmasını sağladı. Mimar ve mühendisler sorun çıkaran adamlara dönüştürüldü. 

İktidardakiler, politik nedenlerle düşman bellediği meslek örgütlerinin proje onay yetkisini iptal etti. Böylelikle yapılan projeler asgari niteliklerden yoksun, yapı üretimi için gerekli teknik dokümanlar olmaktan çıkıp, usulen hazırlanan evraklara dönüşerek yapılanların meslek adamları tarafından verilmiş garantileri olmaktan uzaklaştılar. Susturulmuş üniversitelerde mimarlık okullarının sayısı arttırılıp, nitelikleri bozularak mesleki temel özelliklerinden alabildiğine uzaklaştırıldı ve henüz okulu yeni bitirmiş bir mimara her tür yapıyı projelendirme yetkisi verilerek meslek adamı niteliği yerle bir edildi. Politik baskılar nedeniyle sessizleştirilmiş akademya tamamen sustu.

Yapı denetim ofislerine bırakılan mesleki kontrolluklar bu okullardan çıkan ve neye bakacağını bile bilmeyen mimarlar ve mühendisler tarafından yapılmaya çalışılınca hiç bir şey denetlenmemiş oldu ve yapılar ehliyetsiz müteahhitlerin insafına kaldı. Para kazanmaktan başka bir derdi olmayan bu küçük kapitalistler insaflı olamazlardı. İmar afları söylentilerinin dolaşmaya başladığı seçim öncesi evrelerde inşaatlar alabildiğine arttı ve alabildiğine denetimsizleşti. Hep daha çok yapabilmek için imar kuralları karmaşık, anlaşılmaz, işbitirici adamlar tarafından alabildiğine büyük inşaat alanları kazanılacak hale getirildi. Bu durum merkezi ve yerel otoritelerce desteklendi. Bütün bunlar olurken kent topraklarında arsa maliyetleri alabildiğine arttı ve artan arsa maliyetleri “satılabilir inşaat alanları”ndaki artışın gerekçesine dönüştürüldü. Bu durum barınma ihtiyacının çözümlerini üretmek üzere var olan kamu kuruluşlarını en büyük arsa spekülatörlerine dönüştürdü. Ve “suç”un resmileşmesi perçinlendi. Bütün bunlara karşı çıkmaya çalışan meslek odalarındaki basiretli yöneticiler; ne yapılması gerektiği konusunda iyi yetişmiş akademisyen ve uygulamacı mimar/mühendisler; doğru iş üretmeye aday yapımcılar, eleştirilerini sürdüren aydınlar bütün bu tuhaflıklar karşısında sadece küçük bir azınlık olarak kaldı.

Türkiyenin en etkin “sanayisi” inşaat sektörü oldu. Üstelik en sanayileşmemiş haliyle. Yanlış politikalar nedeniyle herkesin üniversite mezunu olması için meslek okulları olağan liselere dönüştürülüp, meslek okullarından yetişen nitelikli ara adamlar da olmayınca iyi iş yapacak kimse kalmadı ve iş çığırından çıkmış oldu. Çığırından çıkan bu durum “yaygın toplumsal suç ortaklığı”na şöyle ya da böyle katılanları ülkenin en büyük suç örgütü üyelerine dönüştürdü, durumdan faydalananların sayısını arttırarak bu suçu ifşa edip, itiraz edecek insanların sayısını alabildiğine azalttı ve onları herkesin gözünde “mahallenin delisi” haline getirdi.

Neredeyse tamamıyla deprem bölgesi olan ve sonuçları çok acıklı felaketler yaşamış bir ülkenin bu konularda uzman olan bilim adamlarının yıllardır bu konulara dikkat çekmelerine; sosyal, politik, teknik ve doğal tahribatların olası boyutlarını defalarca hatırlatmalarına rağmen tamamen politik nedenlerle hiç bir önlem alınmadı. İşte bu koşullarda yapılan yapılar, yerleşkeler ve kentler günlük yaşamın zorlaştırıcı koşullarıyla boğuşulan yerler olmalarının yanısıra, doğal afetler karşısında da son derece “kırılgan” bölgeler olmaktan kurtulamadılar ve kırıldılar. Tahribat çok büyük oldu. Nerede olsa bu yaşanacaktı. Yaşandı ve işin kötüsü yine olsa yine yaşanacak.

İyileştirme için yapılacak şey çok basit: Bütün kurumların belirlenmiş görevlerini yerine getirmesi ve bunu daha iyi bir dünyada yaşamak için “toplumsal mutabakat”a dönüştürmesi gerekiyor. Tek koşulu var bu iyileştirmenin; hayatın şimdi olduğundan daha iyi bir şey olacağına inanmak ve bunun için elimizden geleni yapmak. Bu konularda uzman görüşlerine yer verilse, akademi bağımsız düşünce üretebilen kurumlar olarak görülse; mimar ve mühendislerin eğitimi, yetki ve sorumlulukları sınırlandırılarak açıkça tanımlansa; ara adam yetiştiren okullar etkin hale getirilse; meslek odaları ve denetim etkinleştirilse yeter.

Ne kadar basit değil mi? Zaten olması gereken bu ama ne yazık ki ol(a)mayan da bu. Hemen yarın düzeltmelere ve iyileştirmelere başlasak bile en iyimser bakışla 20 yıllık bir süreye ihtiyacımız var ve ne yazık ki kendi varlığını sürdürmekten başka bir derdi olmayan cahil, kötücül iktidarlar olduğu sürece bu hiç olmayacak.