İspanya’da İki Kent, İki Yapı

Doç. Dr. Serap Durmuş
Doç. Dr. Pınar Öktem Erkartal

Tate Müzesi ile Londra’da adını duyuran Herzog&de Meuron’un mimari projeleri, dünyanın birçok yerine uzanan geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Ekibin tasarımlarının büyük bir bölümünü ise, çağdaş sanat sergilerinin oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak onları bu kadar özgün kılan durum, belki de dünya çapında ün kazanan projelere imza atmalarının yanında; eski ustalık işleri ve 21. yüzyıl teknolojileri arasındaki ilişkiyi, “sıra dışı mimari çözümler sunarak, müşteri gereksinimlerine yanıt verme” olarak yorumlamalarıdır (Herzog&de Meuron, 1989).

Bu yazıda, günümüzde “yıldız mimarlar” (1) olarak söz edilen tasarımcılar arasında sayabileceğimiz bu ekibin “sıra dışı” olarak nitelendirilen mimari çözümleri, İspanya’nın en çok turist çeken iki kenti Barselona ve başkent Madrid’de aynı dönemlerde (2000-2007) tasarladıkları iki yapının deneyimlenmesi sonucunda bıraktıkları izlenimler üzerinden okunmuştur. Her iki tasarımın kavramsal ve uygulama düzeyinde birbirleriyle kesiştikleri noktalar, Herzog&de Meuron’un mimarlık alanındaki duruşlarının yansımalarını ortaya koymuştur.

Museu Blau (Museu de Ciéncies Naturals de Barcelona), 2004, Barselona
Barselona’nın önemli kent simgelerinden biri olarak Museu Blau, 2004 yılında “Universal Forum of Cultures” etkinliği için tasarlanan sıra dışı bir çözüm olarak karşımıza çıkar (URL-1, 2014). Adını çivit mavisi renginden alan bina, simgesel bir yapı olarak Diagonal Avenue, Rambla de Prim ve Ronda Litoral üçgeni üzerinde konumlanmıştır (Piqueras, Guerrero and Omedes, 2012) (Şekil 2). 180 metre kenar uzunluğu ve 25 metre yüksekliği olan eşkenar üçgen prizma formundaki müzede, 3.200 kişilik oturma kapasiteli bir oditoryum ve yaklaşık 5.000 metrekarelik bir sergi alanı yer almaktadır.

Yapının ilk bakışta dikkat çeken, püskürtme renkli betonla oluşturulan dış yüzeyi, günün farklı saatlerinde çeşitli illüzyonlara sahne olur. Binanın dış çeperinde bulunan doğrusal ve öklid dışı formdaki cam yüzeyler, yine öklid dışı ancak kararlı boşluklar ile dengeli bir yüzey anlatımı ortaya koymaktadır (Şekil 3 ve 4). Işığın geliş açısına göre, cam yüzeyler yerini boşluk görünümüne bırakırken; boşluklar, ışık-gölge oyunlarına dönüşmektedir. Doğrusal ve parçalı olarak kurgulanmış cam yüzeyler, çevredeki binaların yansımalarını da kucaklayarak adeta ikinci bir çeper iddiasında bulunmaktadır.

9.000 metrekarelik bir alana yerleşen bina; masif, yer yer boşaltılmış ve bir o kadar da kararlı formuyla etkin bir geometrik kurguya sahiptir. Oldukça büyük ve ağır görünümlü kütlenin bu kararlı duruşu, ona yaklaşan kişide bıraktığı algısal etkide de kendini gösterir. Ne var ki yapının ayakları yere basan hali ve bulunduğu kota oturma biçiminden kaynaklı yere yakın olma durumu, binanın altına girildiğinde yerini ışıltılı ve davetkar bir kamusal alana terk eder.

Üçgen formun bir ucunda insan boyu ölçüsüne kadar alçalabilen bina yüksekliği, öteki uçlarda neredeyse bir kat yüksekliğine varmaktadır (Şekil 5). Binanın insan ölçeğine “dokunan” bu hali, ağır formunu hafifletici bir nitelik olarak karşımıza çıkar. Grup girişleri için bina dışında tasarlanan ve yükseklikleri ana yapının yerden koparılmış zemin kotunu geçmeyecek biçimde tasarlanmış iki kütle, bina yüzeyindeki boşluk ve cam yüzeylere referans vermektedir (Şekil 6). Müzenin renkli yüzeyine karşın; toplu girişlerin yapıldığı bu kütleler, düz beton renginde bırakılmıştır.

Binanın pürüzlü dokudaki çivit mavisi dış yüzeyinin ziyaretçiler üzerinde bıraktığı “karanlık ve içe dönük olma” izlenimi; binanın altına girildiğinde, parlak kaplamaların oluşturduğu ayna etkisiyle ferahlık hissine dönüşür (Şekil 7 ve 8). Eşkenar üçgen parçaların bir araya getirilmesiyle elde edilen ışıltılı yüzeylerde, yer yer oksitlenip yer yer oyularak oluşturulan serbest biçimli yüzey görüntüleri yer almaktadır (Şekil 9). Dolayısıyla bütün bina altı yüzeyinin bir şekil-zemin ilişkisi olarak ele alındığını söylemek yanlış olmaz. Yapıyı taşıyan büyük kolonlar da tıpkı bina altındaki yüzey gibi parlak, ancak farklı boyutlarda üçgen parçalar ile kaplanmıştır. Burada da aynı doku etkileri kullanılarak, üst yüzeyin yansımalarına gönderme yapılmıştır.

Bina altı yüzeylerini keşfetmeye çalışırken karşılaşılan iç boşluklar (Şekil 10, 11 ve 12), mimarlarının “hücre” (cell) olarak adlandırdıkları iç yüzeylerdir. Söz konusu iç yüzeyler ziyaretçilere, en az dış yüzeyler kadar etkileyici bir görsel keşif sunarlar. İki farklı boyuttaki kareden oluşan iç boşluklar, 30’a yakın sayı ile bina çatısında kare olarak sonlanırken, bina altından gökyüzüne kadar çeşitli perspektifler sunarak izleyiciyi şaşırtmaktadır. İç boşlukların bütün yüzeyinde kullanılan camlar, farklı açılar ve biçimlerde konumlandırılarak izleyiciyi adeta bulunduğu zeminden bina çatısına taşır. Bina içine girilen nokta da, benzer cam yüzeylerle tasarlanarak bütünlük sağlanmıştır.

Saydam bir kutu olarak tasarlanan müze lobisi, büyük ölçekli bir ana merdiven ve iskelet maketi ile ziyaretçiyi karşılar (Şekil 13). Hemen solda yer alan danışma bankosunun bulunduğu alanın tavan düzlemi, dışarıda bina altında kullanılan parlak yüzeylerin devamı olarak iç mekanla bütünleşir. Üç kata yayılmış olan bina şemasında ikinci kat, kalıcı sergi ve yapılan etkinlikler nedeniyle en etkin olarak kullanılan kattır. İç mekan organizasyonu ise sergileme mantığı temel alınarak oluşturulan ve aynı zamanda bina yüzeyindeki örüntüye de yer yer referans veren çeşitli hücrelerden/boşluklardan meydana gelmiştir. Bu hücreler yoluyla, iç ve dış mekanda biçimsel çakışmalar ortaya konmuştur, denebilir. Bina yüzeyinin mavi rengi ve bina altı kamusal alan yüzeyinin ışıltılı saydam görünümüne karşın iç mekan, siyah renkli ve karanlıktır. Söz konusu karanlık olma hali, müzenin kalıcı sergi bölümünün planlanmasında önemlidir.

Mitolojide “dünya tanrıçası” anlamına gelen Gaia için oluşturulan sergi; Gaia’nın geçmişi ve bugünü olmak üzere iki bölümde işlenmiştir. Dünyanın oluşumundan günümüze tarihsel süreci gözler önüne seren sergi, mimarlarının deyişine göre bir “kanyon” edası ile ziyaretçiye kendi rotasını çizme fırsatı sunar. Bu rotada yer yer yeni hücreler ile karşılaşılırken, yer yer de serginin kalbi olan noktalara erişilir. Gaia’nın geçmişi ve bugününe ait rotada, bina dış yüzeyinde yer alan boşluklardan bazıları kapatılarak bilinçli bir karanlık atmosfer oluşturulmuştur. Sergi deneyimine oldukça dramatik bir yön veren karanlık, serginin bir ucunda ziyaretçiye binadan çevreyi izletme ve dinlence noktası oluşturmayı hedefleyen kamusal bir manzara noktasını iyice belirginleştirmiştir (Şekil 14). Sergi deneyimi boyunca nesneler ve tesisat, ışığı, görüşü ve sesi yeniden üreterek farklı Gaia alanları ortaya koymaktadır (URL-1, 2014) (Şekil 15). Ziyaretçi için önerilen rota, bütün basitliği ve anlaşılabilirliği ile mekansal organizasyonun başarısına işaret etmektedir.

Ziyaretçiye birbirinden farklı başlangıç ve bitiş seçenekleri sunan sergileme alanı, müze lobisine kadar uzanarak; ana merdiven, kamusal programlar, restoran, satış bölümü, medya kütüphanesi, sınıflar, etkinlik mekanları, geçici sergi, yönetim ve destek birimlerini içeren zengin işlevlere sahiptir. Mimarlarının deyişiyle birer “noktalama işareti” koyulmuşçasına yerleştirilen hücreler (Şekil 16), ziyaretçide derin bir kavrayışın oluşmasına olanak tanır. Hücrelerin biçimleri ve süreklilikleri, mekansal hiyerarşiyi kurmalarının yanında açık ya da kapalı birimler olarak tasarlanmaları nedeniyle de bir öykü oluşturur. Bu da müzeyi, bir öykünün belli bir ölçekten bakılarak mekansal bağlamda nasıl ifade edilebileceğini gösteren başarılı bir örnek haline getirmiştir. Sergileme biçiminin özgünlüğü, hücrelerin tasarımı, boşlukların yeri ve biçiminin içte ve dışta yarattığı açık göndermeler, iç ve dış yüzeylerde renk kullanımı gibi sayısı artırılabilecek birçok etken; müze algısı ve sergileme biçimine yeni alternatifler sunan bir tipoloji denemesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

CaixaForum, 2007, Madrid
Madrid’de tarihi Prado Müzesi ve Jean Nouvel’in yeni ekini tasarladığı Reina Sofia Müzesi’nden birkaç blok ötede yer alan (Şekil 17) ve 1899 yılında inşa edilmiş tarihi elektrik santrali ve bu santralin hemen önünde yer alan benzin istasyonu, Herzog&de Meuron tasarımıyla sanat ve eğitim merkezi işlevi ile CaixaForum’a dönüştürülmüştür (Şekil 18).

Bir yapının kentin tarihi açısından ne derece önemli olduğuna karar veren yerel komisyon, santralin sınırlı korunması ve kamu yararı gözetilerek mimari müdahaleye uğrayabileceği yönünde karar almıştır (Cohn, 2008: 108). Buradan hareketle, tarihi elektrik santralinin temelleri, bodrum katı ve zemin katı kazılarak çıkartılmış ve yalnızca Madrid’in endüstriyel mimari mirası için önem arz eden tuğla dış cephe korunmuş ve korunan cephenin üzerine ve toprak altı kotuna iki yeni kat tasarlanmıştır (Bloszies, 2011). Dolayısıyla yeni tasarımın eski yapının “altına” ve “üzerine” eklemlendiğini söylemek yerinde olur (Şekil 19).

Meydanın altında, -Herzog&de Meuron’un deyişiyle projenin toprak altını oluşturan kısımda-  seminer/eğitim salonları, oditoryum ve servis alanları bulunmaktadır. Tarihi cephenin dışarıdan sarmaladığı ana girişin üzerinde yer alan katlarda ise satış bölümü, sergi salonları, idari bürolar ve bir kafe konumlandırılmıştır. Tarihi cephenin üzerine eklemlenen yeni kütle, formunun ipuçlarını çevre yapıların çatılarının biçimlerinden almış ve endüstriyel dönemi yansıtan tuğla cepheyi adeta sarmalayan bir kep gibi eklemlenmiştir. Üstelik bu eklemlenme, tam da tarihi yapıyı çepeçevre saran silmenin üzerinde olduğundan, eski ve yeni olanın sınırlarını karıştırmak olanaksız hale gelir (Bloszies, 2011). Ekin dış cephesi ise, oksitlenmiş çelik panellerle kaplanmıştır (Şekil 20 ve 21). Cephenin bu kısmına daha dikkatle bakıldığında bazı panellerin üzerine oyulduğu fark edilen motifler, Museu Blau’da zemin katı örten metal panellerde fark edilen desenleri anımsatmaktadır. Panellerin paslı duruşu ve üzerlerindeki motifler, yeni ekin eski binanın tuğla dokusu ile uyumlu olmasını sağlarken aynı zamanda eski elektrik santralinin Madrid’in geç 19. yüzyıla ait endüstriyel yapı mirasına olan katkısını vurgulamaktadır.

Yapıya uzaktan yaklaşırken, sanat merkezinin etkileyici kütlesi haricinde, göze çarpan ilk tasarım öğeleri, hiç şüphesiz ki artık işlevini sürdüremeyen benzin istasyonunun tümüyle yıkılmasıyla yapının hemen önünde oluşturulan kentsel meydan ve bu meydanı öteki yönden sarmalayan dikey bahçedir (Herzog&de Meuron, 2009) (Şekil 22). Sözü edilen yeşil duvar ise sanatçı-botanikçi Patrick Blanc tarafından tasarlanmıştır. Kimi zaman eserlerin sergilendiği kimi zaman da yalnızca ziyaretçilerin toplanıp zaman geçirmesine hizmet eden kentsel meydan, yapının Madrid’in müzeler aksı olan “Paseo”ya eklemlenmesine olanak sunar (Cohn, 2008: 108). Bu kentsel meydanda bulunan taş banklardan zevkle seyredilen dikey bahçe, tam da yapının yakınında yer alan Madrid Botanik Bahçesi’ne gönderme yapar (URL-3, 2014).

Herzog&de Meuron’a (2009: 126) göre, bütün Madrid halkını o bölgeye çeken bir mıknatıs gibi davranan yapının en karakteristik özelliği, elektrik santralinin zemin ve temellerinin sökülmesi ve yapının bölünmesiyle oluşan “kopma” etkisidir. Dışarıdan oldukça ağır ve masif etki yaratan bir kütlenin, tıpkı Museu Blau’da olduğu gibi, zeminden tümüyle koparılmış olması; korunan cephenin adeta “uçuyor” izlenimi vermesini sağlar (Şekil 23 ve 24). Bu kopuş, Herzog&de Meuron’un sözleriyle, “yerçekimi yasalarına meydan okuyan” bir tavırdır.

Zemin katın boşaltılması yoluyla, ziyaretçilerin merkezin açılmasını bekleyecekleri ya da bir buluşma noktası olarak dış koşullardan korunabileceği bir mekan oluşturulmuştur (Şekil 25). İnsanı sarmalayan bir yükseklikte olan bu yarı açık ara mekan, kentsel meydanın yapının altında devam eden uzantısı gibidir. Tıpkı Museu Blau’da olduğu gibi, dev boyutlu bir kütlenin altına ya da insanın neredeyse eliyle uzansa yakalayabileceği bir yüksekliği olan açıklığın içine girmek, en başta biraz cesaret gerektirse de dışarıdan kuytu bir mağara izlenimi veren bu örtülü meydan, ziyaretçilere çok farklı bir deneyim yaşatmaktadır. Tavanda birbirleriyle değişik açılar oluşturacak şekilde birleştirilen metal panellerin sayesinde ferah ve aydınlık hissedilen alandan caddeleri, yürüyen insanları, meydandaki yayaları izlemek oldukça zevklidir. Yapının altına sızmayı başaran ışık huzmelerinin katlanmış bir kağıdı andıran yüzeydeki kırılışları ise, başlı başına bir sanat eserine bakmakla eşdeğerdir (Şekil 26).

Zemin katta, yapının öteki katlarına erişimini sağlayan üç çekirdek bulunur (Şekil 27). Aynalı camla sarmalanmış ve cepheden içeri çekilmiş bu çekirdekler, zemin kattaki boşluğun içinde adeta kaybolur. Bu çekirdeklerin tam ortasında yer alan merdiven, ziyaretçileri üst katta yer alan lobiye taşımaktadır (Şekil 28). Lobinin ortasında, tavandan yansıyan ışıklarla bir “mücevher” gibi parlayan ve oldukça etkileyici olan bu döner merdiven, zemin katın tavanındaki paslanmaz çelik panellerden oluşan katlanmış yüzeyin üst kata uzayan bir parçası gibi algılanır.

Lobinin zemini, birbirine eklemlenmiş üçgen paslanmaz çelik panellerden oluşmaktadır. Yapının zemin katına ve ana merdivenlere egemen olan katlanmış yüzeyler ve bu yüzeylerin ziyaretçilerde oluşturduğu ışıltılı kristal yüzey etkisi, tavana yerleştirilen floresan aydınlatmaların zeminde yansımasıyla daha da güçlü hale getirilmiştir (Şekil 29). Tavandaki aydınlatmalar, asma tavan kullanılmadan boruların görünür olması, zemindeki çelik paneller ve cam korkuluk, yapının endüstriyel tarihine bir kez daha vurgu yapar. Bütün bu atmosfer içinde bilet bankosu, lobinin dokusuna oldukça tezat oluşturacak biçimde tümüyle sıcak renkli ahşaptan yapılmıştır. Bu katta, yapının önünde oluşturulan kentsel meydanın ve dikey bahçenin izlenebildiği bir açıklık, Museu Blau’daki vista noktası gibi ziyaretçilerin dış mekanla görsel iletişim kurmalarını sağlamıştır  (Şekil 30).

Üst katlara, asansörlerin haricinde; beton, organik bir biçimde kıvrılan, bembeyaz merdivenlerden ulaşılmaktadır (Şekil 31). Bu merdiven boşluğu, gerek ışık alma miktarı, gerek dokusu, gerekse de rengiyle ne zemin katın tavanına ışıkların yansıdığı kuytu bir mağarayı andıran boşluğa; ne de sanat merkezi lobisinin ziyaretçilerde endüstriyel dönemi anımsatan karakterine benzemektedir.

Sergi salonlarının üstünde, çatı katında yer alan kafe, tarihi cephe üzerine eklemlenen oksitlenmiş ve üzerine oyularak desenlerin işlendiği panellerin iç mekana etkilerini gözler önüne serer. Işığın bu panellerden içeri süzülmesiyle kafe oldukça dramatik bir karaktere bürünmüştür (Şekil 32 ve 33). Cephede süslemeye yeni ve çağdaş bir anlam yükleyen bu panellerin aynı anda ışığı süzen bir katman olarak tasarlanmış olması, Museu Blau binasının altını ve üstünü bir araya getiren ve aynı zamanda düzlem, yüzey ve taşıyıcı ayrımını ortadan kaldıran yüzey anlatımının benzer bir yorumu gibidir.

Sonuç Yerine..
Deleuze’e (2008) göre zihin, bir veri topluluğudur. Yani bir başka deyişle izlenimler ve imgeler, bir algı kümesinin parçasıdır. Benzer şekilde her bina deneyimi, bir izlenim yığını olarak görülebilir. Bu yönüyle izlenim kavramı, edinilen ya da algılanan verilerin fiziksel, algısal, imgesel gibi sayısı artırılabilecek yönlerinin tamamına işaret eden büyük ölçekli bir tahayyül ürünüdür.

Herzog&de Meuron’un Barselona ve Madrid’de örneklenen/deneyimlenen iki yapı bağlamında edinilen izlenimler doğrultusunda, her iki tasarımda da var olan ve benzerlik/ortaklık olarak adlandırılabilecek izlenim kavramları serisi oluşturmak olasıdır (Tablo 1). Olasıdır, çünkü izlenim yoluyla ortaya konan kavramlar/terimler/karşıtlıklar hem göreceli yanlar barındırır; hem de farklı okuma ve yorumlamalar sonucu bambaşka deneyimlerin parçası olabilir.

“Simgesel Olma, Deneyim/Ziyaret, Mekansal Organizasyon, Yapıya Dokunma, Bağlam/Yer/Çevre, Giriş, Ağırlık/Hafiflik, Doku/Yüzey” olarak sıralanan izlenim kavramları, Herzog&de Meuron’un incelenen iki yapısına ait özgünlüğün başarısını görünür hale getirmek amacıyla yaratılan kavramlardır. Her iki yapının sunduğu kamusal davet, mekansal organizasyondaki başarı, malzemenin yerinde ve etkili kullanımı, yer ile kurulan ilişki, başarılı konsept kararları ve ziyaretçisinde/kullanıcısında yarattığı algısal etki; mimarların iki bina için ortaya koyduğu bir tipoloji (müze ve sanat merkezi) denemesi niteliğindedir. Bu yönüyle Museu Blau ve CaixaForum; bugün ve gelecekte sonsuz sayıda deneyime sahne olacak ve bir izlenim yığını olarak belleklerde yer alacaktır.

Not
1. Uluslararası literatürde “Star Architects“ terimiyle ifade edilmektedir.

Kaynaklar

  • Bloszies, C.; “Old Buildings New Designs: Architectural Transformations”, Princeton Architectural Press, New York, USA, pp.106-110, 2011.
  • Cohn, D.; “CaixaForum: Herzog&de Meuron Manipulates Materials, Space and Structure to Transform an Abandoned Power Station into Madrid’s CaxiaForum”, Architectural Record, June 2008, 196: 6, pp.108, 2008.
  • Deleuze, G.; “Ampirizm ve Öznellik”, çev. Ece Erbay, Norgunk Yayınları, İstanbul, 2008.
  • Herzog, J.; Meuron, P.; “CaixaForum, Creative Perspective in Architecture”, (ed.) Lee, U., C3 Publishing CO, Korea, 2009.
  • Herzog, J.; Meuron, P.; “Herzog&de Meuron”, Basel: Wiese, 1989.
  • Piqueras, M.; Guerrero, R.; Omede, A.; “The Museu Blau, a natural history museum for the 21st century,” Contributions to Science, 8.1, pp.85-91, 2012.
  • URL-1; Herzog&de Meuron Official Website: http://www.herzogdemeuron.com/index/projects/complete-works/176-200/190-2-museu-blau-barcelona.html, 2014.
  • URL-2; Herzog&de Meuron Official Website: http://www.herzogdemeuron.com/index/projects/complete-works/201-225/201-caixaforum-madrid/IMAGE.html, 2014.
  • URL-3; http://www.arcspace.com/features/herzog–de-meuron/caixa-forum/, 2014.